27 Aralık 2012 Perşembe

ANA YÜREĞİ



 Hızla şoförün yanına yaklaştı. Acıdan morarmış dudaklarını diliyle ıslattı. Sonra etrafına ürkek bir bakış attı. Bekleme salonunda hastalarını bekleyen birkaç adam vardı. Onlarda yorgunluktan olacak, kendilerini sandalyelere külçe gibi bırakmış, uyuklamamak için çaba sarf ediyorlardı. Bekleme salonu dar uzun, genişçe bir yerdi. Duvarların boyaları eskimiş, elektrik düğmelerinin etrafı siyahlaşmıştı. Yer parke döşeliydi. Kapı kolları eskimiş, kapıları kapatmak için güç sarf etmek gerekiyordu.
Şoföre:
“Oğul oğul” dedi feryat edercesine; “oğul doktor ne dedi?” diye sordu.
Şoför nasıl cevap vereceğini düşünürken, bir yandan da yorgunluktan ve ağlamaktan ayakta durmakta zorlanan anayı kolundan tutup dışarı çıkardı. Çiğnenmiş, seyrek otlarla kaplı toprak parçasının az ilerisinde, iri kaldırım taşlarıyla döşeli, oturma banklarının bulunduğu yere götürdü. Etraf sessizdi. Gece karanlığını aydınlatan sokak lambasının izbe ışığında yüzleri zor seçiliyordu. Şoför ufak tefek, kara kuru, kavruk yüzlü, siyah saçlı, gaga burunlu, siyah gözlüydü. Üzerinde rengi solmuş bir ceket, yakası yıpranmış bir gömlek vardı. Pantolonu kısaydı. Ayak bilekleri ve çorabı görünüyordu. Ayaklarında soğuksu marka lastik bir ayakkabı vardı.
Ana yüksek bir sesle:
“Oğul doktor ne dedi?” diyerek sorusunu tekrar etti.
Şoför feryat eden anayı duymamışçasına uzun bir süre susarak dikkatlice etrafına bakındı. Etrafındaki her şeyi ilk defa fark ediyor gibi gözbebekleri büyüdü, yüzü durgunlaştı, bakışları sertleşti.
Gecenin ayazında, kısık gözleriyle “nereden başlasam” dercesine etrafına bakınıyordu. Tüm vücudu zelzeleye tutulmuş gibi titriyordu.
Ana durmadan “ nedir bu? Nedir bu başımıza gelenler! “ diye acı acı inliyor, göğsünü yumrukluyor, hıçkırarak ağlıyordu.
“Namussuz alçak adamlar, kendileri gibi bizi de mahvettiler. Allahınızdan bulursunuz inşallah tez zamanda”. Fare kılıklılar, hamamböceği suratlılar” diye sızlanıyordu.
Şoför ananın yüzüne acı dolu bir bakış fırlattı. Kızarmış alnında biriken teri eliyle sildi. Gecenin ayazına rağmen boncuk boncuk terlemişti. Dudaklarını uzatarak yavaş lakin hınçla konuşmaya başladı: “ Hayatın kime ne hazırladığını ne yazık ki, önceden bilemiyoruz. Ben bu olan bitenleri gördükçe, bu dünyada aradığımı bulamadığımı söylemeliyim. Huzuru bulamadım. Anlayış ve hoşgörüyü bulamadım. Yardımlaşmayı bulamadım. Aksine insanların birbirleriyle sürekli savaşıyor olduğunu gördüm. İnsanlar haklının değil, güçlünün yanında yer almaktalar. Fakat yine de umudumu yitirmek istemiyorum.”
Ana şoförün söylediklerini can kulağıyla dinliyor, lakin sorduğu soruya cevap verilmediğini görünce hıçkırıkları artıyordu. Oğluna ne olmuştu? Yaşıyor muydu? Doktor kendisini değil de neden şoförü yanına çağırıp bir şeyler söylemişti. Oğul kendi oğluydu. Söylenecek bir şey varsa kendisine söylenmeli değil miydi? Yoksa kendisi kadın olduğu için mi şoföre söylenmişti? Yok değilse perişan haline bakıp söylenenleri anlamaz ya da söylenenlere dayanamaz diye mi düşünülmüştü?
Sorgulayan gözlerle bir kez daha “Oğul doktor ne dedi?” diye sordu.
Gözleri nemlenen şoför seyrek otlarla kaplı toprak parçasının az ilerisindeki banka külçe gibi yığıldı.

26 Aralık 2012 Çarşamba

KEŞKE




Keşke gerçek olsaydı
Yakamozun ışıltısı gözlerinde,
Keşke üşümeseydi toprak
Yağmur olsaydı tüm hayalimde…


H.GÜZEL

BİR TEMMUZ SABAHINDA




BİR TEMMUZ SABAHINDA
GÖKTEN GÜNEŞ YAĞIYORDU
SICAKTI…
HAVA SICAKTI…
TOPRAK SICAKTI…
O GÜZEL YÜREKLİ KADIN
BAŞINI KOYACAK BİR OMUZ ARIYORDU,
TÜM AKASYALAR PENCEREMDE
ACIYA VE SEVGİYE ŞAHİT OLURKEN
SARI SENDİN…
MAVİ SENDİN…
YEŞİL SENDİN…
GÜNEŞ SENDİN…
KANAT ÇIRPARKEN ÖZGÜRCE KUŞLAR
GÖZYAŞLARIN YÜREĞİME AKIYORDU
SONSUZLUĞUNDA HİÇLİĞİN
BİR TEMMUZ SABAHINDA
HATIRLIYOR MUSUN?

