Geçenlerde bir dostla konuşuyordum. Kızgındı. Dahası
anlam veremediği bazı olumsuzluklara şaşıp kaldığını söylüyordu. Toplumsal
gerçekler yerine “havadan sudan”
yazılarla, konularla uğraşır olmuştuk ona göre.
Geçmişi, geçmişte olan bitenleri hafızamızın dışına
attığımızdan yakınmıştı.
Toplumsal hafızamızın zayıflığını bir kez daha tescil
etmek ve geçmişte bu toplumun yaşadığı travmaları anlatmak yerine “ sıradan” yazılarla kendimizi
avuttuğumuzu söyledi.
"Toplumun
geleceği için her daim doğru düşünmek zorundayız. Doğruları ve gerçekleri
söylemenin ötekileştirilmesi kabul edilemez. Çünkü insanlığın bugünkü konuma
gelmesinde ki en büyük güç hatalar değil doğrulardır." demişti.
Neki, çoktandır unuttuğumuz yada görmezden geldiğimiz,
kendimiz gibi düşünmeyene “söylediklerinize
katılmıyorum, ancak bunları söyleme hakkınızı sonuna kadar savunuyorum” anlayışıdır.
Ancak, söz söyleme adına toplumun hassasiyetlerini göz
ardı etmekte hiç kimsenin hakkı olmamalıdır.
İnsan önce kendisini değerli hissedecek
ki çevresindeki varlıklara da yeterli değeri versin. Lakin, dünyada birçok
insanın kendi varlığının bile farkında olduğundan kuşkuluyum. Çünkü bir insan
heyecanı da, utancı, gururu, öfkeyi, çaresizliği de merak eder. Öğrenmeye heves
eder.
"Her şey bana seni söylüyor," diyor Goethe.
Kısaca, eğer sen yeterince okumuyor,
bilgi dağarcığını dolduramıyorsan.
Kendin olamıyorsan.
Beynimizin hücrelerinin resmini çeker
gibi çoğu kez yaşananlara diğerinin gözlerinden bakarız. Farklı düşünmekten,
doğruları sorgulamaktan kaçınırız. Kolay olanı seçeriz. Diğeri düşünsün, diğeri
yapsın düşüncesindeyiz.
Unutmamak lazım. Farklı düşünenler,
doğayı koruyan, saygı duyanlar, dolayısıyla insanlığın geleceğine saygı
duyanlar da vardır.
"Amazon yerlilerinden genç avcı ilk çıktığı avın
etini yemezmiş. Kırılgan bir fauna yaratmamak için de o hayvan türü avcıdan hep
kaçarmış. Zaten bir hayvanı avcının karşısına çıkartmak için hangi hileler,
ayartmalar kullanılırsa kullanılsın, doğa her daim kendi bildiğini okumuş,
avcının karşısına çıkaracağı avı kendisi belirlemiştir."
İnsanoğlu bu süreçte kendisini doğanın
dışına çekerek yaptığı bir çok şeyi doğanın karşısına birer kavram olarak
koymuştur.
Sadece avcılık yapmakla kalmamış, gün
gelmiş "insan insanın kurdu
olmuştur." Yaşam alanlarını korumak, hakimiyet alanı oluşturmak,
diğerini kendi çıkarları için kullanmak gibi çok değişik amaçlarla bir
diğerinin yaşamına kast etmiştir.
Her daim kendine yontmuştur. Toplum
demiş, kültür demiş, hak/hukuk demiş, tarih/edebiyat demiş, felsefe ve bilim
demiş. Lakin demokrasi, evrensel kabul görmüş insan hakları, yaşam hakkı
denince işine geleni yapmıştır.
Yaşadığım somut dünya ile kurgulamaya çalıştığım dünya
arasında çok fark var. Caddelerde, sokak aralarında, anayollarda vızır vızır
geçen arabalar ve korna sesleri. İşlerine bir an önce yetişme kaygısında olan
insanların takım elbiseleri ve kravatları ile koşuşturmaları. Kimilerinin
ellerinde ufak tefek tezgâhları ile bir an önce tezgâhlarını kurup “ gelll vatandaş...” diye bağırmanın
dayanılmaz muzipliğini yaşamalarına şahit olurum. Soğuk havalarda üşüyen,
ellerini ısıtmanın telaşı ile nefesinin sıcaklığına tutan ve üzerinde parkası olmayan
öğrencilerin okul yolunda koşuşturmasına. Sırtında taşıyabileceğinden ağır
çantası ile bir an önce okuluna kavuşmak ve sabahın ayazını dışarıda bırakmak
için mücadele eden minik öğrencilere.
Metropollerde yaşam hem büyükler ve hem de öğrenciler
için meşakkatlidir. Eviniz eğer varoşlarda ise koşuşturmanın soluksuzluğuna
şahit olursunuz.
Gel gör ki toplumsal gerçekleri bire bir yaşamak için
o toplumun bizzat içinde var olmak, toplumun hissettiklerini hissetmek gerekir.
Yaşam ne gariptir bazen. İnsanı, düşünmeye ve gözlem
yapmaya itiyor ister istemez. Bir yandan dokununca açılıp kapanan kapılar ve
bilgisayarla yönetilen dünya. Diğer yandan steril ortam dışında var olan gerçek
yaşam.
Steril ortam dışında: İnsanlar soğuğa karşı bir
sığınak olarak kullandıkları kafelerde ya da çay ocaklarında ısınmanın
telaşındadırlar. Aralarında uyuşturucu bağımlılarına, açlara, evsizlere, sokak
satıcılarına rastlamak şaşırtıcı değil.
Her gün bir yerlerde tekrarlanan bu sessiz trajedinin
tanıkları olarak. Sanki hayat hep böyleymiş gibi, sanki her şey yolundaymış
gibi ve zaten olması gereken de buymuş gibi üç maymunu oynamak nasıl bir
duygudur bilinmez.
Yıllar öncesi öğretmenliğimin ilk yıllarında ve hatta
ilk günlerinde doğunun kadim bir şehrinde yaşadıklarım hafızamın bir
yerlerinde hiç uzaklaşmaz. Beyaz kâbus’un acımasızlığı ve rüzgârın bir şamar
gibi insanların yüzüne vurması karşısındaki çaresizliği. O çaresizlik içinde
küçük çay ocaklarında ısınmanın telaşı ile yanan sobanın etrafında yer almaya
çalışan işsiz, yoksul, belki de cebinde çay parası olmayan; ancak sigarasından
ciğerlerine çektiği dumanın verdiği keyifle etrafına onurlu ve güler yüzle
bakan insanları anımsarım.
O yıllarda tanıdığım insanların ve çocuklarının bugün
büyük şehirlerin varoşlarında sürdürdükleri yaşam koşullarını, sevdalarını,
dostluklarını, sevgilerini, kahkahalarını, yoksulluklarını "erken açan erik çiçeği" anlatmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder