Dar sokakta
rüzgar ve tozla boğuşurken önemsemediğim bir baş ağrısı gittikçe şiddetlenmeye
başladı. Ruhumun derinliklerinde
bunaltıcı bir yalnızlığın ve belirsizliğin ağır yüküne var gücümle
direniyordum. Ne yapmalıydım? Köy yaşamı beni sıkıyordu. Ruhumu acıtan bu
durumdan kurtulmanın çaresi yeni bir iş olanağı olabilirdi. Öğretmen okulunu
bitirmeme rağmen henüz atamamız yapılmamıştı. Acabalarla dolu günler bir biri peşi
sıra, sabahın serin ışıklarını akşamın kristal ışıklarına bırakıp geçip gidiyordu.
Şiddetini artıran baş ağrısı benim için sürpriz olmadı. Hissediyordum zaten
kopmakta olan bu kızılca kıyamet içinde işlerin rast gitmeyeceğini ve bir
çapanoğlu çıkacağını. Hislerim beni yanıltmamıştı. Ağrının geçeceğini umarak
toz bulutunun ortasında göz kapaklarımı kapatarak yürüdüm. Bir ara ağrının şiddeti
ile duvarın dibine yığılıp kaldım. Azalacağına şiddetini iyice artırdı. Tüm
vücudum korkunç bir şekilde titremeye başladı. Başımı ellerimin arasına alıp
sakinleşmeye çalışmam fayda etmedi. Hani migren ağrısı derler ya, şiddetinden
insan vücudunda deprem meydana getiren ağrı, işte o derece dayanılmaz bir
ağrıydı kaygılanmama neden olan. Bir süre duvarın dibinde öylece kalakaldım. Belli
belirsiz griye kesti her yer. Az biraz soluklanıp kendime gelmeliydim.
Sabah
kahvaltısından sonra yürümek , temiz havayı içime çekip, bozkırın sonbahar
havasının tadını çıkarmak, belirsizliği aralamayan düşüncelerden uzaklaşmak,
sessizliğin içinde kendimle baş başa kalmaktı amacım. Kısa bir yürüyüş
düşünmüştüm aslında. İçim daralıyordu, geceleri uyuyamıyordum, vurgun yemiş
gibiydim. Kendimi yalnız hissettiğim köyde iç huzurumu da kaybetmiştim. Yapabileceğimiz
bir iş kalmamıştı, harmanın tozu çoktan bitmiş, kış hazırlıklarına başlanmıştı.
Sonbahar mevsiminin bunaltıcı havasında
zümrüt renkli yaprakların sessizce toprağa düştüğü bu günlerde hüzün taşıyan
rüzgârlar beni sürüklüyordu. Kerpiç ve taştan yapılmış duvarlar üstüme üstüme
geliyordu. Evler çok da dağınık değildi. Tekmil canlının kovuklarına çekildiği
bu karmaşada bir kez halsiz düştü mü adım
atamakta zorlanıyor insan. Bu havada ne diye dışarıdayım ki sanki. Havanın
bozacağı sabahtan belliydi. Yine de kendi kendime kızıp durdum. Böyle bir
durumda dışarıda olmam doğru muydu yoksa yanlış mı diye düşünmenin vakti çoktan
geçmişti. Gölgeler uzarken ürkek adımlarla eve doğru yürüdüm. Gökyüzünün o
nazlı, değerli desenleriyle insanları adeta büyüleyen gri bulutları da işini
bitirmenin kıvancı ile uzaklaşmaya başlamış, günün kristal ışıkları eşliğinde söğütlerin
ve kerpiç binaların devasa gölgeleri belirmeye başlamıştı. Çakıl taşları boyası
çoktan gitmiş ayakkabılarımın altında sağa sola kayıyordu. Etkisi azalsa da bir
yandan aman vermeyen rüzgar ve şiddetli baş ağrısı ile diğer yandan da göz
açtırmayan toz tabakası ile mücadele ediyordum.
Bir ara rüzgarın
yavaşlaması ile rahatladım. Hem bedenen
hem psikolojik bir rahatlamaydı bu. Taş ve kerpiç duvarlara tutunup son bir
gayretle kan ter içinde, dilim damağım kurumuş halde eve ulaştım.