H. GÜZEL

19 Aralık 2012 Çarşamba

NE İSTANBUL HAYAT NE DE HAYAT İSTANBUL



Uzaklardan gelip İstanbul’un varoşlarında evlerini kuran, boğazın mavi sularını mesken tutmuş “Kız Kulesi”ni uzaktan seyreden “her şeye aç, her şeye uzaktan bakan” gecekondu mahallelerinden biri.
Her hakkı kendinde gören “erkeklerle”, kocalarının korkusundan “sokağa” adım atamayan kadınların egemenliğinde yaşanan bir ortam.
Kurmacanın “sahteliğinde” çamura bulanmış gözleri ile beyni arasında iletişimi “zafer” olarak algılayıp; “gecekondu folklorunu”, büyük kente göçün sonucu bir kenara atan, “bıçkın” delikanlılığı Beyoğlu’nun loş sokaklarında kaldırıma atılmış bir masada arayan, mahallenin tozlu yollarına yarı sarhoş dönenlerin epeydir yadırganmadığı bir şehir.
Özgürlüğün ve samimiyetin asıl ölçüsünün kurmaca yaşanmış yaşamlarda aranması “sefil bir hal alırken; sanatın ve sanatçının yurdu olmayı sürdüren bir İstanbul.
Yüzyıllar öncesinden 21. Yüzyılın başlangıcına yaşam “kaygısı”nı unutmadan sanat erbabı için “bitimsiz” kaynak olmaya devam etmiştir.
Osmanlının hizmetine girmeden çok evvel “tarihi yarımada”dan “Haliç’e” oradan Kadıköy taraflarına; su kemerleri, sarnıçları, sarayları ve inanç merkezlerini yaratıcılığın her biçimiyle bünyesinde harmanlamıştır.
Orhan Veli ve Sait Faik’in İstanbul’u.
Müzeleri, galerileri, atölyeleri, tiyatro ve sanat okulları, kültür-sanat organizasyonlarıyla izleyenlere eşsiz manzaralar sunan mekânlarından; barındırdığı devasa insan varlığı yeterince haberdar mıdır?
Bu soruyu bana sorduran Nurten Demirel’in bloğunda yazdığı “İstanbul Hatırası” yazısında “Şehir Tiyatroları”nın “Kerem Yılmazer” sahnesinde Tarık Şerbetçioğlu’nun yazıp yönettiği “İstanbul Hatırası” yazısına yazdığım yorumun bir bölümünde : “Tiyatroya gidebilme şansını yakalamak ne güzel. Sesleri duyabilmek, olabildiğince özgürce şarkıları dinlemek. Kim bilir, belki bir gün, tiyatro bizim buralara da uğrar. Gerçi pek sanmıyorum ama”  serzenişinde bulunuşumdur.
Sağ olsun kırmayıp cevap vermiş. Cevabında şunları yazıyor: “Şehir tiyatrolarının sizin oraya en yakın sanırım Kâğıthane sahnesi var. Ama o da uzak gelebilir. İnşallah bir sahne daha açarlar oralara yakın. Hem uygun fiyat hem kalite var. Çok keyifli oluyor.”
Sanat ve sanatçının içinde bulunduğu durum ortadayken Nurten Hanımın bu güzel dileği insanı gülümsetiyor. Sanatın özgürce icra edildiği sahnelerin artmasını da o gülümseyişte duyumsuyor insan.
“Sizin oralar” dediği sanılmasın ki çok uzak bir yer. Göztepe “Uzunçayır” metrobüs durağından binildiğinde “Zincirlikuyu” aktarmasından sonra birkaç durak sonrasında gelinen “Ataköy” metro istasyonu durağı.
Ataköy, Bahçelievler, Yenibosna, Halkalı ve Küçükçekmece’nin yanı sıra Bağcılar ve Avcılar yerleşimlerinin kesiştiği bir bölge. Trafiğin günün her saatinde durma noktasında seyrettiği yüz binleri barındıran yerleşimler.
Lakin sanat ve sanatçısından yoksun; bu bakımdan “varoş” özelliğini yitirmemiş sokaklar.
Sokaklarında erkek kadın sokak satıcılarının gün boyu tezgâhlarının başında vitrin camlarının neon ışıklarına inat can bulmaya çalıştığı mekânlar. Sanat ve sanatçı kimin aklına gelir ki, ekmek kavgasından arta kalan zamanda.

16 Aralık 2012 Pazar

BAŞARAMAYACAKLAR







Basın yayın organlarında asparagas haberlere rastlamak şaşırtıcı olmuyor artık. Yetkili kuruluşların açıklamasında da bu durumdan ve bilgi kirliliğinden şikâyet ediliyor. Basının kendi kendini kontrol etmesi güvenilirliğinin garantisidir.
Ne var ki haber doğru verildiğinde bilgilendirici olduğu gibi yanlış verildiğinde de o denli aldatıcı olmaktadır.
Demokrasi ile yönetilen ve hukukun üstünlüğünü kabul etmiş toplumlarda yargı kararı olmadan tutuklansa bile hiç kimsenin suçlu kabul edilemeyeceği kabul edilmiştir. 
Fakat bu gerçeği dikkate alma gereği duymadan yargısız infazla, yargı kararı olmadan insanlar suçlu ilan edilmekte, gözaltına alınanlar suçluymuş gibi lanse edilmektedir.
Oysaki bu yaklaşımı bırakıp ilgilinin suçluluğuna yargının karar vermesini beklemek doğru olan değil midir?
Gazetelerin görevi “olması gerekeni değil olanı” yazmak ve toplumu bilgilendirmektir. İddianameleri çarşaf çarşaf yayınlayıp kendilerine göre yorum yapmak, insanları suçlu ilan etmek basının görevi midir?
Televizyon ve gazete yöneticilerinin habercilikte düşünce üretmeleri; yalan ve gerçek dışı haberlerle meşgul edilmeyen bir ortam için kafa yormaları gerekir.
Gerçek dışı haber üretmenin toplumu yanlış bilgilendirmenin kimseye faydası yoktur.
Verilen haberlerin bütünsellik içinde ele alınması ve okuyucuya yansıtılması gerekir.
Doğruluğu teyit edilmemiş haberlerle kamuoyu meşgul edilmemelidir.
Televizyonların açık oturumlarına çıkan bir kısım zat-ı muhteremin düşünce ve ifade özgürlüğünün arkasına sığınarak yakın tarihimizin gerçeklerini ve kazanımlarını çarpıtmalarını ibretle izliyoruz. 
Ve yine bir kısım basın yayın organının köşelerinde yazılanları okudukça şaşkınlığımızı üzerimizden atamıyoruz. Ve soruyoruz bu zevatın içine sindiremediği nedir?
Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Cumhuriyet rejiminin kazanımlarından ve devrimlerden neden bu kadar şikâyetçiler?
Halkı yoksulluğa itilmiş, silahları elinden alınıp savunmasız bırakılmış, toprakları işgal edilip yok edilmeye çalışılmış olan Türk Milletinin bağımsızlığına kavuşmasını verdiği kurtuluş mücadelesi ile sağlamış olan Mustafa Kemal’i “ beş yıl aynı yerde oturmadığı” gerekçesi ile meclis dışında tutmak ve milletvekilliğini önlemek için uğraştılar başaramadılar.
Kurtuluş Savaşı öncesinde de görevden uzaklaştırmak ve etkisiz kılmak için uğraştılar yine başaramadılar.
O, ülkesinin ve milletinin bağımsızlığı ve özgürlüğü için var olan engelleri bir bir aştı, şaşırdılar.
Şaşkınlıkları halen devam etmekte ki açık oturumlarda ve yazdıkları yazılarda, gerçek dışı bilgilere yer vermekteler.
Lâik Cumhuriyetin gerçek aydınlarını 12 Martlarla, 12 Eylüllerle zindanlara doldurdular yetmedi.
Atatürkçüler ve çağdaş yaşamı savunan aydınlar yıllardır bedel ödemekte.
Ancak yine başaramayacaklar.
Aydınlanmacı düşünceye kelepçe vuramayacaklar.
Gazete ve televizyonlarında gerçekleri saptırmaya, halkın kafasını yalan yanlış bilgilerle doldurmaya çalışanlar amaçlarına ulaşamayacaklar.

13 Aralık 2012 Perşembe

YAĞMURLU BİR GÜNDE…!





