1 Aralık 2014 Pazartesi

BU DEVİR İŞTE BÖYLE ACIMASIZ BİR DEVİR !


Kavurucu yaz sıcakları fazla sürmedi. Çınar yaprakları tel tel dökülmeye, kasabada hasat sonu telaşı yaşanmaya başladı. Nihayet beklenen gün geldi okullar açıldı. Okula yeni kayıt olanlar yeni arkadaşlarına kavuştu. Okulun bahçesi ve sınıflar cıvıl cıvıldı.
Çocuklar farkında olmasalar da, yaşamlarında iyi bir geleceği yakalamak için uzun ve meşakkatli bir yolculuğa adım atmışlardı. Öğretmenler uzun yaz tatilinin durağan yaşantısından kurtulmanın, öğrencilerine kavuşmanın sevincini yaşıyordu.
Ana, oğlu Recep'in işleri bitirmesine sevinmişti. Burhan'ı kaybedeli tüm işler kocası ile oğluna kalmıştı. Koyunların bakımı, tarla, bağ bahçe işleri, ırgatlık, kışlık yiyeceklerin ambarlara konulması, hayvanların karda kışta yiyeceği yemlerin samanlığa taşınması velhasıl tüm işler artık onların sırtındaydı.
Murat daha küçüktü. Recebe tüm bu işleri yaparken fırsat buldukça Fadime'de yardım ediyordu. Ana da evde torunu Murat ile yemek ve ev işlerine bakıyordu. Murat'ı gözü gibi koruyor, evin bahçe kapısını açıp sokağa çıkmasın diye sıkı sıkı tembih ediyordu. Murat çocuklarla oynamayı seviyordu oysa ki. Çocuk çocukla hoşça vakit geçirirdi. Ana bunu bilmiyor muydu? Biliyordu elbette. Lakin Süloların çocuklarından Murat'a zarar gelmesinden çekiniyordu. Göz bebeği oğlunu elinden almışlardı. Torununa da zarar gelmesine katlanamazdı.
Recebin gece gündüz çalışmasından memnundu. Alnı terlemeden geçinme huyunu sevmezdi. Başkalarının sırtından geçinme hevesinde olanlara, rantçılara kızardı. "Ben asla böylelerini kınamam. Onlara bu yolu gösterenlere, açanlara, yaptıklarına ses çıkarmayanlara kızarım" derdi.
Rant elde edenlerin, hak hukuk tanımazların halk tarafından benimsenmediğini, topluma iyi örnek olmadıklarını, yalan dolan, adam kayırmaca ve üç kağıtçılıkla iç karartıcı bir geleceğe imza atıklarını her aklı başında insan gibi o da bilirdi. Yüzlerinde gerçek amaç ve kimliklerini perdeleyen birer maske ile dolaştıklarını söylerdi.  Elinden gelse o maskeyi çekip almak, yeni bir benlik kazanmaları sürecini başlatmak isterdi. Ne var ki bu zihniyete erdem, onur, hak ve hukuk kavramlarını anlatmak, dahası kabul ettirmek güçtü.  Bencillik ve kibir onların benimsediği kavramlardı. Zayıfı ezmek, elindekini almak, karşı koyanları bertaraf etmekte üstlerine yoktu.
Mehmet amcanın da Ananın düşüncelerinin benzerini benimsediğine konuşmalarında şahit olmuştum. Yılların yüzlerinde derin çizgiler oluşturduğu bu iki çınarın zihinleri hala taptazeydi. Onurlu ve erdemli duruşlarını devam ettiriyor, gençlere örnek oluyorlardı. Çevrelerinde bulunanlara doğru nedir, eğri nedir, kolay nedir, zor nedir, erdem nedir, hak, hukuk nedir, insana verilen değerin anlamı nedir, özgürlük nedir, eşitlik nedir anlatmak için dayanılmaz zorluklara göğüs gerdiklerini, zahmetli bir hayatta olsa mücadelenin önemine vurgu yaptıklarına tanık oluyor, bu insanlara olan saygım her gün artıyordu.
Baharla birlikte kasabada başlayan hareketlilik son hasadın da yapılmasıyla sona ermişti. Kahveler yaz boyunca hiç olmadığı kadar dolup dolup boşalıyordu. Çınar ve söğüt ağaçlarının dalları gücünü yitirmeye başlayan güneş ışıklarına karşı son demlerini yaşıyor, gün geçtikçe dökülen yapraklar dalları daha da açığa çıkarıyordu. Güz gelmişti artık. Çoğumuzun hüzünlendiği hazan ya da sonbahar. Ağır ağır gelir, ağaçlar ağır ağır boyanır güz rengine. Sonbahar insanın zihninde her zaman bir geçiş halinde yaşanır bu yüzden. Her yörenin bir güz imgesi vardır zihinlerde. Kasabada da bağ bozumu sonrası başlardı güz imgesi.
Yazı hummalı bir çalışma ile geçiren erkekler kahvelerde pişpirik ve tavla oynamaya, çay içip sohbet etmeye başlamışlardı. Her köyde, her kasabada olduğu gibi birbirine rakip olanlar, hasım olanlar farklı kahvelerde otururlardı.
Mehmet amca da üzüm bağının hasadını yapmış, üzümlerini kurutup tüccara satmıştı. Borçları verdikten sonra elinde kalan para ile şeker, un, patates, soğan gibi ihtiyaçlarını karşılamıştı. Az bir miktar parayı da ne olur ne olmaz diye ayırmıştı.
Kahve sohbetlerinde sıklıkla "bak hoca" derdi "atalarımızın güzel bir sözü vardır. 'Sakla samanı gelir zamanı' diye. Sen sen ol kıyıda köşede zor günde lazım olacak üç beş kuruşu biriktir. Bu devirde kimseden medet umma. Güvendiğin dağlara kar yağdırma. Güvenin zedelenmesin. Saygın azalmasın. Demem o ki kimse kimseye yardım etmez. Ben bunu bilirim bunu derim bu zamanda. Eskidenmiş o komşu hakkını bilip gözetmek, muhtaç olana yardım etmek. Büyükşehirlerin caddelerini, sokaklarını bir dolan. Ne görürsün? Elini açmış, üstü başı perişan yaşlı, çocuk dilenenleri. Köprü altlarında sabahlayan, garajlarda sabahlayan, sokaklarda yatıp kalkan insanları görürsün. Peki bunlar kimdir necidir diye hiç kendi kendine sordun mu? Bunların birer ana kuzusu olduğunu, evlerinin barklarının olduğunu zamanında düşünür müsün? İnsanlık öyle bir duruma gelmiş ki artık, kimse kimsenin elinden tutmuyor. Muhtaç olana el uzatan ara ki bulasın. Bu devir işte böyle acımasız bir devir."
Kasabanın her yanını kaplayan o seher yeli gibi renksizlik âleminde, sözcüklerinde mavilerin, kırmızıların, morların anlam kazandığı bu yaşlı çınarın söyledikleri düşündürücüydü.