Sabahla
birlikte güneş ışığı içeri sızıyordu. Bir yandan açık pencereden evin içine
dolan bahar kokusu, diğer yandan göğsümün sol yanında amansız bir sızı vardı.
Dalgaların kayalarda patlamasına benzer umarsız bir ağrı bir baş belası!
Bilgisayarın
başında uyuyakalmışım. Uyandığımda sırtımda bir ürperti, belli ki üşümüşüm.
Geceleri hala soğuk, ayaz. Uyuşan ayaklarımı uzattım açılsınlar diye. Ne
zormuş. Tekrar uyuştular. Ardından vücudumun bütün ağırlığını ayaklarıma
yükledim. Birkaç dakika sonra uyuşukluk hissi kalmadı. Pencerenin kenarına
geldim. Perdeyi hafifçe araladım. Serçelerde bir sevinç bir sevinç ki.
Gülümsedim.
Mutfakta
fazla durmadım. Apartman merdivenlerini ağır aksak indim. Bahçede yeni tomurcuklanmaya
başlayan çiçekler vardı. Aralarında kan rengi çiçeği ile etrafa gülümseyen
Şakayık dikkati çekiyordu. Bahçe demirlerinin boyaları yenileniyordu. Gazete
almak için bakkala doğru yürüdüm.
Kıştan
kalan o boğucu, kirli, kül rengi görüntüler baharla birlikte yok olmaya
başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar caddeyi
doldurmuştu. Güneş etkisini yavaş yavaş artırıyordu. Mağaza ve bakkalların
önleri, park giderek kalabalıklaştı.
Elimde
gazete ile parka geldim. Bizim ihtiyarlar her zaman olduğu gibi bir araya
toplanmışlardı. Aralarında sıklıkla tartışırlar, bir türlü karara varamazlardı.
O zamana kadar bana söz hakkı vermeyenler (daha doğrusu ben karışmazdım),
tartışan taraflardan birinin söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem için bana
döner sorarlardı.
“Söylesene hocam ben haksız mıyım?”. Karşı tarafta olan
durur mu? Daha diğeri sözünü bitirmeden başlardı “Yahu hocam sen ona bakma benim
dediklerim yalan mı?” diye laf ederdi. Huylarını bildiğimden “beni
karıştırmayın, siz aranızda anlaşın” der işin içinden sıyrılırdım.
Selam
verdim yanlarına oturdum. Onlar konuşmalarına geri döndüler, ben de gazetemi
okumaya başladım. Bazen gürültüleri dayanılmaz oluyordu. Ama parktaki çocuk
seslerinden ve caddede geçen arabaların gürültüsünden pek de dikkati çekmezdi
bu durum.
Az
ilerde sırtı iyice kamburlaşmış, dizlerini bükmeden, bastonu ile kaldırıma
yavaş yavaş vurarak parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında
kenarları yıpranmış bir kasket vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir
ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş
bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafta boş bir banka adeta kendini
bırakırcasına oturdu.
Ceketinin
yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yanına bıraktı.
Kasketini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu ile kırışmış, derisi
sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmıştı. Belliki gün boyu güneşle mücadele
ediyordu. Güneş boş durur mu ihtiyarın yüzünü granitleştirmişti. Yerimden
kalkıp yanına gittim. Selam verip oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme
baktı. Gözleri artık iyice fersizleşmişti. O gözler çok şey anlatıyordu
aslında. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boylu idi.
Yoksuldu
ama onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yemişti ama isyankâr değildi. İç
dünyasında bir fırtınanın koptuğu belliydi. Ama o bunu ne hisleri ile ne de
duyguları ile belli etmiyordu.
Olanı
biteni sessizce oturduğum yerden izledim. Tüm duygularım felce uğramıştı. Her
şey susmuştu. Çocukların gürültüleri duyulmuyordu. Yalnızca uzaktan çığırtkan
bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm.
Çünkü günü kurtarmanın peşindeyiz. Çünkü korkağız. Başkalarını anlamaktan
korkuyoruz. Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz
Ya da görmek istemiyoruz. Farkında bile değiliz bazı şeylerin. Duygularımızın,
hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı
duyguların varlığı da. Çünkü yardım etme duygumuz körleşmiş. Çünkü benciliz.
Varoşlarda ki yoksul yaşamının yanı sıra villaların ve apartmanların bulunduğu
varsılın yaşamı hiç fark etmiyor artık. Duygu körlüğü her yerde.