Protagoras’ın bir sözü dikkatimi çekti kitapları karıştırırken.
“İnsan her şeyin ölçüsüdür”.
Bir gerçeği dile getirmiş yüzyıllar öncesinde Protagoras. Kaldı ki eski Yunan felsefesinin özüdür insan. Her şey insan içindir. Sonsuz bir dünyada, sınırlı bir yaşamda başka neye bel bağlayabiliriz geleceğimiz, yaşamımız için.
Oturduğum ev ana caddeye on metre ya var ya yok. Her gün öğleye doğru, kimi zaman sonraki saatlerde, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek almak için çıkarım sokağa, oradan da caddeye.
Korna sesleri cadde boyunca sağlı sollu yürüyen insan kalabalığına karışır. Sokak satıcıları köşe başlarını tutmuştur çoktan. Açtıkları küçük tezgâhlarda o günkü ekmek parasını çıkarmanın telaşındadırlar.
Havanın soğuk olmasına aldırmadan iş yerinin kapısını sonuna kadar açık bırakan esnaf gelecek müşteriyi bekler ellerini nefesiyle ısıtarak. AVM’lerin önlerinde kadınların sebze meyve seçme çabaları alışıldık manzaradır artık çoğu kez.
Beni huzursuz kılan, içimi acıtan görüntüye ise her gün rastlamak sıradanlaştı artık.
Çoğu yaşlı. Giysileri eski lakin temiz. Ayaklarına kat kat çorap geçirmişler üşümemek için.
Bazen caddeye çıkar çıkmaz kıyıda köşede görürüm onları. Bazen Metrobüs durağına yakın köprünün üzerinde ya da yanında.
Yağmurlu havalarda ıslanmamak için saçak altlarına sığınırlar ya da vitrin camlarının yağmur almayan yerlerine. Sıklıkla binaların kuytuluklarındadırlar yağmurdan korunmak için. O an sımsıkı sarılırlar üstlerinde kışa dair ne varsa artık. Bu sırada ellerini ısıtırlar nefesleriyle.
Çünkü çok çaba sarf etmelerine rağmen ellerinin üşümesini bir türlü önleyemezler yağmurun durduğu anlarda. O yaşta, yağmura, soğuğa karşı sıcak bir ortamda bulunmaları gerekirken.
Son günlerde daha bir sıklıkla görür oldum onları. Havalar soğudu ondan mıdır çevrede çoğalmaları. Uzak yerlere gidememeleri.
Açtıkları avuçlarına konacak birkaç kuruş ile belki torunlarına bir çikolata, bir sıcak ekmek alacaklar akşam hava karardığında eve giderken. Belki geceleri üşümemek için biraz odun biraz kömür kim bilir. Belki de evde, gün batımında, gelmelerini bekleyen yorgana sarılmış bir ihtiyardır, ömürleri birlikte geçmiş.
İçimi burkan görüntülerin yok olmasını o kadar isterdim ki.
Ne güzel demiş “ İnsan her şeyin ölçüsüdür” diye düşünür zamanında. Her şey insanı sevmekle başlar. Bir insanı sevmekse giderek bütün insanlara yönelmek değil midir?
Adaletsiz bir dünyada sevgi olur mu peki?
Olmaz elbet.
Adalet kurulacaksa insan odaklı olmalı, sevgiyle kurulmalı. Tüm insanları sevgi ortamında yaşatmalı, var etmeli.
İnsan olmak, sorumluluk yanında onurla yoğrulmuş bir görev değil midir?
Günlük rızkını çıkarmak için sabahın ayazında yola çıkan, gerçek ihtiyaç sahibi, yaşlı insanlarımıza el açtırmamak için bilinçli olmalıyız, sorumluluklarımızı bilmeliyiz.
Lakin bu kolay ve ucuz bir iş değil.
Yaşam koşulları zorlasa da insanı, sımsıkı sarılmalı insan sevgisine. Sahip çıkmalı ekmek kavgasına. Fakat çıkınımızda eleştiriyi eksik etmeden yapmalı bunu.



