Bazen belgesellerde izleriz onu. Bazen doğada. Ama hep
izleriz. Yolumuz daima onun yanına düşer. Çünkü o yaşamın ve yerkürenin alın
çizgisidir.
O bazen bir ırmakta, gölde, bazen bulutta, bazen
topraktadır. Ama o hep vardır.
Yaşamın kaynağı su dur o.
Uğruna kızgın çölde dörtnala koşan Arap atlarının,
yüce dağ başlarında kartalların, bozkırda umuda koşarcasına suya koşan
güvercinlerin kadersizliğidir.
Kışın karın örttüğü gri tarladır, rüzgârın tepesinde
uğuldadığı.
Renksiz bir şafak vaktinde, dik bir vadinin kıyısında
kurduğu çadırında ısınmak için buzla kaplı vadiyi seyrederek hayatta kalmaya
çalışan bir dağcıdır o.
Biliyoruz ki kalkınmanın, refahın, eğitimin, kültürün,
tarımın, sağlığın, sanayinin temel kaynağı su dur.
Su buluttur. Yağmurdur, mühendisliktir, barajdır,
ulaştırmadır, haberleşmedir.
Bir damlası için, Ceylanın narin bacaklarını toprağın
çatlaklarında kırmasıdır.
Su ağıttır, şairin dilinde yankılanan.
“Ey kuru çeşmelerde su diye duran bacı…
Bu yıl da gözyaşınla doldurup git bakracı…
Gene de avunmazsa içini yakan acı…
Az daha sık dişini ne var, erken ölecek…
Ferhat dağı delecek, Urfa’ya su gelecek…”
Urfalı şair Hulusi Kılıçaslan’ın dizelerinde bir tokat
gibi patlayan ve yokluğunda yaşamın sona ermesidir su.
Yüzyıllardır kültürlerin oluşmasına rehberlik eden su
ne eskiden olduğu gibi özgürce koşmaktadır gideceği yere, ne de kültürlere
kaynaklık etmektedir artık.
Havayı, toprağı kirleten, kullanılmaz kılmak için çaba
veren insanoğlunun hoyratlığından nasibini almıştır. Almaktadır.
Barajlara hapsedilmesi, kelepçe vurulması bir yana
yaşama kaynaklık etmesine de engel olunmaktadır. Bilinçli ya da bilinçsiz.
Kaderi suya bağlı uçsuz bucaksız ovaları yaşanılabilir
yer olmaktan –yaşama kaynaklık eden suyu yok ederek, hoyratça kullanarak ve
kirleterek- hızla çıkarıyoruz.
Uğruna ağıtların, türkülerin, destanların yazıldığı,
nice koç yiğitlerin Ferhat olup çağıldadığı, varlığı ile nice medeniyetlerin
varlığını sürdürdüğü, yokluğu ile yok olup gittiği, kimi zaman kutsal bilinip
sevgi ile kucaklandığı ve fakat yokluğu ile giderek vatan parçasına dönüşen bir
alınyazısıdır o.
Devasa bir yeşilliğin içinde ışıl ışıl eden bir çam
korusunun yamaç aşağı inmesini -güneşin bulutla oyununda- ufukta yanıp sönen
kaya parçası üzerinde seyretmek ve o koruya hayat verenin su olduğunu bilmek
kadar güzel ne vardır.
Tepe noktasında rüzgârın salladığı dallarının
çıkardığı hışırtı dışında sessizliğin olduğu ağaç diplerinden akıp giden suyun
kenarında; uzakta lavanta çiçekleri arasında ki çulluğun varlığını, keçiyolunda
bir katırın tırnağının çıkardığı tiz sesleri, sürülerin susuzluğunu gidermek
için koşuşunu izlemek kadar mutluluk verici ne vardır.
Askerin matarasında kurumuş dudakları ıslatan,
Çanakkale de Seyit onbaşıya güç veren su, güneşin zalim ve kavurucu sıcaklarında
sığınılacak bir yaşam kaynağı olmasının devam ettirilmesi kadar Anadolu
toprağını sevindirecek ne vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder