Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini
giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz
dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti
uzun süre. Alabildiğine uzanan bozkırda
ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin
altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşranın kent, köy
ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen
kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir
toplum yaşamı söz konusudur.
Amacımız ziyaret değildi. Öğretmen
olarak ilk görev yerine gitmenin heyecanı vardı içimizde. Büyük bir merakla
minibüs şoförüne arada bir soruyorduk “daha
yolumuz çok mu ağabey”. Şoför arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her defasında. Saatler geçiyor köy bir
türlü görünmüyordu. Ufukta devasa görkemi ile dağların dorukları ovaya
bakıyordu. Tilkinin bakır döktüğü topraklardı buralar. Her şey şaşırtıcıydı. Meraklanmaya
başlamıştık. Nasıl bir köyde görev yapacağımızı, kalacak yer bulup
bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve karakış acımasız
yüzünü göstermeye başlamıştı. Hiç kimseyi tanımıyorduk. Bozkırda yağan karın
altında, ayazda, acımasız soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin
ucunda. Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır
zangır” vurduğunu hatırlıyorum.
Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve yol
kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için
parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk. Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya,
hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı. İki arkadaştık. İkimizde aynı
köyde görevlendirilmiştik.
Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan dumanları” deyince gösterdiği
yöne odaklandı gözlerimiz. Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu. Hem de
onlarcasında birden. Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz bir örtü ile
kaplanmıştı. Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin bir kaç ay kalın bir buz
tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan kar camı yalıyor, ben
de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi uzatıyordum. İçimden bir
ses “umudunu yitirme” diyordu
durmadan. Islak bulutlar vardı gökyüzünde. Uzaklardaki taş evler beyazlığın
içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Sırtını hafif meyilli bir yamaca yaslamış
köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini rüzgârın
gizemine bırakmıştı.
Minibüsten indiğimizde gideceğimiz
okulun yolunu soracak kimseye rastlamadık. Minibüs uzaklaşmış, kalan
yolcularını bir başka köye götürüyordu. Soğuktu ve üşüyorduk. Epey bir bekleyiş
sonrasında beyaz saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna
sıkıca sarılmış bir adama sorduk gideceğimiz yeri. Eliyle şapkasını hafif
kaldırıp “aha şurada” dedi, umarsız.
Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip
yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan
durduk bir süre.
Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine
tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. Gittiğimiz yer
bildiğimiz okul binalarına benzemiyordu. Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi. Duvarlarının
sıvaları dökülmüş, giriş kapısı yer yer kırılmıştı. Tam bir virane görünümünde
idi. Sonradan öğretmenler odasının damı çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler
de ölümden kıl payı kurtulacaktı.
Köy tahminimizden de büyüktü. Evlerin
arasında dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan bakkal dükkânları ve
kahvehaneler vardı. Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu artık. Geçen zaman
içerisinde yeni köyümüze de okulumuza alışmamız uzun sürmedi. İlk günlerde
çektiğimiz büyük zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur
ile çamur deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla
yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur
yağdığında damlamasını çoktan unutmuştuk.
Aradan aylar geçti. Kış gitmiş yerini
bahara bırakmıştı. Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak açmaya başlamıştı. Gölün
maviliği çoktandır görünür olmuştu. Kışın o beyazlığından ve kar esaretinden
eser kalmamıştı.
Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine
monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı
bir masal gibi hatırımda halen. Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını gözümün önünde
yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten böyle olduğuna
güçlükle inanıyorum. Ama gerçekler geçmişin boğucu bir halkası olarak devam
ediyor hala.
Birgün bir öğretmen arkadaşımız
kardeşini köyde nişanlamak istediğini söyledi. Kızı babasından istemek için
bizimde beraberinde gitmemizi istiyordu. Çaresiz kabul ettik. Ama bir şartımız
vardı. Yörenin düğün geleneklerini ve kız istemenin usullerini bilmediğimizi ve
önceden açıklamasını istedik. Gülerek kabul etti.
Kız evine gittiğimizde sıcak bir
şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli
yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı. Penceresi evin
üzerinde olan, tavanı lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası.
