Cala(Doğruyol köyü)/ Çıldır Gölü
Dizginlenemez
bir heyecan vardı içimizde. Aşılmaz dağların arasında, sevinç, korku ve kaygı,
umut ve umutsuzluk, yarın ne olacağına duyulan merak.
Bir
bilinmezle karşı karşıya olmanın getirdiği hayret.
"Gelmezse
gelmesin!" diye tamamladım sözünü.
"Aliyar
Turgut'un bakkal dükkanı var ya!"
"Evet
var."
"Alırız
bir kaç paket makarna evdekilere ilaveten, olur biter."
"Başka
çaremizde yok zaten. Lakin ekmeğin yerini her daim makarna tutmaz ki" diye
söylendim.
"Ne
yapmayı düşünüyorsun bu durumda, ne yapmalıyız?"
"Yapacağımız
tek şey var. Köylünün yaptığını yapmak."
"Ne
yani çuvalla un alıp ekmek mi yaptıracağız" dedi Meriç.
"Lordun
oğlu, ne yapacağız başka bir çözüm yolu varsa söyle de onu yapalım."
Sıkıntı
bastığında gözlüklerini silmeyi alışkanlık haline getirmişti. Gözlüklerini
sildi. Tekrar taktı. Çıkardı tekrar sildi.
Bu
hareketi yaparken vereceği kararı düşündüğünü biliyordum.
Sıkıntıyla
yüzüme baktı.
"Başka
çare gözükmüyor" dedi.
"Havalar
biraz düzelince un alıp ekmek yaptırmak lazım. Şenlik Cengiz'e sorarız. O bize
yol yordam gösterir."
Soba
yavaş yavaş etkisini kaybetti. Odanın içi soğumaya, dizlerimiz üşümeye başlamıştı.
Şehirde olsak akşamın bu saatinde elektriğin aydınlattığı odalarda hala
oturuyor olurduk. Lakin şehirde değildik. Civar evlerin gaz lambaları da
sönmüştü. Köylü istirahata çekilmişti. Bu durumda oturmanın da zaten bir anlamı
yoktu. Sabaha kadar soğukta nöbet tutacak halimiz yoktu ya.
Yataklarımıza
yattık, lamba bir süre daha yanık kaldı. Loş ışığında odanın tavanı belli
belirsiz aydınlanıyordu. Sonrasında lambayı da söndürüp derin bir uykuya
daldık.
Bu
dağlarda kışın soğuğun ama daima rüzgârın hükmü geçerliydi. Yaşamı
alabildiğince zorlaştırıyordu. Köyün içinde bulunan yaklaşık sekiz yüz elli
yıllık olduğu tahmin edilen eski Gürcü kilisesinin kalıntılarından buranın yüz
yıllarca insanlara ev sahipliği yaptığı anlaşılıyordu.
Yörede
genelde ıssızlık hakimse de, yaban hayvanlarının cirit attığı topraklarda, vadi
tabanlarında, dere yataklarının kenarlarında yerleşime ve bir ölçüde de tarıma
ve hayvancılığa elverişli alanlarda kasaba ve köyler bulunuyordu.
Bu
son derece zor koşullarda yaşamayı tercih ettiklerine göre, yörenin onlara
bizim anlayamayacağımız bir hayat sunduğu açıktı.
Sabaha
kadar kükreyen yel ve kar fırtınası gün ağardıktan sonra durulmuştu. Odanın
ayazının kırılması için sobaya bir kaç tezek attık. Defterin orta yerinden bir
kaç sayfa koparıp yaktık.
Meriç
sesini çıkarmıyordu artık defter yapraklarını kopardıkça. Başka çare olmadığını
biliyordu o da.
Gün
epey yükselmişti.
Yanan
sobanın üzerine çaydanlıkla su koymuştuk. Tezek ateşinin ısısında bekle ki
kaynasın. Çay demleyip dünden kalan ekmek parçalarıyla kahvaltı ve öğle yemeği
karışımı bir şeyler hazırladık.
Bir
ara kapı tıkırdar gibi oldu.
