31 Ocak 2021 Pazar

HER NE İSEN OSUN ASLINDA


 

Montaigne şöyle der  “Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır; bu tutkular yalnız işlerine akıllarıyla bağlanamayan insanların işine yarar. Doğru ve temiz işler hep ölçülü ve ağırbaşlıdır. Ölçü olmayan yerde kavga, gürültü ve haksızlık vardır.

Doğru yol uğrunda kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını yanmaktan korurum. Montaigne şatosu gerekirse herkesin evi ile birlikte yansın; ama gerekmezse kurtulmasına sevinirim. İşimin bana verdiği imkanlarla onu korumaya çalışırım.”

İnsan yaşamında gündem o kadar hızlı, bazen o kadar coşkulu, bazen o kadar kırıcı ve baş döndürücü bir hızla değişmektedir ki yetişmek ne mümkün. Yaşamın hay huyunda gidip gelenlerin bir kısmı çıkara ve bencilliğe başvururlar. Kurnazca asıl niyetlerini açığa çıkarma cesaretini göstermeden hareket ederler. Bu harekete cesaret dememeliyiz. Öyle gayretli kimseler vardır ki, bütün arzuları diğerlerine eziyet etmektir.

Onları bu çabaya iten şey nedir o halde?

Amaçları mı?

Yoksa çıkarları mıdır?

Beyinlerinde sakladıkları  senaryo gerçekten nedir?

Ya da ego tatmin merkezlerinde büyüttükleri şeyin dikkate alınmaması karşısında saldırganlık mıdır?

Ne yazık ki, çevremize baktığımızda kimi; yükselme, dikkate alınma, liderlik oluşturma, emir verme, kendisi gibi düşünmeyenleri aşağılama ya da hakaret etme, düşüncelerindeki garipliği başkalarına aktarma tutkusu olanlarla karşılaşırsınız.

Montaigne diyor ki Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır; bu tutkular yalnız işlerine akıllarıyla bağlanamayan insanların işine yarar.”

Tutku nedir peki?

Bence tutku insan gövdesinde var olan ve atılmayı bekleyen bir safradır. Bu öyle bir safradır ki, yolu tıkanmadıkça, içinde bulunduğu insanı hareketli, atılgan, canlı ve diri tutar. Ancak, yolu tıkanır da akmak için mecrasını bulamazsa işte o zaman gerçek yüzünü gösterir.

Peki ne yapar?

Saldırganlaşır, yakıcı ve acı verici bir ağrıya dönüşür.

Yükselme, dikkate alınma ve söz söyleme hakkı elde etmeye çalışan insanlar, eğer önleri açık ve ilerleyebiliyorlarsa acı verici, saldırgan değil, aksine beceriklidirler. Aksi durumda ise saldırgan kimlikleri harekete geçer, etrafında olan bitenleri hazmedememe, kötü görme, gibi bir çıkmaza düşerler.

Ve yine Montaigne der ki “doğru yol uğrunda kendimi ateşe atabilirim; ama elden gelirse başkalarını yanmaktan korurum.”

Doğru olan nedir?

Montaigne’in dediği gibi “doğru yol uğrunda kendini ateşe atmak mıdır?”

Bencilce çıkarlarımızı korumak için harekete geçmek ve etraftakileri görmemek, insanları yok saymak, insanları kendi amaçlarımız doğrultusunda kullanmak mıdır?

Yoksa akıl, bilim, kültür, sanat sevgisi gibi hasletleri oluşturmak, insanlara yardımcı olmak, etrafa azim ve kararlılık aşılamak mıdır?

Her ne isen o sun aslında.

Seni senden iyi anlayabilen yine sensin.

Önemli olan o aklı yerinde ve insanlığın mutlu geleceği için kullanmadır.

Bence gerisi boştur vesselam.

İnsanlar arasında dostluklar, iyilikler daima var olsun.

Bencillikle, duyarsızlıkla, anlaşılmaz tutkularla bir yere varılamaz.

 

24 Ocak 2021 Pazar

VE ÇEKİP GİTTİ YAŞAMDAN


 

Hazanla birlikte yapraklar sararmaya, gazel olup dökülmeye başladı. Uzun süre yaşam döngüsü tekmil canlıya şekil vermeye devam etti. Ağır aksak geçen günler sonrasında havalar aniden soğudu. Soğuk ve ayaz başkentin semalarında demoklesin kılıcı gibi salınmakta. Puslu havada insanlar her zamankinden aceleci.

Parklar karla kaplı, yollar buz, sokaklar çamur deryası. Araba egzozlarından çıkan dumanlar, bacalardan çıkan kurumlar başkentin ufuklarında gezinmekte. Dışarı çıkmak ne mümkün. Buğulu camlardan gamlı yürekler dışarıyı seyretmekte. İnce kum gibi yağmakta olan kar, sokakları, caddeleri, çatıları beyaza bürüdü. Ağaç dalları kuş seslerine hasret.

Sessizce durduğu pencerenin önünde, dışarıyı iç sıkıntısı ile seyrederken yutkundu, acı acı gülümsedi. İsteksizce, fersiz bir şekilde arkasını pencereye döndü. İrade dışı atılan adımlarla odanın ortasına gelip durdu. Çaresizliğin hançerlediği adam, buruk bir hissiyatla, sessiz sessiz ağlamaktaydı.

Düşünceler yorgun zihnine kanlı bıçaklar gibi saplanıyor, tarifsiz acılar vererek açtığı yaranın üzerine olanca gücü ile iniyordu.

Sakalları intizamsız bir şekilde uzamış, yüzü her zamankinden solgun, alnında kabaran damarlar yüzündeki sıkıntıya eşlik ediyordu. Beklenmedik bir şekilde aldığı acı haber karşısında manen iflas etmişti. Hayat ne acımasız diye düşündü. Felek ne kadar kahpe, ne kadar zalim.

Umutsuz yaşanır mı hiç diye düşündü uzun uzun. Umut her daim yüreklerde olmalı dedi belli belirsiz duyulur duyulmaz bir sesle. Bir çiçek gibi bir sevda gibi açmalı umut, gözyaşları ile sulanmalı, gözyaşlarında hem acı vardır hem umut dedi yorgun bakışlarla.

Canından çok sevdiğinin yanında olmaması, göçüp gitmesi dünyadan umutları yok eder kimi zaman. Yüreğiniz katılır, ağlamak istersiniz ağlayamazsınız. Konuşmak istersiniz konuşamazsınız. Bakarsınız etrafınıza, görürsünüz lakin içinizdeki fırtınayı gösteremezsiniz. Belki bir yararı olmayacağını düşündüğünüz için, belki daha fazla acı çekmemek için, belki de anlamayacaklarına, iletişim kuramayacağınıza inandığınız için.

Geçmişi düşündü uzun uzun. Gün tükenmez oldu, bütün sinirleri gerilim içindeydi. Düşünceler tarifsiz acılar vererek açtığı yaranın üstüne olanca gücü ile inerken odanın ortasında ayrıldı. Kapıya yöneldi, merdivenleri indi, sokak buz dışarısı ayazdı. Aldırmadı yürüdü yürüdü… Aradan geçen zaman asırlar kadar uzun bir zamandı. Akşam iş dönüşü kalabalığı ile eve döndü.

Yaşam döngüsünü kim durdurabilmiş ki diye düşündü. Gideni, geçen zamanı bir an bile geri getirmek olası mı?

Asırlardır sezdirmeden tekmil yaşamdan bir şeyler alıp götürmedi mi zaman?

Beklentilerimiz, hayallerimiz, gülüşlerimiz zaman içinde yok olmadı mı?

Bizlere kalan sadece onurlu bir bakış, dürüst bir yaşam, acıya isyan değil midir?

Lakin son demde gerçekçi olmak lazım geldiği belleklerimizde yerini almalı değil mi? Anılarımız ve gelecek umutlarımız olmasa, geriye ne kalırdı ki?

Anılarımızı unutmadan, umutlarımızı kaybetmeden yaşam oyununu bozmaya yeltenmeden direnmeliyiz artık.