Zemin halı kaplıydı. Adam yerdeki minderin üzerine oturdu. Sessizce bize
bakmaya başladı. Gergin görünüyordu. Bizde etrafına sıralanmıştık. Kısa bir
sohbetten sonra öğretmen arkadaşımız adama dönüp kızını kardeşi ile evlendirmek
istediğini filan söyledi. Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden sonra baba kızını
vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu. Çeşitli
beyanatlarda bulunuldu. Adam, asla bir babanın kızını isteği dışında
evlendirmemesi gerektiğini söyledi. Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden
bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin açısından kolay bir durum olmadığını
söyledi. Dağ köyünde bu düşüncelere sahip birinin olması insanın içini
aydınlatıyordu. Kadınlardan tek bir ses
çıkmadı konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular.
Kadınların söz hakkının olmamasını yadırgamıştık. Çünkü bizim oralarda böyle
durumlarda kadınlara da söz verilir düşüncesi sorulurdu.
Gelenek gereği elinde kahve tepsisi ile
evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak
olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana
kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu
bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu. Adamın
söylediklerini düşündük bir an. Öğretmen arkadaşımızın yüzüne baktık sessizce,
gözlerimizde “neden buradayız”
pişmanlığı okunuyordu. Birbirimize acı birer tebessümle baktık. Gözlerimizi
yere indirdik.
Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz
arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk
sonradan.
Yıllar sonra bir şekilde karşılaştığım
bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan
evlendirildiğini, evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu
kabullenmek zorunda kaldığını söyledi. “Küçük
yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben
amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre
getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum, tek tesellim çocuklarımdı artık benim için”.
İçim burkulmuştu bu duruma. Gerçi aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü
çoktan. Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık içinde olduğu anlaşılıyordu.
Eşini sevmeden başkalarının isteği ile evlendirilmişti. Benim de gözlerim
dolmuştu bu duruma dinleyince açıkçası. İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam
ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin
kurbanlarından biriydi o da. O bir çocuk gelindi çünkü.
Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve
acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok. Ne yazık ki küçük yaşta zorla
evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet,
yoksulluğun çaresizliği, berdel, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp
satılması insanın boğazında düğümlenip kalıyor. Kuşaklararası devam eden bu
anlayışın sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en çok
kadınlarla çocukları mağdur ediyor.
Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek
kadar büyümeden, çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin
getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında
yaşlanmaktan kurtulamıyor. Okula giderken ya da sokakta oynarken, kendinden
habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir adamın
koynunda buluyor. Yaşananları bir kader olarak algılayıp çektiği acıları içine
atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç geçmiyor.
Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan
evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor. Aksine tüm bölgelerde, çok
az değişen farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam
ediyor. Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı % 28. Uçan Süpürge Derneği
Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek rakamın acilen tespit edilmesi
gerektiğini kaydediyor. Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük kentlerde de olduğunu
söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinler’in topluma
olan etkisi ve dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinler’in gerçek
sayısının belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor.
Araştırma sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu
Bölgesi’nde var’ diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk
gelin’var. Hatta büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim
yukarıda yazdıklarım ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Cehalet, toplum baskısı, gelenekler,
sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde
tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor. Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız “töre” illetinden yakalarını
kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar. Evlatlarına değer biçip, onlar
üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar
çocukları daha da mağdur ediyor.
Erken ve zorla evlilik insan hakları ve
çocuk hakları ihlalidir. Erken yaşta kendi rızası dışında ya da büyüklerinin
rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda durmaktadır.
Bunun engellenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin
verilmesi gerekir. Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin alınmasında yarar
vardır.
Yapılan araştırmalara göre ülkemizde üç
evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor. Çocuk yaşta evlendirme nedenlerinin
başında yoksulluk, kalabalık ya da parçalanmış aile yapısı ve evliliği
meşrulaştırmak için dayandırılan dini ve kültürel değerler geliyor.
Çocuklar, gelin gittikleri evde cinsel
ve ekonomik anlamda hizmet eden bireylere dönüşüyor.
Çocuk gelinler ömür boyu istismar
mağduru olup çıkıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder