Türk
Üniversiteli Kadınlar Derneği (TÜKD) Genel Başkanı Nazan Moroğlu, 18 Kasım 2012
tarihinde yaptığı yazılı açıklamada; çocuk gelinler konusunda şunları
söylüyordu:
“TUİK verilerine
göre Türkiye’deki çocuk gelin sayısı 181 bini aştı. Kız çocuklarının
kendilerini koruyamayacak yaşta evlendirilmeleri, en temel insan hakkı olan
eğitim haklarının önündeki en büyük engeldir. Nüfusun yarısı olan kız çocukları
ve kadınların eğitim fırsatından yoksun kalması, ülkenin gelişmesini,
kalkınmasını ve demokratikleşmesini engelleyecektir.
Türk
Medeni Kanunu’na göre evlilik yaşı, 17 yaşını bitirme koşuluna bağlıdır.
Türk Ceza
Kanunu’na göre de resmi nikâh yapılmadan evlendirilme bir suçtur.
Çocuk
Hakları Sözleşmesi’ne göre de 18 yaşına kadar her insan çocuktur. Korumak ve
desteklemek gerekir.” (1)
Bu
bağlamda önemli bir saptama da durumun aileler tarafından ne şekilde
algılandığıyla ilgiliydi.
Kırsal
alan başta olmak üzere, 18 yaşından küçük kızını evlendirmek için, mahkemeye
dava açıp yaşını büyütmeye çalışan ailelerin sayısında da büyük bir artış
olduğu istatistik rakamlarından anlaşılıyordu.
Yani aileler
bırakın kız çocuğunun 18 yaşını doldurmasını; mahkeme kanalıyla yaşını büyütüp
bir an evvel evlendirmenin derdindeydi.
Bu
durumun açıklaması Doğu ve Güneydoğu’da ki çok çocuklu aileler için “ailede
bir boğazın azalması” şeklinde yapılıyordu.
Yaşanan
drama bakar mısınız?
18 yaşını
doldurmamış, çocuk yaştaki kız çocuklarının bir an evvel evlendirilmesi için
aileler mahkeme kanalıyla yaş büyütmenin telaşındalar.
Toplumumuzun kadına bakış açısını ele
alalım. Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta
sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ
kalıntısı bir kültür anlayışı içinde gidip gelmeler. Kaburga kırmalar, yüzlerde
morartılar, cinayetler. Bunun sonucunda oluşan dramlar ve sendromlar.
Görücü usulü ile evlenip, hem de erken
yaşta, anlaşamayan ve bir şekilde yaşamları zindan olanlar. Deyim yerinde ise
bileklerine aile çevresince kelepçe vurulanlar. Ve yaşamlarını dizayn ederken
istediği ile değil diğeri ile yaşamak zorunda kalanlar. Hırpalanan, ötelenen,
sevme ve sevebilme ihtimalini unutanlar.
Adıyaman’da ailesi tarafından iki yıl
önce zorla evlendirilen bir kız çocuğu “annemi, babamı, kardeşlerimi iki yıldır
görmüyorum, çok özledim” diyerek söze başlıyor. Küçük kız, kendisini
görmeye gelenlerden hangisinin “damat” olduğunu bilmeden
evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini
anlatıyor. Beş bine satılan çocuklardan biri o. Ya onun gibi yüzlercesi. Bu bir
“köle
pazarı mıdır” diye manşet atan gazete yanlış mıdır?
Bu ve benzeri yaşananlar, yaşanacak
olanlar, yaşanmış olanlar. Doğaldır ki insan dimağında yerlerini alacaktır,
almıştır, almaktadır.
Anadolu’nun dört bir yanında çağımızın
düşünsel ve yaşamsal yapısına uygun olmayan çığlıklar yükseliyor: “Kurtarın
beni”. Yaşanan olaylara, işlenen cinayetlere, aile içi şiddete
bakıldığında bu çığlıklara kulak tıkamak, duyarsız kalmak doğru değildir.
İnsanım diyen, erdemli olan, vicdanlı olan bu duruma kayıtsız kalamaz.
Tokat’ta eşi tarafından dövülen, arabadan atılan Hatice Erdemli devlet
korumasına alınması için polise başvuruyor, savcılığa dilekçe veriyor, Tokat
valiliğine durumu anlatıyor. Valilik Erdemli’yi koruma altına alacağına “Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı”na yönlendiriyor. Vakıf görevlileri “sizi
döven eşinizden boşanmadığınız için size yardımda bulunamıyoruz”
cevabını veriyor.
