26 Temmuz 2020 Pazar

HER ŞEY BANA SENİ SÖYLÜYOR



Geçenlerde bir dostla konuşuyordum. Kızgındı. Dahası anlam veremediği bazı olumsuzluklara şaşıp kaldığını söylüyordu. Toplumsal gerçekler yerine “havadan sudan” yazılarla, konularla uğraşır olmuştuk ona göre.
Geçmişi,  geçmişte olan bitenleri hafızamızın dışına attığımızdan yakınmıştı.
Toplumsal hafızamızın zayıflığını bir kez daha tescil etmek ve geçmişte bu toplumun yaşadığı travmaları anlatmak yerine “ sıradan” yazılarla kendimizi avuttuğumuzu söyledi.
"Toplumun geleceği için her daim doğru düşünmek zorundayız. Doğruları ve gerçekleri söylemenin ötekileştirilmesi kabul edilemez. Çünkü insanlığın bugünkü konuma gelmesinde ki en büyük güç hatalar değil doğrulardır." demişti.
Neki, çoktandır unuttuğumuz yada görmezden geldiğimiz, kendimiz gibi düşünmeyene “söylediklerinize katılmıyorum, ancak bunları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunuyorum” anlayışıdır.
Ancak, söz söyleme adına toplumun hassasiyetlerini göz ardı etmekte hiç kimsenin hakkı olmamalıdır.
İnsan önce kendisini değerli hissedecek ki çevresindeki varlıklara da yeterli değeri versin. Lakin, dünyada birçok insanın kendi varlığının bile farkında olduğundan kuşkuluyum. Çünkü bir insan heyecanı da, utancı, gururu, öfkeyi, çaresizliği de merak eder. Öğrenmeye heves eder.
"Her şey bana seni söylüyor," diyor Goethe.
Kısaca, eğer sen yeterince okumuyor, bilgi dağarcığını dolduramıyorsan.
Kendin olamıyorsan.
Beynimizin hücrelerinin resmini çeker gibi çoğu kez yaşananlara diğerinin gözlerinden bakarız. Farklı düşünmekten, doğruları sorgulamaktan kaçınırız. Kolay olanı seçeriz. Diğeri düşünsün, diğeri yapsın düşüncesindeyiz.
Unutmamak lazım. Farklı düşünenler, doğayı koruyan, saygı duyanlar, dolayısıyla insanlığın geleceğine saygı duyanlar da vardır.
"Amazon yerlilerinden genç avcı ilk çıktığı avın etini yemezmiş. Kırılgan bir fauna yaratmamak için de o hayvan türü avcıdan hep kaçarmış. Zaten bir hayvanı avcının karşısına çıkartmak için hangi hileler, ayartmalar kullanılırsa kullanılsın, doğa her daim kendi bildiğini okumuş, avcının karşısına çıkaracağı avı kendisi belirlemiştir."
İnsanoğlu bu süreçte kendisini doğanın dışına çekerek yaptığı bir çok şeyi doğanın karşısına birer kavram olarak koymuştur.
Sadece avcılık yapmakla kalmamış, gün gelmiş "insan insanın kurdu olmuştur." Yaşam alanlarını korumak, hakimiyet alanı oluşturmak, diğerini kendi çıkarları için kullanmak gibi çok değişik amaçlarla bir diğerinin yaşamına kast etmiştir.
Her daim kendine yontmuştur. Toplum demiş, kültür demiş, hak/hukuk demiş, tarih/edebiyat demiş, felsefe ve bilim demiş. Lakin demokrasi, evrensel kabul görmüş insan hakları, yaşam hakkı denince işine geleni yapmıştır.
Yaşadığım somut dünya ile kurgulamaya çalıştığım dünya arasında çok fark var. Caddelerde, sokak aralarında, anayollarda vızır vızır geçen arabalar ve korna sesleri. İşlerine bir an önce yetişme kaygısında olan insanların takım elbiseleri ve kravatları ile koşuşturmaları. Kimilerinin ellerinde ufak tefek tezgâhları ile bir an önce tezgâhlarını kurup “ gelll vatandaş...” diye bağırmanın dayanılmaz muzipliğini yaşamalarına şahit olurum. Soğuk havalarda üşüyen, ellerini ısıtmanın telaşı ile nefesinin sıcaklığına tutan ve üzerinde parkası olmayan öğrencilerin okul yolunda koşuşturmasına. Sırtında taşıyabileceğinden ağır çantası ile bir an önce okuluna kavuşmak ve sabahın ayazını dışarıda bırakmak için mücadele eden minik öğrencilere.
Metropollerde yaşam hem büyükler ve hem de öğrenciler için meşakkatlidir. Eviniz eğer varoşlarda ise koşuşturmanın soluksuzluğuna şahit olursunuz.
Gel gör ki toplumsal gerçekleri bire bir yaşamak için o toplumun bizzat içinde var olmak, toplumun hissettiklerini hissetmek gerekir.
Yaşam ne gariptir bazen. İnsanı, düşünmeye ve gözlem yapmaya itiyor ister istemez. Bir yandan dokununca açılıp kapanan kapılar ve bilgisayarla yönetilen dünya. Diğer yandan steril ortam dışında var olan gerçek yaşam.
Steril ortam dışında: İnsanlar soğuğa karşı bir sığınak olarak kullandıkları kafelerde ya da çay ocaklarında ısınmanın telaşındadırlar. Aralarında uyuşturucu bağımlılarına, açlara, evsizlere, sokak satıcılarına rastlamak şaşırtıcı değil.
Her gün bir yerlerde tekrarlanan bu sessiz trajedinin tanıkları olarak. Sanki hayat hep böyleymiş gibi, sanki her şey yolundaymış gibi ve zaten olması gereken de buymuş gibi üç maymunu oynamak nasıl bir duygudur bilinmez.
Yıllar öncesi öğretmenliğimin ilk yıllarında ve hatta ilk günlerinde doğunun kadim bir şehrinde yaşadıklarım hafızamın bir yerlerinde hiç uzaklaşmaz. Beyaz kâbus’un acımasızlığı ve rüzgârın bir şamar gibi insanların yüzüne vurması karşısındaki çaresizliği. O çaresizlik içinde küçük çay ocaklarında ısınmanın telaşı ile yanan sobanın etrafında yer almaya çalışan işsiz, yoksul, belki de cebinde çay parası olmayan; ancak sigarasından ciğerlerine çektiği dumanın verdiği keyifle etrafına onurlu ve güler yüzle bakan insanları anımsarım.
O yıllarda tanıdığım insanların ve çocuklarının bugün büyük şehirlerin varoşlarında sürdürdükleri yaşam koşullarını, sevdalarını, dostluklarını, sevgilerini, kahkahalarını, yoksulluklarını "erken açan erik çiçeği" anlatmalı.     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder