26 Aralık 2024 Perşembe

YAŞLI İNSANLARIMIZA SAYGILI OLMALIYIZ


 

Birkaç yıl önce yazı yazdığım bir internet sitesinde benim gibi yazı yazan ve yayınlanmış 12 (on iki) kitabı bulunan değerli bir yazarımızın yaşı nedeniyle ötelenmesi karşısında; kaleme aldığım bir yazıyı arşivimde buldum.

Bakın şahsıma değil de hiç tanımadığım bir yaşlı yazara yapılan saygısızlığa nasıl cevap vermişim. Noktasına virgülüne dokunmadan aynen tekrar yayınlıyorum. Bakalım sizlerin düşüncesi ne olacak yaşlı insanlarımıza karşı davranışlarımız konusunda.

Kurtuluş Savaşı’nda kadınlarımızın bir kısmı köylerinde kalan yaşlı insanlarla birlikte, Oflaz emmilerle, Salih dedelerle, Nuri amcalarla, Kezban Ninelerle cephe gerisinde, seve seve her türlü fedakârlığa katlanmış ve üzerine düşen vatan vazifesini yerine getirmiştir.

Kurtuluş savaşını bu millet çoluğu ile çocuğu ile cephede ve cephe gerisinde verdiği mücadele ile kazanmıştır. Tarık Buğra’nın “küçük ağa “ adlı romanı o günlerde “Akşehir’de” halkın verdiği Kuvay-i milliye mücadelesini anlatır.

Cumhuriyet’in ilânı sonrasında verilen ekonomik, kültürel, siyasi mücadelede, toplumun; ekonomide, eğitimde, sanat alanında, yazın alanında, kültür alanında kalkınması için yine Anadolu insanımız yediden-yetmiş yediye mücadele etmiş, bugünlere gelmiştir.

Bu yıllarda verilen olağanüstü çabaları anlatan pek çok eser vardır.

Cumhuriyet yıllarında verilen mücadelede hiç kuşku yok ki gençlerimizin yanı sıra yaşlılarımızda ön planda yer almışlardır. Çünkü düşünün bir, savaşlarda toprağa verdiğimiz on binlerce genç insanımız söz konusu, sadece Sarıkamış’ta tek kurşun atmadan 90 bin can, Çanakkale’de 253 bin can toprağın kara bağrına girmiştir. Galiçya’da, Kafkasya’da, Irak ve Yemen Cephelerinde ise yine on binlerce insan hayatını kaybetmiştir.

O nedenledir ki savaş yılları sonrasında yaşlılarımızla birlikte zorlu bir mücadele verilmiştir.

Bu mücadelelerin hiç birinde gençlerimiz yaşlılarımıza, yaşlılarımızda gençlerimize saygıda kusur etmemiş, birbirine destek vermişlerdir.

Bu millet o yıllarda kendine biçilmeye çalışılan badireyi birlik beraberlikle atlatmıştır.

Hiç kimse çıkıp yaşlısına “sen yaşlısın, bedenen ve beyin olarak” kenara çekil  artık dememiştir. Saygı vardır, bilinir ki o yaşlılara ihtiyaç vardır. En azında yaşlılarımızın deneyimlerine ve öğütlerine ihtiyaç vardır.

Peki, bugün o yaşlı insanlarımıza ihtiyaç yok mudur?

Bence vardır ve daima da olacaktır.

Bir toplum deneyimli, yaşını başını almış, feleğin çemberinden geçmiş, kendilerinden daha çok şey öğreneceğimiz insanlara kenara çekil artık diyor  ve  diyenlere de ses çıkarılmıyor ise o toplumda “nemelazımcılık” vardır,”suskunluğu ilke edinmişlik vardır”, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” söylemini destur edinme vardır.

Bugün bir yaşlımıza ya da yaşlılarımıza “kenara çekil” diyen zihniyet yarın “kendi gibi düşünmeyen insanlara da kenara çekil diyecektir.

Bu nedenle bu söylem ve bu düşünceye benim anlayışımda yer yoktur olamazda, olmamıştır da.

Bir toplum yaşlısına gösterdiği saygı ile övünmelidir bence.

Varsayalım ki yaşlımız “görüp tespit ettiği bir gerçeği” dile getirdi, eleştiri yaptı.

Bu “gerçek ve eleştiri”de bizim hoşumuza gitmedi.

Bu durumda ne yapmalıyız?

”Siz zaten hep böylesiniz” mi demeliyiz?

