20 Ekim 2020 Salı

ŞERİFE BACI


 

“Tarih 1921 Aralık ayı mevsim kışın en çetin hüküm sürdüğü günlerdir. Şerife Bacı İnebolu’dan aldığı cephaneyi Kastamonu’ya taşımaktadır. Kağnıda cephaneler, sırtında çocuğu vardır. Hava yağışlıdır. Cephanelerin ıslanmaması gerekir. Fedakâr bir anne olan Anadolu kadını Şerife Bacı, Millî Mücadele uğruna gelecekteki çocukların yaşaması için, çocuğunun üzerindeki battaniyeyi alır cephane üzerine örter. Kastamonu Kışlası önüne kadar gelmiştir. Cephane yerine ulaşmıştır. Hem cephaneyi hem çocuğunu korumak uğruna her ikisi de şehit olmuşlardır.“ diye bilgi veriliyor Kastamonulu Şerife Bacı hakkında kimi kaynaklarda.

Sen ey Şerife Bacı, öküzlerle çift sürmek, merkeple dağdan odun getirmek, orakla ekin biçmek, döven sürmek senin kaderin midir?

Yüzyıllarca bu topraklarda mücadele vermedin mi?

Kurtuluş savaşında yaptıkların orta da değil mi?

Kalp gözleri kapalı olanlar şimdi bunu unutmuş görünüyorlar.

Şerife Bacı, diyorlar ki kadınlarımız dört duvar arasında otursun. Diyorlar ki kadınlarımız doğurduğu üç-beş çocuğa baksın başka bir işle uğraşmasın. Diyorlar ki kadınlarımız düşüncelerini açıkça belirtmesin, öncelik erkeklerde olsun. Şerife Bacı, küçük Elifi'ni karakış canavarına kurban eden eli öpülesi insan. Gör bunları, duy bunları.

Çile demet demet, hicran gökleri tutmuş, gözyaşı diz boyu olmuş Anadolu’mda. Nice şehit anaları oğlunun acı haberiyle ciğerini dağlarken nice gelinler hayata küsmüş. Umutların söndüğü, açlık, yokluk, yoksulluğun sarıp sarmaladığı günlerde kağnı kolları ile yola düşen sen Şerife bacı gör olanları, duy olanları.

"Ayrılığın en acısı hangisidir?" diye sorulsa herkesin farklı bir cevabı olacaktır. En acısı evlat acısıdır. En acısı vatandan uzak kalma acısıdır, en acısı aşığınkidir, en acısı maşuk’unkidir diye dile getirilecektir. Bana sorarsan en acısı ana ve vatan acısıdır Şerife Bacı.

"Şerife Gelin, öküzleri çekiyor, kar ise yağıyor, yağıyordu. Kağnı tekerleri karla karışık çamurlu yollarda makamsız bir gıcırtının zevksizliğiyle ilerliyordu."

Kimi canını adadı uğruna, kimi ömrünü. Kiminin damarlarında kan boşaldı üzerine, kiminin alnından ter. Kimi hasretinden yanıp kavruldu, kimi çilesine sevdalandı. Ve toprak vatan oldu.

Oğlunu, eşini askere gönderen analar bacılar, uzak cephelerden “ah vatan” nidaları ile bağırlarına taş bastılar, göz yaşı olup toprağı suladılar. Oğlunu askere gönderirken yük olmasından çekinmese, evde ne var ne yok dolduracak çıkına. Sütlü ekmek, çörek, bal, pekmez, peynir, ceviz… Ne varsa evde… “Ana yeter ana “ diyene kadar oğul.

İnsanları savundukları düşünce yüzünden eleştirenler, demokrasiyi işine geldiği gibi yorumlayanlar. O uğruna canını, bebeni, o çok sevdiğin eşini kaybettiğin nazlı nazlı gelinciklerin üzerinde filizlendiği topraklar ne halde?

“Ver elini öpeyim ana. Cennet kokan ellerini. Hakkını helâl et. Analar helâl etmedikçe, hakları ödenmez.“ diyen oğulların uğruna toprağa düştüğü, 15’lik şarapnel parçalarının havada uçuşup kaynaştığı, dağlarında yılkı atlarının koşuştuğu, bağrında boy atan kardelenlerin boynunu büktüğü o topraklarda kimler var şimdi uyan da gör Şerife bacı.

Geleneklerimize, hasletlerimize, ahlâkî anlayışımıza ters söylemlerle orta yerde laf edenleri gör. Gök kubbenin altında yer yarıldı, ayrıldı, kavuştu. Yaptığı yorumlarla insanlara hakareti ön plâna çıkaranları gör şerife Bacı.

Allah sizden geçmişte bu vatan için göğsünü siper edenlerden razı olsun Şerife Bacı.

 

6 Ekim 2020 Salı

BEDEL ÖDEYEREK ÖĞRENMEK


 

Yaşam bütünseldir. O bütünsellik içinde yaşanan acılar, coşkular vardır. Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır sessiz ve derinden gelen. Bunlar yaşamın gerçeğidir. O gerçeklerden uzak durmak, o gerçekleri anlamamak şaşırtıcı ve bencilce bir duygudur.

