"İnsan yaşadığı
travmanın sonucunda ya kaderine boyun eğer ya da travma öncesine geri döner. Ya
acısının ağırlığında çaresiz kalır ezilir ya da şafağın sökmesi gibi acıyı
söküp atar. "
diye düşündüm.
Geç olmuştu. Herkesin günün yorgunluğu ile gözleri kapanmaya
başlamıştı. Yanan ocağın ateşi de yavaş yavaş sönmeye başlamıştı. İstirahate çekildiler, yatıp uyudular.
Saatler sonra şafağın alacasında, günün koşuşturmacasının
ilk dakikalarında anamın konuşmalarını, babamın kuru öksürüğünü, küçük
kardeşimin hayvanları dışarı çıkarmak için çıkardığı gürültüyü, kısacası evin
içindeki gürültü patırtıyı duyduğumda uyandım.. Lakin, ne horozların sesi, ne
kardeşimin çok sevdiği kangal köpeğinin havlaması, ne dışarıdaki seslerin giderek artması, ne sokak
kapısının gürültüyle açılıp kapanması, ne anamın kahvaltınızı yapın aç karnına
dışarı çıkmayın uyarıları derin uyuşukluğumdan uzaklaştıramamıştı beni.
Durumunu fark eden anam yanına yaklaştı. Dağılmış saçlarımı usulca düzeltti.
"Oğul" dedi, "kalk yüzünü yıka açılır kendine
gelirsin. Bak bugün hava daha güzel. Dünkü fırtınadan eser kalmamış. Kahvaltını
yaptıktan sonra dışarı çıkar dolaşırsın."
Anamın yüzüne baktım. Ses etmeden yatağımdan ağır ağır
doğruldum. Her tarafım tutulmuş gibiydi. Vücudum kalkmama direniyordu. Yorgundum.
Yan tarafta bulunan eskimeye yüz tutmuş pantolonumu ve yakası yıpranmış mavi
gömleğimi giydim.
Kendi kendime "dün
dışarıda fırtınalar kopuyordu. " dedim. Bunalmıştım. Başım çatlayacak gibi ağrımış, beni
sersemletmişti. Zar zor kendimi eve atmıştım. "Bu havalar insanı yaşamından bezdirir" diye düşündüm.
Evin önüne çıkıp maşrapaya doldurduğum soğuk suyla yüzünü yıkadım. Anamın dediği gibi kendime gelmiş, vücudumda
uyuşukluk kalmamıştı.
Yüzümü kuruladığım havluyu omzuma attım. Tekrar içeri
girmekten vazgeçip evin yan tarafındaki bostanın içine girip küçük bir taşın
üzerine oturdum. Yeşermiş taze soğan yapraklarına hayranlıkla baktım. Ne güzel
de büyümüşlerdi. Etrafta kanat çırpan serçelerin çıkardığı sesleri dinledim.
Ağaç dallarının rüzgârda çıkardığı hışırtıya kulak verdim. Bir süre daha
bostanın içinde oturup yeni bir gelecek özlemiyle düşünceye daldım. Sonrasında
etraftaki sesler gittikçe azalıp uzaklaştı. Bir süre sonra da duyulmaz
oldu.
Anamın sesi de duyulmaz olmuştu. Belli ki günlük işlerini
bitirmenin telaşındaydı. Zamanın sakinleştiriciliğinde zihnimi yoran duygular
farkına bile varmadan sessiz bir düşünceye itiyordu beni. Ana yollardan oldukça
uzak, ilçe merkezine zorunlu olmadıkça gidilmeyen bu köyde, bu şartlarda
yaşamak başkalarına göre bir kaderdi belki, kanıksanmıştı çaresizce ama bana
göre değildi. Yol haritasını kendim çizmeliydim. Yeni bir yaşam kurmalıydım. Dar
zamanıma büyük dünyalar sığdırabilmeli, zor olanı başarmalıydım. Düşüncelerimi
gerçekleştirmeye çalışırken ailemle bağlarımı zayıflatmamalı onlardan destek
almalı, onlara destek olmalıydım. Köy yaşamında uzun süredir değişmeyen
koşulların ağırlığı su götürmez bir gerçek olduğuna göre ilerleyen zamanda
maddi ve manevi özgürlüğümü kendim belirlemeliydim. Hayat şartlarının her daim
yokuşlarla, dikenlerle, taşlarla döşeli olduğunu unutmadan.
