9 Eylül 2018 Pazar

ANADOLU İNSANI İŞTE BU


Muavine teşekkür edip, otobüsün önünde durduğu yazıhanenin az uzağında, camında büyük harflerle “ÇAY” yazan kafeteryaya doğru yürüdüm. Bitişiğindeki poğaçacıdan poğaça aldım. 
Poğaçalara birer sanat eseri gibi emek verilmişti. 
Elime aldığımda değme sanatçıya taş çıkarırcasına şekillendirilmiş poğaçaların önceki günden kaldıklarını taş gibi sert oluşlarından anlamıştım. 
Sıcak ve taze poğaça yeme isteğim kursağımda kalmıştı. 
Lakin çare yoktu. Açlığımı bastırmak zorundaydım. 
Soğuk havada, sıcak çorba çıkaran lokanta aramaya da zamanım yoktu. 
“Dişim kırılmaz inşallah” deyip gazete parçasına sarılı poğaçalarla kafeteryaya girdim.
Otobüsten inen yolcuların bir kısmı kafeteryada ileri geri volta atarak, bir kısmı da oturdukları masalarda ellerinde sıcak çay bardakları, içlerini ısıtmanın telaşındaydılar.  
Masaların etrafına toplanmış sohbet edenlerin yanı sıra bir kenarda sessizce ve meraklı bakışlarla çevresini izleyenler de vardı.
Kafeteryanın bir köşesinde sessiz ve sıkılgan tavırlı, yanında elini sıkıca tuttuğu küçük kızı olan genç kadın nereye gidiyordu acaba? 
Köyüne mi yoksa yaz boyu kaldığı köyünden kocasının çalıştığı şehre mi? 
Dünyanın gamını omuzlarında taşıyor gibiydi. Solgun yüzünü hafifçe öne eğmişti. Oturduğu sandalyede dizlerine başını koymuş kızının dağılmış saçlarını okşuyordu. Arada bir yorgun ve öfkeli bakışlarla etrafı süzüyordu. Gözleri alev topuydu sanki.
Çocuğu hafif iteledi. Küçük kız belli belirsiz şaşırdı, bocaladı, ürkek ceylan gibi anasına baktı.
“Acıktın mı kızım?”
Anasına tekrar sokulan küçük kız,”evet” dercesine anasının gözlerine baktı. 
Anası gözleriyle kızına “yürü” diye işaret etti. 
Ana- kız kafeteryanın kapısını açıp poğaçacıya doğru yöneldiler. 
İçimden “eyvah” dedim “küçük kız sert poğaçaları nasıl yer şimdi?”
Kadın tam poğaçacıya gidecek derken, otobüs yazıhanesine yöneldi, yazıhanenin önünde duran valizini açtı. İçinden büyükçe, sarıp sarmalanmış bir torbayı aldı. Soğuğun da etkisiyle hızlı adımlarla tekrar kafeteryaya döndü. Masalarda yer olmadığı için oturduğu sandalyenin üzerinde torbayı açtı. Önceden hazırlanmış böreklerden bir tanesini kızına verdi, birini de kendisi aldı. Küçük kız annesine teşekkür edercesine sevgiyle baktı. Annesi kızının başını okşadı.
Boğazıma bir yumruk gelip oturmuştu sanırsın o anda. Kendi çocuklarımı düşündüm. Ne yapar ne ederlerdi ben yokken?  
Havalar soğumaya, güneş fersizleşmeye başlamıştı artık. 
Kış her zamankinden erken gelmişti sanırım. 
“Üşütüp öksürmeseler ben dönene kadar” diye kendi kendime söylendim. 
Gerçi sağlık ocağı vardı köyde ama, ilaç almak için ilçeye gitmek gerekiyordu. Devlet memurluğu işte böyle bir şeydi. 
Zamansız tayinin çıktı mı, yollarda perişanlık başlar, kurulu düzenin bir anda alt üst olur. 
Bir süreliğine belirsizlik kaplar insanın ruhunu. 
Yıllarca görev yaptığım, yaşlısına, delikanlısına, gencine alıştığım yerden ayrılmak zor geliyordu bana. 
Köy kahvesindeki sohbetlere katılır, diğer öğretmen arkadaşlarla, kahvede ya da köşe başlarındaki konuşmalarda soluk alırdık zaman zaman. 
Lakin işte gün gelmiş, her zorluğu eşimin omuzlarına yüklemiş, yollara düşmüştüm. 
Düşüncelerin ağırlığı yüreğimin yorgunluğuna yorgunluk katıyordu. 
Ne oluyordu bana böyle? 
Son günlerde iyice duygusallaşmıştım.
Otobüs garajında bir o yana bir bu yana dolanan insanların yüzlerinde belli belirsiz bir telaş vardı. Kimisi gideceği yere gitmenin telaşıyla yazıhanelerden bilet alıyor, kimisi de otobüsün kalkma saatini sabırsızlıkla bekliyordu. 
Bir süre sonra küçük kız ve anası valizlerinin bulunduğu yazıhanenin önünde duran otobüse bindiler. Onlarda gurbete gitmenin yükünü yüreklerinde taşıyorlardı demek ki. 
Kadının solgun yüzünün nedeni belki de buydu.
“Anadolu insanı işte bu” diye düşündüm. 
Şehir yaşamına uyum sağlamaya çalışsalar da, unutulmaya yüz tutmuş kırsal yaşamın izlerini taşıyan kültür ve geleneklerinden kopmamışlardı. 
Anadolu’nun zengin kültürel mirasını çarpık bir modernleşmeye kurban etmemişlerdi. 
Vurmuşlardı kendilerini yollara. 
Gidenler, gelenler, ayrılanlar, kavuşanlar, yüreklerinde sıla hasretiyle yollarda savrulanlar…
Vardıkları her yerde yaşananları gönül gözüyle içine sindirenler kavruk yüzleriyle, nasırlaşmış elleriyle hayat mücadelesinden kopmadan geleceğe emin adımlarla yürümenin telaşındaydılar. Umutlarıyla, özlemleriyle, acılarıyla, sessiz çığlıklarıyla zorluklara ölesiye göğüs gerip hayata tutunmaya çalışan; varlığını da yokluğunu da kendine saklayan Anadolu insanı…


2 yorum:

  1. Poğaçanın da bayatı hiç çekilmez:( normalde böyle bir şeyi satmamaları gerekir para verip alıyoruz ama paramızla rezil oluyoruz:( oradan oraya savrulmak ne zor, ben çocuktum ama hatırlıyorum Erzurum, Ankara, bir ara Manisa. trenlerde azıklar yenirdi aynen o kadının börek çıkartması gibi...keşke aileler ayrı kalmasa ama öğretmen olunca çok oluyor eşlerden biri başka şehirde öğretmen, diğeri başka şehirde öğretmen, e yazık değil mi?

    Çok güzel anlatmışsınız hocam, elinize sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aynen doğru dersin Müjde Hanım. "Oradan oraya savrulmak" , geçim derdi, e3sorunlarla baş edebilme çabası, kırsalda yaşamın zorlaşmasının getirdiği göç olgusu, vsvs.

      Sil