11 Aralık 2012 Salı

EVLENMEK İÇİN DAHA ÇOK KÜÇÜKLER: ÇOCUK GELİNLER




Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği (TÜKD) Genel Başkanı Nazan Moroğlu, 18 Kasım 2012 tarihinde yaptığı yazılı açıklamada; çocuk gelinler konusunda şunları söylüyordu:
“TUİK verilerine göre Türkiye’deki çocuk gelin sayısı 181 bini aştı. Kız çocuklarının kendilerini koruyamayacak yaşta evlendirilmeleri, en temel insan hakkı olan eğitim haklarının önündeki en büyük engeldir. Nüfusun yarısı olan kız çocukları ve kadınların eğitim fırsatından yoksun kalması, ülkenin gelişmesini, kalkınmasını ve demokratikleşmesini engelleyecektir.
Türk Medeni Kanunu’na göre evlilik yaşı, 17 yaşını bitirme koşuluna bağlıdır.
Türk Ceza Kanunu’na göre de resmi nikâh yapılmadan evlendirilme bir suçtur.
Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre de 18 yaşına kadar her insan çocuktur. Korumak ve desteklemek gerekir.” (1)
Bu bağlamda önemli bir saptama da durumun aileler tarafından ne şekilde algılandığıyla ilgiliydi.
Kırsal alan başta olmak üzere, 18 yaşından küçük kızını evlendirmek için, mahkemeye dava açıp yaşını büyütmeye çalışan ailelerin sayısında da büyük bir artış olduğu istatistik rakamlarından anlaşılıyordu.
Yani aileler bırakın kız çocuğunun 18 yaşını doldurmasını; mahkeme kanalıyla yaşını büyütüp bir an evvel evlendirmenin derdindeydi.
Bu durumun açıklaması Doğu ve Güneydoğu’da ki çok çocuklu aileler için “ailede bir boğazın azalması” şeklinde yapılıyordu.
Yaşanan drama bakar mısınız?
18 yaşını doldurmamış, çocuk yaştaki kız çocuklarının bir an evvel evlendirilmesi için aileler mahkeme kanalıyla yaş büyütmenin telaşındalar.
Toplumumuzun kadına bakış açısını ele alalım. Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen ortaçağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde gidip gelmeler. Kaburga kırmalar, yüzlerde morartılar, cinayetler. Bunun sonucunda oluşan dramlar ve sendromlar.
Görücü usulü ile evlenip, hem de erken yaşta, anlaşamayan ve bir şekilde yaşamları zindan olanlar. Deyim yerinde ise bileklerine aile çevresince kelepçe vurulanlar. Ve yaşamlarını dizayn ederken istediği ile değil diğeri ile yaşamak zorunda kalanlar. Hırpalanan, ötelenen, sevme ve sevebilme ihtimalini unutanlar.
Adıyaman’da ailesi tarafından iki yıl önce zorla evlendirilen bir kız çocuğu “annemi, babamı, kardeşlerimi iki yıldır görmüyorum, çok özledim” diyerek söze başlıyor. Küçük kız, kendisini görmeye gelenlerden hangisinin “damat” olduğunu bilmeden evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini anlatıyor. Beş bine satılan çocuklardan biri o. Ya onun gibi yüzlercesi. Bu bir “köle pazarı mıdır” diye manşet atan gazete yanlış mıdır?
Bu ve benzeri yaşananlar, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanlar. Doğaldır ki insan dimağında yerlerini alacaktır, almıştır, almaktadır.
Anadolu’nun dört bir yanında çağımızın düşünsel ve yaşamsal yapısına uygun olmayan çığlıklar yükseliyor: “Kurtarın beni”. Yaşanan olaylara, işlenen cinayetlere, aile içi şiddete bakıldığında bu çığlıklara kulak tıkamak, duyarsız kalmak doğru değildir. İnsanım diyen, erdemli olan, vicdanlı olan bu duruma kayıtsız kalamaz.
Tokat’ta eşi tarafından dövülen,  arabadan atılan Hatice Erdemli devlet korumasına alınması için polise başvuruyor, savcılığa dilekçe veriyor, Tokat valiliğine durumu anlatıyor. Valilik Erdemli’yi koruma altına alacağına “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı”na yönlendiriyor. Vakıf görevlileri “sizi döven eşinizden boşanmadığınız için size yardımda bulunamıyoruz” cevabını veriyor.
İyi de, Erdemli “benim karnımı doyurun” demiyor ki. Başvurusu açık ve net “beni kurtarın, öldürülmek istemiyorum” diyor. Koruma altına alınacağına Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfına gönderiliyor. Dayakçı koca elini kolunu sallayarak geziyor. Hatice için tehlike oluşturuyor. En azından kadının iddiası ve feryadı bu yönde. Çığlıkları bu yönde. Koruyun beni diye bağırıyor. Yardım istiyor.
Sosyal devlet gereğini yapmıyor ya da yapamıyor diyelim.  Bu durumda Hatice Erdemli ne yapmalı? Nereye başvurmalı?  Ölmekten korkuyor. Öldürülmekten korkuyor. Çareyi Devlet Baba’ya sığınmakta buluyor. “beni kurtarın, öldürülmek istemiyorum” diye feryat ediyor.
Devlet Baba koruma altına alıp can güvenliğini sağlaması gerekirken ya da en yakın “kadın sığınma evine” göndermesi gerekirken Hatice Erdemli’ye yardımcı olmuyor ya da olamıyor. Erdemli’nin çığlıkları ise kulaklardaki pası açmaya yetmiyor.
Erdemli’nin “Hiçbir önlem alınmadı. Ayşe Paşalı gibi öldürülmek istemiyorum. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’e sesleniyorum. Beni kurtarın” sözleri uçup gidiyor. (2)
Diyarbakırlı Rojda Karagöz yaşı henüz 14 iken evlendirilir. Küçük bir kız çocuğu doğurmasına rağmen eşi ile anlaşamaz. Aralarında şiddetli geçimsizlik başlar. Rojda eşini terk eder ve baba evine döner. Baba evinde iken ana yüreği geride bıraktığı küçük kızının hasretine fazla dayanamaz. Kızı İrem’i görmek ister.
İrem ile görüşmek için gittiği adreste yüzüne kezzap atılır. (3) Rojda 21 yaşına gelmiştir. Tedavi gördüğü hastaneden taburcu edilir. Bu olay sonucunda Diyarbakır valiliği Rojda’ya koruma tedbiri uygulanacağını açıklar. Rojda yüzüne yediği kezzabın acısını ömür boyu unutamayacaktır. Ruhundaki fırtınaları dindiremeyecektir belki de. Ancak koruma altına alınması onun yaşam mücadelesinde önemli bir gelişmedir. İnsan haklarının yok sayıldığı bu gibi durumlarda devletin şefkatli kollarını vatandaşlarına açması ve onları koruması önemlidir.
Feodal yapının ve yöre kültürünün bir sonucudur kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi.
Küçük kız çocukları hiç tanımadıkları insanlara 4-5 bin liraya satılmaktadır.