Bu
saatte kim olabilirdi ki.
Kapıyı
açtım.
Elinde
temiz bir bez parçasına sarılı bir şeyler tutan kahveci Binali gülerek "Günaydın
hocalar" dedi.
O
anda neşemiz yerine geldi.
"Günaydın
Binali gel buyur içeri."
Elindeki
bezi açtı.
"Bugün
yollar kapalı "dedi. "Ekmek gelmez. Beraber bir kahvaltı
yapalım."
Bir
kaç tane taze lavaşı yatağın bir kenarına bıraktı.
O
anda Meriç ile göz göze geldik.
Hiç
ihtimal vermediğimiz bir anda Binali ekmeksiz kalacağımızı düşünmüş ve ekmek
getirmişti. Minnetle Binali'nin gülümseyen yüzüne baktık.
Yoksulluğun,
çaresizliğin, amansız kış koşullarının, buzun ve ayazın şekillendirdiği, yaşam
koşullarını zorlaştırdığı bu coğrafyada insanların yardım severliliğinin en
güzel örneğini görmek şaşırtıcı değildi. Binali'nin sabah erkenden elinde ekmekle
gelmesi ve yolların kapalı olduğu bilinciyle ekmeksiz kalacağımızı düşünmesi bunun
en güzel örneğiydi.
Lavaşları
hazırladığımız sofraya koyduk. Bekar usulü bir sofraydı bu.
Başrolde
elbette bal, börek yoktu.
Çay,
peynir, zeytin ve lavaş.
Yanı
sıra ölçü bulunmaz hürmet ve saygı içinde bir sohbet.
Meriç
ve ben aynı anda sözleşmiş gibi:
"Binali
çok sağol. Lavaş için teşekkürler" diyerek Binali'ye teşekkür ettik.
"Önemli
değil hocalar. Kar kış bastırdığında çevreyle ulaşım kesiliyor."
"Doğru
dersin Binali. Baksana kar ve sis her tarafı kapladı. Göz gözü görmüyor bezen.
Kar fırtınası sabahlara kadar durmuyor. Püfür püfür esiyor rüzgâr."
"Hem
de ne esiş ya "diye mırıldandı Meriç.
hayırlı bayramlar hüsyein hocam..ellerinize sağlık..
YanıtlaSilTeşekkür ederim Bilge Dünyamız. Size de iyi bayramlar.
SilHüseyin hocam, valla okurken üşüdüm:)öyle canlı anlatmışsınız ki..ayrıca makarna hiçbir zaman ekmeğin yerini tutmuyor tecrübeyle sabit, bazen ekmek almayı unuturum gitmeye de üşenirim, oradan biliyorum, arkadaş lavaşı getirince ne güzel oldu ama:)))arkadaşlık bu işte...elinize sağlık
YanıtlaSilHaklısın Müjde kardeşim. Tecrübe ile hareket etmek önemlidir.
Silİnsanın en umutsuz kaldığı bir anda uzanan sıcacık bir el insanı ne kadar mutlu eder. Tıpkı Binali'nin getirdiği lavaş gibi... Hocam yüreğiniz dert görmesin. Kaleminiz daim olsun. Aileniz ve sevdiklerinizle birlikte mutlu bayramlar diliyorum.
YanıtlaSilTeşekkür ederim Hanife Hanım. Sizinde aileniz ve sevdiklerinizle mutlu bir bayram geçirmenizi dilerim. Yorumunuzda da haklısınız. Selam ve saygılar.
SilMerhabalar Hüseyin Hocam.
YanıtlaSilİnternet bağlantım olmadığı için artık blog yazıp bloglar arasında ziyaretler yapamıyorum. Fırsat buldukça böyle eski dostluklarımızı yad etmek adına bloglara bir merhaba deme fırsatını buluyorum.
Her zaman ki gibi çok güzel bir şekilde kaleme aldığınız anılarınızdan bir bölümü daha büyük bir keyif alarak zevkle okudum.
İnşAllah bir daha ki sefere yine bir başka bölümü okuma fırsatı bulabilirim.
Selam ve dualarımla.