İyi de, Erdemli “benim karnımı doyurun”
demiyor ki. Başvurusu açık ve net “beni kurtarın, öldürülmek istemiyorum” diyor.
Koruma altına alınacağına Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfına gönderiliyor.
Dayakçı koca elini kolunu sallayarak geziyor. Hatice için tehlike oluşturuyor.
En azından kadının iddiası ve feryadı bu yönde. Çığlıkları bu yönde. Koruyun
beni diye bağırıyor. Yardım istiyor.
Sosyal devlet gereğini yapmıyor ya da
yapamıyor diyelim. Bu durumda Hatice
Erdemli ne yapmalı? Nereye başvurmalı?
Ölmekten korkuyor. Öldürülmekten korkuyor. Çareyi Devlet Baba’ya sığınmakta
buluyor. “beni kurtarın, öldürülmek istemiyorum” diye feryat ediyor.
Devlet Baba koruma altına alıp can
güvenliğini sağlaması gerekirken ya da en yakın “kadın sığınma evine”
göndermesi gerekirken Hatice Erdemli’ye yardımcı olmuyor ya da olamıyor.
Erdemli’nin çığlıkları ise kulaklardaki pası açmaya yetmiyor.
Erdemli’nin “Hiçbir önlem alınmadı. Ayşe
Paşalı gibi öldürülmek istemiyorum. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma
Şahin’e sesleniyorum. Beni kurtarın” sözleri uçup gidiyor. (2)
Diyarbakırlı Rojda Karagöz yaşı henüz
14 iken evlendirilir. Küçük bir kız çocuğu doğurmasına rağmen eşi ile
anlaşamaz. Aralarında şiddetli geçimsizlik başlar. Rojda eşini terk eder ve baba
evine döner. Baba evinde iken ana yüreği geride bıraktığı küçük kızının
hasretine fazla dayanamaz. Kızı İrem’i görmek ister.
İrem ile görüşmek için gittiği adreste
yüzüne kezzap atılır. (3) Rojda
21 yaşına gelmiştir. Tedavi gördüğü hastaneden taburcu edilir. Bu olay
sonucunda Diyarbakır valiliği Rojda’ya koruma tedbiri uygulanacağını açıklar.
Rojda yüzüne yediği kezzabın acısını ömür boyu unutamayacaktır. Ruhundaki
fırtınaları dindiremeyecektir belki de. Ancak koruma altına alınması onun yaşam
mücadelesinde önemli bir gelişmedir. İnsan haklarının yok sayıldığı bu gibi
durumlarda devletin şefkatli kollarını vatandaşlarına açması ve onları koruması
önemlidir.
Feodal yapının ve yöre kültürünün bir
sonucudur kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi.
Küçük kız çocukları hiç tanımadıkları
insanlara 4-5 bin liraya satılmaktadır.
“Köle Pazarı”nda satılan kölelerin dramına benzer
dram aynen devam etmektedir. Töre kültürünün egemen olduğu bir toplumda erken
yaşta satılan, başlık parası ve berdel karşılığı evlendirilen bu çocukların
bağımsız ve saygın olmaları düşünülebilir mi?
Çocukluk evrelerini tamamlayamadan,
erken yaşta kaldıramayacakları ağır bir yükün altına itilmeleri onların
psikolojik sorunlarla boğuşmalarına neden olmayacak mı?
Başlık parası, ekonomik güçsüzlük,
yoksulluk gibi nedenler kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesine neden
olmaktadır. Bu ise ilerde yaşanacak olan dramlara neden olacaktır ihtimaldir ki.
Bu çocukların çoğunluğu evliliğin ne
anlama geldiğinden bile bilmemektedir. Bu durumda İnsan sormadan edemiyor; “neden
fedakârlık hep kadınlara düşüyor?” diye.
Bir şekilde dul kalmış, kocasını terk
etmiş ya da terk edilmiş, kocası cezaevinde olan kadınların sorunları da
toplumun kanayan bir yarası. “Erkeksiz kadınlar” bir yandan geçim
sıkıntısı ile boğuşurken bir yandan da toplumsal yargılarla baş etmek zorunda.
O yargıların neler olduğu hepimizce bilinen bir olgudur maalesef.
Bir yandan baskı ve şiddet, diğer
yandan, yoksulluk ve ekonomik sorunlar kadının baş etmek zorunda olduğu
engellerdir. Örneğin sadece 2011 yılının ilk sekiz ayında Mersin’de yirmi
beş kadının öldürüldüğünü, otuz beş kadının intihar ettiğini üç yüz yirmi
kadının intihar teşebbüsünde bulunduğunu ‘Mersin Kadın Platformu’
araştırmasından öğreniyorsak durumun vahameti ve gelinen nokta
düşündürücü olmaz mı?
Ancak unutulmamalıdır ki toplumların
gelişmesinde, uygarlaşmasında kadınlara verilen önem etkendir. Kadınların
toplumun yaşamına, gelişmesine, iş hayatına katılımı modernleşmenin,
uygarlıkların mihenk taşıdır.
Kadınların iş hayatında yer almasını
sağlayan, kadınları ikinci sınıf vatandaş olarak görmekten kaçınan toplumlarda
ekonomik ve siyasal gelişmenin yanı sıra, eğitim, kültür, düşünce ve günlük
yaşamda görülen değişimler kadını önemsemeyen toplumlara göre ileri düzeydedir.
Kısacası siyasal, ekonomik, toplumsal
ve düşünsel alanlarda meydana gelen köklü değişikliklerde, toplumun
gelişmesinde kadınların özgürleşmeye başlamasının büyük rol oynadığını
görüyoruz.
Uygarlık, inanç, dil, yaşayış ve
kültürleri farklı toplumlarda kadına bakış açısı ve kadına yaklaşım benzer
özellikler gösteriyor. Şiddet ve kadını yönetme dürtüsü erkek egemen tüm
toplumlarda ortak sorun. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumlar
da kadın-erkek ilişkisi ya da kadına verilen önem analiz edildiğinde toplumun
geri kalmasında kadına yeterince önem verilmemesinin etken olduğunu görmek hiç
de şaşırtıcı bir durum değil.
Yıllar önce birebir yaşadığım bir olayı
anlatayım isterseniz:
Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini
giydirirken minibüs hızla yol alıyordu.
Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz
dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti
uzun süre.
Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir
ağaç ne bir canlı vardı.
Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları
yerin altına çekmişti.
Öylesine sessiz, öylesine dingindi
etraf.
Taşra kent, köy ya da kasabaları
ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye.
Kırsalın bu tamamen kendisine özgü
dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı
söz konusudur.
Amacımız ziyaret değildi.
Öğretmen olarak ilk görev yerine
gitmenin heyecanı vardı içimizde.
Büyük bir merakla minibüs şoförüne
arada bir soruyorduk “daha yolumuz çok mu ağabey”. Şoför
arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her
defasında.
Saatler geçiyor köy bir türlü
görünmüyordu.
Ufukta devasa görkemi ile dağların
dorukları ovaya bakıyordu.
Tilkinin bakır döktüğü topraklardı
buralar.
Her şey şaşırtıcıydı.
Meraklanmaya başlamıştık.
Nasıl bir köyde görev yapacağımızı,
kalacak yer bulup bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve
karakış acımasız yüzünü göstermeye başlamıştı.
Ve biz hiçbir kimseyi tanımıyorduk.
Bozkırda yağan karın altında, ayazda, acımasız
soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin ucunda.
Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır
zangır” vurduğunu hatırlıyorum.
Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve
yol kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için
parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk.
Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya,
hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı.
İki arkadaştık.
İkimizde aynı köyde
görevlendirilmiştik.
Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan
dumanları” deyince gösterdiği yöne odaklandı gözlerimiz.
Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu.
Hem de onlarcasında birden.
Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz
bir örtü ile kaplanmıştı.
Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin
aylarca kalın bir buz tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan
kar camı yalıyor, ben de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi
uzatıyordum.
İçimden bir ses “umudunu yitirme” diyordu
durmadan.
Islak bulutlar vardı gökyüzünde.
Uzaklardaki taş evler beyazlığın içinde
bir görünüp bir kayboluyordu.
Sırtını hafif meyilli bir yamaca
yaslamış köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini
rüzgârın gizemine bırakmıştı.
Minibüsten indiğimizde gideceğimiz
okulun yolunu soracak bir kimseye rastlamadık.
Minibüs uzaklaşmış, kalan yolcularını
bir başka köye götürüyordu.