Yaşam budur işte. Yaşam gerçeğini görmeliyiz ve en önemlisi zaman gerçeğini görmeliyiz. Unutmamak gerekir ki herkes evreni sığdıramaz yüreğine, herkes daha büyük yağmurlar içinde var olamaz. Kocaman bir yüreği, kocaman bir yaşamı yüreğinin süzgecinden geçiremez.

Ve çekip gitti yaşamdan, kayıverdi ansızın sonsuzluğa.

Hiç yorgunum demedi, hiç hastayım demedi, hiç yüzündeki gülümsemesini kaybetmedi, hiç kimseyi üzmedi bildiğim.

Yaşam ona çok şey öğretmişti. Acıyı da mutluluğu da görmüştü ahir ömründe.

Kol kanat germişti çocuklarına. İlkokulu üçe kadar okumuştu. Çocuklarını okutmuştu yıllarca, cahil kalmasınlar istemişti.

Çocukları ah çocukları.

Hasta yatağında solgun yüzünü görünce hüngür hüngür ağlayan çocukları. Onun her şeyi idi onlar. O yine ağlamayın diyebilmişti hasta yatağında.

Her gidiş zamansız derler ya. Onun gidişi yaşlı da olsa zamansızdı. Kabullenmek zor olacak hem de çok zor.

Hazin bir tören oldu Karşıyaka mezarlığında. Kalabalıktı mezarlık. Komşuları, akrabaları, çocuklarının iş arkadaşları yerlerini almışlardı sessizce. Soğuk aman vermiyordu. Eşi omzuna aldığı şalın varlığına rağmen üşüyordu, üşüdüğünün farkında bile değildi, kızarmış gözlerinde gözyaşları durmak bilmiyordu.

Çocukları, torunları orada idi. Uzaklarda olan akrabaları ve torunları gelmişlerdi mezarına bir avuç toprak atmak için. Ataya son görevi yapmak için.

Büyük oğlu kimseyi indirmedi kabrin içine. Ortanca ile yüklendiler. Bize düşer dedi onu kabre indirmek. Kalabalık bir yas, bozulmayan bir sükûnet yeriydi. Herkes duygulu bakışlarla bakıyordu olan bitenlere. Kıbleye çevirdi. Başındaki düğümü çözdü elleriyle büyük oğlu.

Arada bir ses çınladı. “Ahiret yolculuğudur oğul” diyordu yanındakine. Devam etti duyulur duyulmaz bir sesle:

“Sen hiç baba oldun mu oğul?

Çocuklarına kol kanat gerdin mi hiç?

Onları küçük yaşta kan uykusundan uyandırmaya kıyabildin mi?

Bir babanın gülümseyen bakışlarına hiç şahit oldun mu?

Hiç çaresizlik gözyaşı döktün mü oğul?”

Mekânın cennet olsun babacığım. Nurlar içinde uyu ebedi uykunda. Unutma ki seni özleyenler peşinde gelecekler bir gün yanına…

***

9 yıl oldu ebediyete göç edeli.

Ölüm yıldönümünde saygı ve özlemle anıyorum...

Işıklar içinde uyu.

 

15 Ocak 2021 Cuma

OLMADI BE KOCA REİS


 

Yeşil otları üstünde o düşsel toprağın kokusunu duyumsayarak uzun yıllar köylerde, kasabalarda, şehirlerin varoşlarında binlerce öğrenci yetiştirdim. Bu süreçte doğaldır ki birçok insanla tanışma fırsatım oldu. İstenen ya da istenmeyen çeşitli anlaşmazlıklara tanık oldum, yaşadım.

İnsan alıştığı, insanlarını tanıdığı bir yerden, tanımadığı, bilmediği bir yere giderken her daim çekingen davranmış, tedirgin olmuştur.

Kolay da değil bu.

Ev bulmak, taşınmak, okula ve çevreye alışmak hem zaman hem de sabır isteyen bir durum olmuştur.

Taşınmak elzemdi, lakin alışmak; alıştığın, benimsediğin yerden ayrılıp gitmek kolay olmuyordu.

Ayrılıp gitsen bile geride bıraktığın arkadaşları, dostları, öğrencileri unutmak da kolay değildi elbette. Kimileri ile telefonla da olsa konuşmak, hal hatır sormak; sağlık haberlerini almak, oğlunun kızının başarısını duymak insanı her zaman mutlu eder.

Lakin öyle anlar, durumlar vardır ki uzaklarda olan bir dostunun, arkadaşının yaşadığı bir acıyı duymak, haber almak insanı her daim üzen, kahreden bir durumdur.

Eylül 1999’da Aydın Germencik’e tayinim çıktığında da benzeri bir tedirginlik yaşamış; taşınmadan önce hem ev bakmak, hem de okulu ziyaret etmek amacıyla eşim ve o zaman henüz daha küçük olan oğlum ve kızımla kendi kullandığım arabayla Uşak’tan Aydın’a; oradan da Germencik’e gitmiştim.

Yola çıktığım gün 17 Ağustos Marmara depreminin olduğu gündü. Arabanın radyosundan deprem nedeniyle bölgede yaşananları; yıkılan binaları, yerle bir olan köy ve kasabaların haberlerini dinlerken; enkaz altında kaldığını düşündüğüm yüzlerce insanın ve yakınlarının o an çektiği acıları yüreğimde duyumsadım.

Depremin yarattığı moral bozukluğuyla yolumuzu tamamlamıştık.

17 Ağustos Perşembe günü okul müdürüyle görüşmek amacıyla, önce okula uğramış; Germencikli olan müdürün sıcak ve güler yüzlü karşılamasının verdiği cesaretle kiralayacağımız düzenli bir ev olup olmadığını sordum.

Okul müdürü kendi oturduğu mahallede tanıdığı bir komşusunun evinin kiralık olduğunu söyledi. Hep birlikte kalkıp eve bakmak için mahalleye gittik. Kiralık dairenin bulunduğu ev üç katlı bir binaydı. En alt katta Yaşar amca; orta katta da büyük oğlu oturuyordu. Kiralık olan üçüncü kat ise en küçük oğluna aitti.

Yaşar amca güler yüzlüydü. Saygılı, konuşmasını bilen biriydi. Konuşmasından yıllar önce ayaklarından geçirdiği bir rahatsızlık nedeniyle pek fazla sokağa çıkmadığını anlamıştım. Evin sahibi olan en küçük oğlunu seslemiş, gelince de eve bakmıştık. Yaşar amcanın saygılı yaklaşımı sonucu ben ve eşim evi kiralamak için kararımızı vermiştik. Lakin biz taşınana kadar evde yapılması gereken ufak tefek tamiratların yapılmasını söylemiş, belli bir kaparo vermiş ve anlaşmıştık.

O gün Aydın ovasının yakıcı sıcağına daha fazla dayanamamış; evi kiraladıktan sonra Uşak’ın serin havasına bir an evvel kavuşmak için yola koyulmuştuk.

Gerek Aydın ve gerekse Germencik; Denizli-Aydın arasındaki yerleşim birimleri; Büyük Menderes Ovasının devasa güzelliği; etrafın yeşil tarlaları; ormanlarla ve zeytin ağaçlarıyla, incir ağaçlarıyla kaplı dağları bizi adeta büyülemişti.

Yıllarca bozkırın çıplak arazilerine, susuz tarlalarına alışmış olan gözlerimiz o gün bayram yapmıştı. Yeşil bir bayram.

Aradan geçen günler sonrasında Sivaslı Ağaçbeyli kasabasındaki görevimi Manisalı bir öğretmen arkadaşa devredip; eşyaları da kasabadan tanıdığım bir arkadaşın kamyonuna yüklemiş; biz de çoluk çocuk kendi arabamızla Germencik’e doğru yola koyulmuştuk.

İkindi vakti ulaştığımız Germencik’te kamyondaki eşyaların boşaltılması için lazım olan bir iki taşıyıcının bulunması için ev sahibine telefon etmiştim. Hem de geldiğimizi bildirmek için. Gönderdiği bir iki değil tam yedi taşıyıcıydı. Gelenlere kamyondaki eşyanın üçüncü kata taşınması gerektiğini ve bu iş için talep edecekleri ücreti sordum.

İstedikleri miktarı duyunca önce inanamadım. Gerçek mi şaka mı bu dedim. İstediğimiz paraya ancak taşırız deyince; geldikleri için teşekkür edip; kamyoncu ve muavine dönüp ben de yardımcı olacağımı ve eşyayı taşımaları teklifinde bulundum. Kabul ettiler ve birlikte eşyayı taşıdık. Gerçi yorulmuştuk ama yaptığımıza değmişti. Çünkü istedikleri para miktarı eşyayı Uşak’tan Germencik’e getiren kamyon parası kadardı. Maaşımın o tarihte 261 milyon olduğu düşünülürse istedikleri miktar tamı tamına 75 milyondu. Böylece Germencik’te ilk dersimi almıştım.

Bu sokağa ilk gelişimdi. Sokak ve evler; pencereler, kaldırımlar, araçlar ve yakıcı bir esinti. Dışarısı mı sıcak yoksa içerisi mi diye düşündük ilk günlerde. Öylesine sıcak vardı.

Çarşıya oldukça yakındı bulunduğumuz sokak. Yüksek, yer yer bozulmuş kaldırımıyla hafif yokuş bir sokak. Sokağın tam köşesinde sola dönüldüğünde Germencik Lisesi ve Şehit Cafer İlköğretim Okulu; lisenin karşısında hükümet binası ve yanında da İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü binası vardı. Sokak aralarında her biri elli-  yüz yaşında olan çam ağaçları sıra sıra diziliydi.

Okulların bulunduğu yerin anayola bakan tarafında el arabasına yerleştirdiği; kendi elleriyle yaptığı o nefis turşuyu satan turşucu ise gelen geçenlerin vazgeçemediği bir lezzeti tattırıyordu insanlara.

Sokağımızın az ilerisinde sağa dönüldüğünde genişçe bir alan vardı. Gerçi şimdilerde o alana birkaç katlı betonarme apartman yapıldığını duymuştum. İşte o zamanlar o boşluğun sol tarafında, iki katlı, düz damlı, önünde geniş sayılabilecek bir bahçesi olan evde oturuyordu Kenan amca. İki oğlundan büyük olanı yıllar sonra evlendirmiş, üst katı onlara vermişti. Dünya tatlısı bir de torunu olmuştu. Diğer oğlu ve eşiyle birlikte kendisi de alt katta oturuyor hala.

Ne zaman eşimle birlikte o tarafa gitsek mutlaka ak saçlı Kenan amcayı; koca Reisi, sıcak bir gülümseyiş ve kocaman bir sevecenlikle karşımızda bulurduk. Uzun yıllar kamyon şoförlüğü yaptıktan sonra Germencik’e yerleşmişti. Küçük oğlu ile oğlum aynı sınıfta ilkokula başlamışlardı. Tanışmamız bu vesileyle olmuştu. Her daim sorardı hocam nasılsın, bir isteğin, eksiğin var mı diye. Sağ olsun, sorması bile benim için önemliydi. Çünkü güvenebileceğim bir insan vardı artık.

Okuldan geldiğim zaman telefonu açar “hocam bu tarafa gel” derdi. “Biliyorum, yorgunsun ama gel yorgunluk çayını birlikte içelim, Emine ablan yeni demledi” derdi. Kenan amcayla zaman içinde baba oğul gibi olmuştuk. Öylesine sevgi dolu yüreğine alışmıştım ki. Germencik’ten ayrılmak çok zor oldu. Biliyordum ki geride kalan Koca Reis sohbet için beni arayacaktı.

Ankara’ya taşındıktan sonra uzun süre telefonla hal hatır sorduk. Sohbet ettik, dertleştik. Halen de konuşuruz, dertleşiriz uzaklarda olsak da.

Hey gidi Koca Reis. Ne vardı hastalanıp yatağa düşecek. Yapılır mıydı bu şimdi karda kışta, soğukta ayazda. Daha seninle oturup rakı içecek, sohbet edecektik. Olmadı be Koca Reis. Kendine dikkat et.