Bir süre sonra anam söylenerek geldi. Çehresinde yorgunluk
vardı. Yanında divana oturdu.
"Kahvaltını
yapmadın sen oğul" dedi. "Dur sana çay koyayım, peynir ekmek bir
şeyler ye aç durulmaz. Hastalanırsın. Bir de o derdi başımıza çıkarma."
"Yok be ana çok
olmadı kalkalı. Acıkmadım daha. Acelesi yok. Bak sen sabah beri yorulmuşsun.
Dinlen biraz. Sonra da birlikte güzel bir kahvaltı yaparız. Zaten gün öğleye
yaklaşmış. Sen de acıkmışsındır."
Ana yüreği bu dinler mi hiç. Yorgunluğuna bakmadan kahvaltı
hazırlamaya başladı. Tezek alevinden kararmış çaydanlığı ocağın üzerine koydu,
taze yufka ekmeği ile peyniri de yere serdiği sofra bezinin üzerine. Çayın bir
süre demini almasını bekledikten sonra bardağa doldurduğu çayın birini kendisi
aldı diğerini de bana uzattı.
"Sabahtan beri
bir şey yemedin oğul" dedi usulca. "Aç durulmaz. İnsanın her daim karnı
tok sırtı pek olmalı".
"Doğru dersin
de ana sabah erkenden bir şey yemeyi içim almadı. Sonra birlikte kahvaltı
yaparız diye de işlerini bitirmeni bekledim."
"Oğul, işler
bitmez. Her gün aynı şeyleri yapmak zorundayız. Şartlar değişmedikçe de bu durumu değiştiremeyiz. Değişeceği de yok. Nasıl değişsin ki. Her gün
aynı şeyleri yapmak zorundayız.
Yapılacak işler de belli zaten. Farklı bir uğraş mı var. Sabah erkenden kalkar
önce hayvanların bakımını yaparsın sonra evin diğer işlerini. Bak oğul, bir insanın kendine has erdemleri, kusurları
varsa, günahları varsa bizimde kendimize has yapılması gereken işlerimiz, bir
yaşam tarzımız var."
"İyide ana,
insan yaşam tarzını değiştirmesi için çaba sarf etmeli."
"Nasıl
yapacağız bu söylediğini. Yıllarca
bildiğimiz, yaptığımız işler aynı. Bizden geçti artık kurulu düzenimizi
dağıtıp, başka yerde yeni bir iş ve yaşam kurmak. Belki bunu sizler
yapabilirisiniz. Gençsiniz, her işi yapabilecek güce sahipsiniz. Önünüzde uzun
bir hayat var. Taşı sıksanız suyunu
çıkarırsınız."
Anamın söylediklerini düşündüm bir an. Söyledikleri açık ve
doğruydu. Bugüne kadar nasıl yaşamışlarsa bundan sonra da aynı şekilde yaşamaya
devam edeceklerdi. İsteseler de bunu değiştiremeyeceklerdi. Nasıl yaşadıklarına
dair sorulacak sorulara verecekleri cevaplar da değişmeyecekti. Yaşamın
güçlüğü, karşılaştıkları dertler, sıkıntılar, kaygılar onları bekliyor
olacaktı. Tıpkı geçmişte olduğu gibi. Ömürlerinin bitmek tükenmek bilmez
acılarla, çilelerle geçtiği akıllarına bile gelmezdi bu durumda. Çünkü her gün
aynı çileyi çekiyorlardı yaz kış değişmeden. Dünden bugüne hayat şartları
onları vakitsiz acılarla, sıkıntılarla, zamansız derinleşen alın çizgileriyle
baş başa bırakmıştı.
Başımı ı yere eğip karmakarışık düşüncelere daldığımı gören
anam sofrayı topladı. "Duracak vakit
değil, kalan işleri bitirmem lazım" dercesine beni düşüncelerimle baş
başa bırakıp sessizce uzaklaştı.