Soğuktu ve üşüyorduk.
Epey bir bekleyiş sonrasında beyaz
saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna sıkıca sarılmış
bir adama sorduk gideceğimiz yeri.
Eliyle şapkasını hafif kaldırıp “aha
şurada” dedi, umarsız.
Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme
gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana
kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan durduk bir süre.
Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine
tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık.
Gittiğimiz yer bildiğimiz okul
binalarına benzemiyordu.
Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi.
Duvarlarının sıvaları dökülmüş, giriş
kapısı yer yer kırılmıştı.
Tam bir virane görünümünde idi.
Sonradan öğretmenler odasının damı
çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler de ölümden kıl payı kurtulacaktı.
Köy tahminimizden de büyüktü.
Evlerin arasında dışarıdan bakıldığında
tabelası olmayan bakkal dükkânları ve kahvehaneler vardı.
Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu
artık.
Geçen zaman içerisinde yeni köyümüze de
okulumuza alışmamız uzun sürmedi.
İlk günlerde çektiğimiz büyük
zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur ile çamur
deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla
yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur
yağdığında damlamasını çoktan unutmuştuk.
Aradan aylar geçti.
Kış gitmiş yerini bahara bırakmıştı.
Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak
açmaya başlamıştı.
Gölün maviliği çoktandır görünür
olmuştu.
Kışın o beyazlığından ve kar
esaretinden eser kalmamıştı.
Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine
monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı
bir masal gibi hatırımda halen.
Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını
gözümün önünde yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten
böyle olduklarına güçlükle inanıyorum.
Ama gerçekler geçmişin boğucu bir
halkası olarak devam ediyor hala.
Bir gün okul müdürümüz kardeşini köyde
nişanlamak istediğini söyledi.
Kızı babasından istemek için bizimde
beraberinde gitmemizi istiyordu.
Çaresiz kabul ettik.
Ama bir şartımız vardı.
Yörenin düğün geleneklerini ve kız
istemenin usullerini bilmediğimizi ve önceden açıklamasını istedik.
Gülerek kabul etti.
Kız evine gittiğimizde sıcak bir
şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli
yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı.
Penceresi evin üzerinde olan, tavanı
lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası. Zemin halı kaplı idi. Adam
yerdeki minderin üzerine oturdu.
Suratını asıp bize bakmaya başladı.
Gergin görünüyordu.
Bizde etrafına sıralanmıştık.
Kısa bir sohbetten sonra müdürümüz adama
kızını kendi kardeşi ile evlendirmek istediğini filan söyledi.
Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden
sonra baba kızını vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu.
Çeşitli beyanatlarda bulunuldu.
Adam,
asla bir babanın kızını isteği dışında evlendirmemesi gerektiğini söyledi.
Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin
açısından kolay bir durum olmadığını söyledi. Kadınlardan tek bir ses çıkmadı
konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular.
Gelenek
gereği elinde kahve tepsisi ile evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an
şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının
küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz
tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu.
Adamın söylediklerini düşündük bir an.
Okul müdürümüzün yüzüne baktık
sessizce, gözlerimizde “neden buradayız” pişmanlığı
okunuyordu.
Birbirimize acı birer tebessümle
baktık. Gözlerimizi yere indirdik.
Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz
arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk
sonradan.
Yıllar sonra bir şekilde karşılaştığım
bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan evlendirildiğini,
evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu kabullenmek zorunda
kaldığını söyledi. “ Küçük yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu
konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben
amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre
getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum, tek tesellim çocuklarımdı artık benim için.”
Yüreğim burkulmuştu bu duruma. Gerçi
aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü çoktan.
Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık
içinde olduğu anlaşılıyordu.
Eşini sevmeden başkalarının isteği ile
evlendirilmişti.
Benim de gözlerim dolmuştu bu duruma
dinleyince açıkçası.
İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam
ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin
kurbanlarından biri idi o da.
O bir çocuk gelindi çünkü.
Şimdi kırklı yaşlarda.
Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve
acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok.
Ne yazık ki küçük yaşta zorla
evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet,
yoksulluğun çaresizliği, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp satılması
kadının boğazında düğümlenip kalıyor.
Kuşaklararası devam eden kültür
anlayışının sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en
çok kadınlarla çocukları mağdur ediyor.
Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek
kadar büyümeden, daha çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin
getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında yaşlanmaktan
kurtulamıyor.
Okula giderken ya da sokakta oynarken,
kendinden habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir
adamın koynunda buluyor.
Yaşananları bir kader olarak algılayıp
çektiği acıları içine atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç
geçmiyor.
Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan
evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor.
Aksine tüm bölgelerde, çok az değişen
farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam ediyor.
Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı %
28.
Uçan Süpürge Derneği Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek
rakamın acilen tespit edilmesi gerektiğini kaydediyor.
Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük
kentlerde de olduğunu söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinlerin topluma olan etkisi ve
dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinlerin gerçek sayısının
belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor. Araştırma
sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu Bölgesi’nde var’
diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk gelin’ var. Hatta
büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim yukarıda yazdıklarım
ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Araştırma sırasında ensest ilişkiye de çok sık
rastladıklarına dikkat çekiyor Sevna Somuncuoğlu.
Açıklamasında “Türkiye’de ensest ilişkinin üzeri hiç açılmamış. Önemli olduğu gibi
üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor. Araştırma yaparken şunu gördük.
Türkiye’de ensest ilişki çok yaygın. ‘Çocuk gelinlerin de karşılaştığı ensestin
üzeri hep, birinci el tarafından kapatılıyor.” (4)
Acı ama mide bulandıran gerçeğin
varlığını araştırmaları sonrasında tüm açıklığı ile saptadıklarını belirtiyor
Somuncuoğlu.
Cehalet, toplum baskısı, gelenekler,
sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde
tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor.
Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız
“töre”
illetinden yakalarını kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar.
Evlatlarına değer biçip, onlar
üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar
çocukları daha da mağdur ediyor.
Erken ve zorla evlilik insan hakları ve
çocuk hakları ihlalidir.
Erken yaşta kendi rızası dışında ya da
büyüklerinin rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda
durmaktadır.
Bunun engellenmesi için toplumun
bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin verilmesi gerekir.
Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin
alınmasında yarar vardır.
TÜKD
Gaziantep Şube başkanı Sema Tatar’a
göre; “15 yaşında gelin, 16 yaşında anne, 17 yaşında mutsuz-umutsuz”
(5)
Kadınların
maruz kaldığı tek şey küçük yaşta evlendirilmeleri değil elbette.
Bozkurt
Güvenç ‘Kadın Sorunumuz’ makalesinde kadınlar yüzyıllarca “…Yöneticiler tarafından sömürülmüş, kurban
edilmiş, yazarlar ve filozoflarca dışlanmış, cadı olmakla suçlanmış,
yargılanmıştır. Tarihi sömürü, günümüzde tüketim ekonomisi ve güzellik
endüstrileriyle sürüyor…” (6) saptamasını yapıyor.
Kadınlara
yapılanlar bununla bitiyor mu?
Kadın
cinayetleri, töre illeti, cinsel tecavüz, kadın ticareti, kürtaj yasağı, kadına
şiddet, çocuk yaşta evlilik gibi çok çeşitli olaylar kadınların karabasanı
olarak görülmektedir.
Kadınları
çarşafa sokup kafes arkasına kapatmak da bir kısım ülkelerin gerçeğidir ne
yazık ki.
Afganistan’da,
Arap Yarımadası’nda ve bir kısım Kuzey Afrika ülkesinde.
Afganistan’da,
Yemen’de, Pakistan’da, Suudi Arabistan’da kadınlara yeterli özgürlükleri
verilmiyor.
Ülkemizde
siyasi, ekonomik, sosyal bakımdan kadına hak ettiği yeterli özgürlükler
veriliyor mu?
Lakin
kadınlarla ilgili gelişmelerdeki küresel süreçte çoğu ülkeden geri olmadığımız
gibi, bazılarından daha ileri durumda olduğumuzu da vurgulamak lazım.
Yıllar
öncesine bakıldığında, yani 5 Aralık 1934 tarihine bakıldığında kadınlar için
bir büyük hamlenin yapıldığını görürüz.
Önemli
olan bu hamlenin gereğinin kadınlarımız tarafından yerine getirilmesidir.
Yerine
getirilmeyen bir hak kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur.
Mustafa
Kemal Atatürk’ün teşviki sonucu T.B.M.M.’nde yapılan bazı yasa değişikliğiyle
Türk kadınına “seçme ve seçilme” hakkı verilmiştir.