Yoksa “acaba benim hatam nerede” diye mi düşünmeliyiz.

Hangisini yapmamız bize çok şey kazandıracaktır?

Pekâlâ, siz hiç düşündünüz mü acaba, eleştiri yapanın amacı sizce ne olabilir? Doğruyu size göstermekten başka?

Ne o sizin nede siz onun ekmeğini veriyorsunuz.

Bana göre o yaşlımıza “söylediği doğrulardan” dolayı laf ederken daha bir dikkatli olmalıyız.

Yaşlı insanlarımıza göstereceğimiz özveri ve tahammül onları mutlu edecektir.

Saygıda esas olan karşılıklı olandır.

Eleştiriye ve “gerçeklere” tahammülsüzlükle bir yere varılamaz diye düşünüyorum.

Burada sözüm hiç kimseye değildir ama aynı zamanda herkesedir.

“Uzun zaman önce… Yılan yoktu, akrep yoktu, aslan yoktu, sırtlan yoktu, vahşi köpek yoktu, kurt yoktu, korku yoktu, dehşet yoktu… İnsanın rakibi yoktu.”

Bu özlem dolu satırlar, olasılıkla MÖ.3.binyıla ait… Barış, huzur ve istikrar için bilinen kadim seslerden biri… Samuel N. Kramer tarafından, Sümer tabletlerinden çevrilerek literatüre kazandırılmıştır.

Uzun uzun yıllar önce insanların barış ve huzur istemesini gıpta ile okuyoruz…

  

 

17 Aralık 2024 Salı

ONLARLA GURUR DUYUYORUM


Ben zengin bir ailenin çocuğu değildim. Yokluğun ne olduğunu bilirim.
Bu bağlamda yıllarca.
Mücadele ettim.
Güçlendim.
Sıkıntı çekmeyen hayatı kavrayamaz, yaptığı çalıştığı işin önemini anlayamaz.
Bir insan varlığını devam ettirebilmek için mücadele etmeli.
Emek harcamalı.
Alın teri dökmeli.
Pes etmemeli.
Pes etmedim.
Zorluklara rağmen direncimi, inancımı yitirmedim.
Uzun yıllar en ücra yurt köşelerinde görev yaptım.
Yıllarca öğrencilerimi yetiştirmek için çabaladım, çalıştım.
Herbiri birer meslek sahibi oldu.
Bir insan çalıştığı sürece hayat ona yürüyeceği yolu açar.
Hayat mücadelesi herkes gibi beni de yıprattı doğal olarak.
Lakin, hem çocuklarım başarılı birer insan oldular, hem de öğrencilerim.
Onlarla gurur duyuyorum.

16 Aralık 2024 Pazartesi

BU VATANI CANLARINI VE AŞKLARINI FEDA EDEBİLENLERE BORÇLUYUZ.



Bir hanımefendi anlatıyor; 1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim.
Güzel bir kızdım.
Dünür gelmeye başladılar.
Biri avukatmış.
Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık.
Nişanlımı seviyordum.
Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum.
Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
(Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş) dediler.
Alt üst oldum.
Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…
Yıkıldım.
Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti.
Evlenmiştim,
Bir de çocuğum olmuştu.
1924 yılıydı.
Artık ülkemiz özgürdü.
Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona.
Oğlum yanımdaydı.
Beni görünce titredi, ceketini düğmeledi.
Saygı göstererek durdu önümde.
Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim, dedi.
Olur, dedim.
Bir büroya girdik.
Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu.
İçeride yardımcıları çalışıyordu.
Siz gerçekten avukat mısınız, dedim.
Evet, dedi.
Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz, diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi.
Beni affedin,dedi.
İstanbul işgal altındaydı,
Her taraf İngiliz askeri kaynıyordu.
Her şeyi didik didik arıyorlardı.
Biz de Anadolu'ya ,Milli kuvvetlere ancak,cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk.
Bu ülke için hayati bir işti.
Bunu size bile söyleyemezdim...
Burada bahsedilen ve ayrılma sebebi olan "cenaze taşıma" adı altında Anadoludaki Kuvay-i Milliyecilere silah gönderilme hadisesini Turgut Özakman'ın kitaplarından okumuştum. Bu yiğit insanlar her türlü şahsi duygu ve çıkarlarını yok sayarak vatanın kurtulması amacına feda ederek bu günkü hayatımızı bizlere armağan etmişlerdir. Işıklar içinde rahat uyusunlar.