“Köle Pazarı”nda satılan kölelerin dramına benzer dram aynen devam etmektedir. Töre kültürünün egemen olduğu bir toplumda erken yaşta satılan, başlık parası ve berdel karşılığı evlendirilen bu çocukların bağımsız ve saygın olmaları düşünülebilir mi?
Çocukluk evrelerini tamamlayamadan, erken yaşta kaldıramayacakları ağır bir yükün altına itilmeleri onların psikolojik sorunlarla boğuşmalarına neden olmayacak mı?
Başlık parası, ekonomik güçsüzlük, yoksulluk gibi nedenler kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesine neden olmaktadır. Bu ise ilerde yaşanacak olan dramlara neden olacaktır ihtimaldir ki.
Bu çocukların çoğunluğu evliliğin ne anlama geldiğinden bile bilmemektedir. Bu durumda İnsan sormadan edemiyor; “neden fedakârlık hep kadınlara düşüyor?” diye.
Bir şekilde dul kalmış, kocasını terk etmiş ya da terk edilmiş, kocası cezaevinde olan kadınların sorunları da toplumun kanayan bir yarası. “Erkeksiz kadınlar” bir yandan geçim sıkıntısı ile boğuşurken bir yandan da toplumsal yargılarla baş etmek zorunda. O yargıların neler olduğu hepimizce bilinen bir olgudur maalesef.
Bir yandan baskı ve şiddet, diğer yandan, yoksulluk ve ekonomik sorunlar kadının baş etmek zorunda olduğu engellerdir. Örneğin sadece 2011 yılının ilk sekiz ayında Mersin’de yirmi beş kadının öldürüldüğünü, otuz beş kadının intihar ettiğini üç yüz yirmi kadının intihar teşebbüsünde bulunduğunu ‘Mersin Kadın Platformu’ araştırmasından öğreniyorsak durumun vahameti ve gelinen nokta düşündürücü olmaz mı?
Ancak unutulmamalıdır ki toplumların gelişmesinde, uygarlaşmasında kadınlara verilen önem etkendir. Kadınların toplumun yaşamına, gelişmesine, iş hayatına katılımı modernleşmenin, uygarlıkların mihenk taşıdır.
Kadınların iş hayatında yer almasını sağlayan, kadınları ikinci sınıf vatandaş olarak görmekten kaçınan toplumlarda ekonomik ve siyasal gelişmenin yanı sıra, eğitim, kültür, düşünce ve günlük yaşamda görülen değişimler kadını önemsemeyen toplumlara göre ileri düzeydedir.
Kısacası siyasal, ekonomik, toplumsal ve düşünsel alanlarda meydana gelen köklü değişikliklerde, toplumun gelişmesinde kadınların özgürleşmeye başlamasının büyük rol oynadığını görüyoruz.
Uygarlık, inanç, dil, yaşayış ve kültürleri farklı toplumlarda kadına bakış açısı ve kadına yaklaşım benzer özellikler gösteriyor. Şiddet ve kadını yönetme dürtüsü erkek egemen tüm toplumlarda ortak sorun. Az gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumlar da kadın-erkek ilişkisi ya da kadına verilen önem analiz edildiğinde toplumun geri kalmasında kadına yeterince önem verilmemesinin etken olduğunu görmek hiç de şaşırtıcı bir durum değil.
Yıllar önce birebir yaşadığım bir olayı anlatayım isterseniz:
Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu.
Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre. 
Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı.
Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti.
Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf.
Taşra kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye.
Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.
Amacımız ziyaret değildi.
Öğretmen olarak ilk görev yerine gitmenin heyecanı vardı içimizde.
Büyük bir merakla minibüs şoförüne arada bir soruyorduk “daha yolumuz çok mu ağabey”. Şoför arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her defasında.
Saatler geçiyor köy bir türlü görünmüyordu.
Ufukta devasa görkemi ile dağların dorukları ovaya bakıyordu.
Tilkinin bakır döktüğü topraklardı buralar.
 Her şey şaşırtıcıydı.
 Meraklanmaya başlamıştık.
Nasıl bir köyde görev yapacağımızı, kalacak yer bulup bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve karakış acımasız yüzünü göstermeye başlamıştı.
Ve biz hiçbir kimseyi tanımıyorduk.
 Bozkırda yağan karın altında, ayazda, acımasız soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin ucunda.
Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır zangır” vurduğunu hatırlıyorum.
Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve yol kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk.
Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya, hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı.
İki arkadaştık.
İkimizde aynı köyde görevlendirilmiştik.
Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan dumanları” deyince gösterdiği yöne odaklandı gözlerimiz.
Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu.
Hem de onlarcasında birden.
Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz bir örtü ile kaplanmıştı.
Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin aylarca kalın bir buz tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan kar camı yalıyor, ben de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi uzatıyordum.
İçimden bir ses “umudunu yitirme” diyordu durmadan.
Islak bulutlar vardı gökyüzünde.
Uzaklardaki taş evler beyazlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu.
Sırtını hafif meyilli bir yamaca yaslamış köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini rüzgârın gizemine bırakmıştı.
Minibüsten indiğimizde gideceğimiz okulun yolunu soracak bir kimseye rastlamadık.
Minibüs uzaklaşmış, kalan yolcularını bir başka köye götürüyordu.
Soğuktu ve üşüyorduk.
Epey bir bekleyiş sonrasında beyaz saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna sıkıca sarılmış bir adama sorduk gideceğimiz yeri.
Eliyle şapkasını hafif kaldırıp “aha şurada” dedi, umarsız.
Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan durduk bir süre.
Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık.
Gittiğimiz yer bildiğimiz okul binalarına benzemiyordu.
Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi.
Duvarlarının sıvaları dökülmüş, giriş kapısı yer yer kırılmıştı.
Tam bir virane görünümünde idi.
Sonradan öğretmenler odasının damı çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler de ölümden kıl payı kurtulacaktı.
Köy tahminimizden de büyüktü.
Evlerin arasında dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan bakkal dükkânları ve kahvehaneler vardı.
Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu artık.
Geçen zaman içerisinde yeni köyümüze de okulumuza alışmamız uzun sürmedi.
İlk günlerde çektiğimiz büyük zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur ile çamur deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur yağdığında damlamasını çoktan unutmuştuk.
Aradan aylar geçti.
Kış gitmiş yerini bahara bırakmıştı.
Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak açmaya başlamıştı.
Gölün maviliği çoktandır görünür olmuştu.
Kışın o beyazlığından ve kar esaretinden eser kalmamıştı.
Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı bir masal gibi hatırımda halen.
Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını gözümün önünde yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten böyle olduklarına güçlükle inanıyorum.
Ama gerçekler geçmişin boğucu bir halkası olarak devam ediyor hala.
Bir gün okul müdürümüz kardeşini köyde nişanlamak istediğini söyledi.
Kızı babasından istemek için bizimde beraberinde gitmemizi istiyordu.
Çaresiz kabul ettik.
Ama bir şartımız vardı.
Yörenin düğün geleneklerini ve kız istemenin usullerini bilmediğimizi ve önceden açıklamasını istedik.
Gülerek kabul etti.
Kız evine gittiğimizde sıcak bir şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı.
Penceresi evin üzerinde olan, tavanı lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası. Zemin halı kaplı idi. Adam yerdeki minderin üzerine oturdu.
Suratını asıp bize bakmaya başladı. Gergin görünüyordu.
Bizde etrafına sıralanmıştık.
Kısa bir sohbetten sonra müdürümüz adama kızını kendi kardeşi ile evlendirmek istediğini filan söyledi.
Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden sonra baba kızını vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu. Çeşitli beyanatlarda bulunuldu.
Adam, asla bir babanın kızını isteği dışında evlendirmemesi gerektiğini söyledi. Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin açısından kolay bir durum olmadığını söyledi. Kadınlardan tek bir ses çıkmadı konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular.
Gelenek gereği elinde kahve tepsisi ile evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu.
Adamın söylediklerini düşündük bir an.
Okul müdürümüzün yüzüne baktık sessizce, gözlerimizde “neden buradayız” pişmanlığı okunuyordu.
Birbirimize acı birer tebessümle baktık. Gözlerimizi yere indirdik.
Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk sonradan.
Yıllar sonra bir şekilde karşılaştığım bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan evlendirildiğini, evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu kabullenmek zorunda kaldığını söyledi. “ Küçük yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum,  tek tesellim çocuklarımdı artık benim için.”  
Yüreğim burkulmuştu bu duruma. Gerçi aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü çoktan.
Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık içinde olduğu anlaşılıyordu.
Eşini sevmeden başkalarının isteği ile evlendirilmişti.
Benim de gözlerim dolmuştu bu duruma dinleyince açıkçası.
İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin kurbanlarından biri idi o da.
O bir çocuk gelindi çünkü.
Şimdi kırklı yaşlarda.
Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok.
Ne yazık ki küçük yaşta zorla evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet, yoksulluğun çaresizliği, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp satılması kadının boğazında düğümlenip kalıyor.
Kuşaklararası devam eden kültür anlayışının sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en çok kadınlarla çocukları mağdur ediyor.
Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek kadar büyümeden, daha çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında yaşlanmaktan kurtulamıyor.
Okula giderken ya da sokakta oynarken, kendinden habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir adamın koynunda buluyor.
Yaşananları bir kader olarak algılayıp çektiği acıları içine atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç geçmiyor.
Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor.
Aksine tüm bölgelerde, çok az değişen farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam ediyor.
Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı % 28.
Uçan Süpürge Derneği Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek rakamın acilen tespit edilmesi gerektiğini kaydediyor.
Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük kentlerde de olduğunu söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinlerin topluma olan etkisi ve dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinlerin gerçek sayısının belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor. Araştırma sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu Bölgesi’nde var’ diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk gelin’ var. Hatta büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim yukarıda yazdıklarım ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Araştırma sırasında ensest ilişkiye de çok sık rastladıklarına dikkat çekiyor Sevna Somuncuoğlu.
Açıklamasında “Türkiye’de ensest ilişkinin üzeri hiç açılmamış. Önemli olduğu gibi üzerinde hassasiyetle durulması gerekiyor. Araştırma yaparken şunu gördük. Türkiye’de ensest ilişki çok yaygın. ‘Çocuk gelinlerin de karşılaştığı ensestin üzeri hep, birinci el tarafından kapatılıyor.” (4)
Acı ama mide bulandıran gerçeğin varlığını araştırmaları sonrasında tüm açıklığı ile saptadıklarını belirtiyor Somuncuoğlu.