 

Geçmişimiz, bugünümüz ve özümüz yani öz benliğimiz, düşüncemiz önemlidir. Yaşadığımız şeylerde önemlidir. Fakat asıl olan, onları kendimizde niçin ve nasıl yaşattığımızdır. Dünü olduğu gibi bugünü de nasıl yaşayacağımıza kendimiz karar vermeliyiz. Kendimizle ya da diğerleri ile ilgili kararlarımızda vicdanımızın doğru bildiğini yapmalıyız. Başkalarının beğenmesi için karar alıp yola çıkmamalıyız.

 

Yaşam bütünseldir dediğimde bir arkadaşım aynen şunları söyledi. “ ‘Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır’ diyorsunuz. Bence önemli olan hayatımızda bu duygulardan hangisinin ağır bastığıdır. Kaçınılmaz gerçekler olsa da bu duygulardan ne kadarı yaşamımızı etkiliyor, bu çok önemli bence. Hayatta yaşanacak ne varsa yaşıyoruz ama buna kendimiz karar veremiyoruz. Dün de biz karar veremedik bugünde.”  Ve ekliyor “eğer kararı biz kendimiz verebilseydik son yıllarda yaşadıklarımı asla yaşamak istemezdim”. Sözünü ise şöyle bitiriyor “hayatımda hak etmediğim olumsuzluklara engel olur onları yaşamazdım” .

 

Bir başkası “vicdanım rahat” diyor “çünkü vicdanımı rahatsız edecek bir yanılgıya düşmedim”. İnsanların kendi özünü ve geçmişini, geleceğini aramasında ve sorgulamasında şaşılacak bir şey yok. Çünkü insanlar kimlikleri ile yaşarlar. Hangi yaşta olursa olsun kendilerini ararlar, sorgularlar. Yaşamlarında olan bitenleri mantıklarıyla bütünleştirmeye çalışır, akıl süzgecinden geçirirler. Tüm bu olgular olurken güven duygusunu aramak ve o duygu ile bütünleşmek önemlidir. Kimisi bu duyguyu asla bulamaz kimisi içinse sorun olmaz.

 

İnsanlarda sevgi ve anlayış, sevildiğine ve sayıldığına olan inanç da önemlidir. Bu inancı aramaktan asla vazgeçmezler. Tıpkı şairin şiirin gizeminden vazgeçemediği gibi.

 

Yaşamımızda kadın, erkek, genç, yaşlı hiç fark etmez. İnsan olması gerektiği gibi yaşar. Bu yaşamında çevresi etken olduğu gibi ailesi ve sokak da etkendir. Aldığı eğitimin yanı sıra içinde yetiştiği kültürde önemlidir. Edindikleri ya da edinmeye çalıştıkları misyon da önemlidir. Misyonun yaşama katkısı gri görüntüyü azaltır. İnsan bir şekilde kendisini anlatmak durumundadır. Bunu yaşam hattında zaten yapar. Gri bir yaşam tarzında sıkılmak, sıradanlık, boşluk hissi hayatta gelgitler yaratır. O gelgitlere maruz kalmamak için doğru karar vermek, olan bitenleri doğru okumak, volkanlara, tsunami ve depremlere yenik düşmemek için misyonumuzu doğru yöne kanalize etmemiz çok önemlidir.

 

Toplumumuzun kadına bakış açısını ele alalım. Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde gidip gelmeler. Kaburga kırmalar, yüzlerde morartılar, cinayetler. Bunun sonucunda oluşan dramlar ve sendromlar. Görücü usulü ile evlenip, hem de erken yaşta, anlaşamayan ve bir şekilde yaşamları zindan olanlar. Deyim yerinde ise bileklerine aile çevresince kelepçe vurulanlar. Ve yaşamlarını dizayn ederken istediği ile değil diğeri ile yaşamak zorunda kalanlar. Hırpalanan, ötelenen, sevme ve sevebilme ihtimalini unutanlar.

 

Adıyaman’da ailesi tarafından iki yıl önce zorla evlendirilen bir kız çocuğu “annemi, babamı, kardeşlerimi iki yıldır görmüyorum, çok özledim” diyerek söze başlıyor. Küçük kız, kendisini görmeye gelenlerden hangisinin “damat” olduğunu bilmeden evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini anlatıyor. Beş bine satılan çocuklardan biri o. Ya onun gibi yüzlercesi. Bu bir “köle pazarı mıdır” diye manşet atan gazete yanlış mıdır?

 

Bu ve benzeri yaşananlar, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanlar. Doğaldır ki insan dimağında yerlerini alacaktır, almıştır, almaktadır.

 

Yaşam savaşçısı olmak, güven duygusunu kaybetmemek lazım. Velev ki bir hata söz konusu, bu durumda, “kıyamet kopuyor” yerine insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerine saygı duymaları gerekir. Kendimize ve başkalarına “vize” uygulamak doğru değildir aykırı olmak da. Yaşamı değiştirmek için başkalarını “anlama” ya çalışmak, diğer renkleri görmeye çalışmak için çok da fazla bir gayret gerekmez aslında. Yeter ki anlayışlı olalım. Düşüncelere saygı duymasını bilelim.