Mustafa
Kemal bu vesileyle yaptığı konuşmada “ Bu karar Türk kadınına sosyal ve siyasî
hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında,
kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir…
Medeni memleketlerin birçoğunda kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının
elindedir ve onu selahiyat ve liyakat la kullanacaktır.””
Lakin
aradan geçen 78 yıla rağmen Türk kadını bunu 21. Yüzyıl Türkiye’sinde “selahiyat”
ve “liyakat”
la kullanabiliyor mu?
Kullanıp kullanmadığını
Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının
verilmesinin 78. Yıldönümü nedeniyle yayımladığı mesajında söyledikleriyle
cevaplayalım isterseniz.
Erdoğan
mesajında “ Kadınlarımız on yıllar boyunca, geri planda tutulmuş, gölgede
bırakılmış, adeta siyasetten tecrit edilmiştir. Hukuki zeminde hiçbir engel
olmamasına rağmen, kadınlarımızın siyasetteki ağırlığı yok mesabesinde olmuş,
temsildeki adalet bakımından, çağdaş ülkelerdeki seviyelerin gerisinde kalınmıştır”
demektedir. (7)
Türk
kadınının gelinen noktada siyasetteki durumu ülkemiz Başbakanı tarafından bu
şekilde dile getirilmektedir.
Kadınlarımız
kendilerine verilen hakları kendisi elde etmelidir.
Bunu
başarmak için bilgi ve kültürle, faziletle donanmasını bilmelidir.
Kendileriyle
ilgili hakları elde etme ve ülke yönetiminde söz sahibi olma ancak siyasetle
mümkün olacaktır.
Diğer
yandan gerek sosyal ve gerekse ekonomik kazanımlarına sahip çıkmalı; çalışma
hayatında aktif olmalı, ekonomik yaşamda hak ettiği konuma yükselmelidir. Bu
ancak kadınların kendi çabalarıyla gerçekleşebilir.
Ülkemiz
kadınlarının siyasetteki durumları kısaca budur.
Kadının
günlük yaşamına dair olması gereken ile yaşamın gerçekleri maalesef zaman zaman
çelişmekte, istenmeyen durumlar meydana gelmektedir.
Örnek mi?
İşlenen
kadın cinayetlerinin sayısının giderek artması. İşlenen cinayetlerin başında “yüzde
29 ile boşanma, reddetme, ayrılık”
(7) geliyor. Kadınlar en çok kocaları ve eski kocaları tarafından
katlediliyor.
“Kadın Cinayetlerini
Durduracağız Platformu” ‘nun verilerine göre 2012 yılının ilk altı
ayında 93 kadın cinayete kurban gitti. (7) Bu rakama sadece medyada yer alan
kadın cinayetleri haberlerinden yola çıkılarak ulaşıldı. Aslında medyaya
yansımayan kadın cinayetlerini de hesaba katarsak rakamın yüzde 93’ün üzerinde
olduğunu görürüz.
Bu
bilanço kadın cinayetlerinin önüne geçilmesi için alınan önlemlerin, sığınma
evlerinin yeterli olmadığını gösteriyor. Çünkü aynı Platform’un verilerine göre
öldürülen kadınların yüzde 37.5’i sığınma evlerinde koruma altındayken
öldürüldü. (7).
Açıklanan
veriler durumun vahametini göstermektedir.
Öldürülenlerin
bir kısmı ne yazık ki küçük yaşta evlendirilen “çocuk gelin” ler dir.
Bunlardan
biri cesedi bulunmasın diye öldürüldükten sonra golf sahasına gömülen 14
yaşındaki Arzu Özmen ‘dir. Yine 19 yaşındaki Tuğba Genç sevgilisi
tarafından öldürüldü. Öldürülme gerekçesi olarak genç kadının “kürtaj”
olması gösterildi. 13 yaşında evlendirilen 19 yaşındaki Mahmure Karakuş kocası
tarafından saatlerce dövüldükten sonra bıçaklanarak katledildi.
En son
Van’da öğretmenlik yapan Gülşah Aktürk’ ün öldürülmesine
şahit olduk.
Dip Not:
(3)http://www.sondakika.com/haber-bosanmak-isteyen-rojda-ya-kezzap-3048672/(10
Ekim 2011)
(6) B.
Güvenç, 25.11.2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
(7) 6
Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.