Cehalet, toplum baskısı, gelenekler, sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor.
Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız “töre” illetinden yakalarını kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar.
Evlatlarına değer biçip, onlar üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar çocukları daha da mağdur ediyor.
Erken ve zorla evlilik insan hakları ve çocuk hakları ihlalidir.
Erken yaşta kendi rızası dışında ya da büyüklerinin rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda durmaktadır.
Bunun engellenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin verilmesi gerekir.
Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin alınmasında yarar vardır.
TÜKD Gaziantep Şube başkanı Sema Tatar’a göre; “15 yaşında gelin, 16 yaşında anne, 17 yaşında mutsuz-umutsuz” (5)
Kadınların maruz kaldığı tek şey küçük yaşta evlendirilmeleri değil elbette.
Bozkurt Güvenç ‘Kadın Sorunumuz’  makalesinde kadınlar yüzyıllarca “…Yöneticiler tarafından sömürülmüş, kurban edilmiş, yazarlar ve filozoflarca dışlanmış, cadı olmakla suçlanmış, yargılanmıştır. Tarihi sömürü, günümüzde tüketim ekonomisi ve güzellik endüstrileriyle sürüyor…” (6) saptamasını yapıyor.
Kadınlara yapılanlar bununla bitiyor mu?
Kadın cinayetleri, töre illeti, cinsel tecavüz, kadın ticareti, kürtaj yasağı, kadına şiddet, çocuk yaşta evlilik gibi çok çeşitli olaylar kadınların karabasanı olarak görülmektedir.
Kadınları çarşafa sokup kafes arkasına kapatmak da bir kısım ülkelerin gerçeğidir ne yazık ki.
Afganistan’da, Arap Yarımadası’nda ve bir kısım Kuzey Afrika ülkesinde.
Afganistan’da, Yemen’de, Pakistan’da, Suudi Arabistan’da kadınlara yeterli özgürlükleri verilmiyor.
Ülkemizde siyasi, ekonomik, sosyal bakımdan kadına hak ettiği yeterli özgürlükler veriliyor mu?
Lakin kadınlarla ilgili gelişmelerdeki küresel süreçte çoğu ülkeden geri olmadığımız gibi, bazılarından daha ileri durumda olduğumuzu da vurgulamak lazım.
Yıllar öncesine bakıldığında, yani 5 Aralık 1934 tarihine bakıldığında kadınlar için bir büyük hamlenin yapıldığını görürüz.
Önemli olan bu hamlenin gereğinin kadınlarımız tarafından yerine getirilmesidir.
Yerine getirilmeyen bir hak kâğıt üstünde kalmaya mahkûmdur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün teşviki sonucu T.B.M.M.’nde yapılan bazı yasa değişikliğiyle Türk kadınına “seçme ve seçilme” hakkı verilmiştir.
Mustafa Kemal bu vesileyle yaptığı konuşmada “ Bu karar Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında, kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir… Medeni memleketlerin birçoğunda kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyat ve liyakat la kullanacaktır.””
Lakin aradan geçen 78 yıla rağmen Türk kadını bunu 21. Yüzyıl Türkiye’sinde “selahiyat” ve “liyakat” la kullanabiliyor mu?
Kullanıp kullanmadığını Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilmesinin 78. Yıldönümü nedeniyle yayımladığı mesajında söyledikleriyle cevaplayalım isterseniz.
Erdoğan mesajında “ Kadınlarımız on yıllar boyunca, geri planda tutulmuş, gölgede bırakılmış, adeta siyasetten tecrit edilmiştir. Hukuki zeminde hiçbir engel olmamasına rağmen, kadınlarımızın siyasetteki ağırlığı yok mesabesinde olmuş, temsildeki adalet bakımından, çağdaş ülkelerdeki seviyelerin gerisinde kalınmıştır” demektedir. (7)
Türk kadınının gelinen noktada siyasetteki durumu ülkemiz Başbakanı tarafından bu şekilde dile getirilmektedir.
Kadınlarımız kendilerine verilen hakları kendisi elde etmelidir.
Bunu başarmak için bilgi ve kültürle, faziletle donanmasını bilmelidir.
Kendileriyle ilgili hakları elde etme ve ülke yönetiminde söz sahibi olma ancak siyasetle mümkün olacaktır.
Diğer yandan gerek sosyal ve gerekse ekonomik kazanımlarına sahip çıkmalı; çalışma hayatında aktif olmalı, ekonomik yaşamda hak ettiği konuma yükselmelidir. Bu ancak kadınların kendi çabalarıyla gerçekleşebilir.
Ülkemiz kadınlarının siyasetteki durumları kısaca budur.
Kadının günlük yaşamına dair olması gereken ile yaşamın gerçekleri maalesef zaman zaman çelişmekte, istenmeyen durumlar meydana gelmektedir.
Örnek mi?
İşlenen kadın cinayetlerinin sayısının giderek artması. İşlenen cinayetlerin başında “yüzde 29 ile boşanma, reddetme, ayrılık”  (7) geliyor. Kadınlar en çok kocaları ve eski kocaları tarafından katlediliyor.
“Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu” ‘nun verilerine göre 2012 yılının ilk altı ayında 93 kadın cinayete kurban gitti. (7) Bu rakama sadece medyada yer alan kadın cinayetleri haberlerinden yola çıkılarak ulaşıldı. Aslında medyaya yansımayan kadın cinayetlerini de hesaba katarsak rakamın yüzde 93’ün üzerinde olduğunu görürüz.
Bu bilanço kadın cinayetlerinin önüne geçilmesi için alınan önlemlerin, sığınma evlerinin yeterli olmadığını gösteriyor. Çünkü aynı Platform’un verilerine göre öldürülen kadınların yüzde 37.5’i sığınma evlerinde koruma altındayken öldürüldü. (7).
Açıklanan veriler durumun vahametini göstermektedir.
Öldürülenlerin bir kısmı ne yazık ki küçük yaşta evlendirilen “çocuk gelin” ler dir.
Bunlardan biri cesedi bulunmasın diye öldürüldükten sonra golf sahasına gömülen 14 yaşındaki Arzu Özmen ‘dir. Yine 19 yaşındaki Tuğba Genç sevgilisi tarafından öldürüldü. Öldürülme gerekçesi olarak genç kadının “kürtaj” olması gösterildi. 13 yaşında evlendirilen 19 yaşındaki Mahmure Karakuş kocası tarafından saatlerce dövüldükten sonra bıçaklanarak katledildi.
En son Van’da öğretmenlik yapan Gülşah Aktürk’ ün öldürülmesine şahit olduk.


Dip Not:
(3)http://www.sondakika.com/haber-bosanmak-isteyen-rojda-ya-kezzap-3048672/(10 Ekim 2011)
(6) B. Güvenç, 25.11.2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.
(7) 6 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi.