Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre. Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşranın kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.
9 Mart 2025 Pazar
GEÇMİŞE YOLC ULUK
Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre. Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşranın kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.
28 Şubat 2025 Cuma
NE ZOR ŞİMDİ YUTKUNMAK
KADİM ANADOLU TOPRAKLARI
Ne canlar, ne gözler bu topraklarda geldi geçti kim bilir.
22 Şubat 2025 Cumartesi
AFGAN KIZI SEHER GÜL'ÜN YAŞADIĞI DRAM
Kış
gündönümünün soğuk günleri yaşanmakta. Doğa yaban yaşamınındır artık. Afgan
Çölü’nün sert yaşam koşullarında gri tepelerin derin vadilerinde hayatlarını
devam ettirmeye çalışır insanlar. Soğuk ve yoksulluk iliklerine kadar işler
Afganların. Coğrafya acımazsızdır. Himalaya dağlarının uzantısı olan Hindikuş
Dağları ile kuzeydeki Pamir Dağları üzerinde kar ve sis eksik olmaz.
Zor
coğrafyanın zor yaşam koşulları kadınları vurur en çok burada. Küçük yaşta
evlendirilen “çocuk gelin” konumundadır çoğu. Genç olmalarına karşın yaşlı
insanların sezgisine sahiptirler. Afgan savaşlarının ve Taliban yönetiminin uygulamalarının
sonucu en fazla ezilen de kadınlar olmuştur.
Taliban
yönetimden uzaklaşmış, Molla Ömer kayıplara karışmıştır lakin uygulamaları ve
zihniyetleri Afgan toplumunda değişmeden devam etmektedir. Burada evlilik
ticari bir anlaşmaya da benzetilebilir. Bu düşüncemi neden bu şekilde
söylüyorum çünkü orada yaşanan olaylar bu yargıya varmamıza neden oluyor.
Evlilik kurumuna yakışmayan durumları gördükçe insan şaşırıyor.
Afgan kızı Seher Gül’ün yaşadığı dram insanı şok ediyor. O bir çocuk gelin. Görmediği işkence yok. Fuhuşu reddettiği için eşinin ailesinden işkence görüyor. Çünkü eşinin ailesi onu fuhuşa zorluyor. O kabul etmiyor. Seher Gül tam altı ay boyunca evin bodrumunda bir tuvalete kapatılıyor. Tırnakları sökülüyor. Kızgın demirle dağlanıyor. Parmakları kırılıyor. Altı ay boyunca sadece yiyebileceği kadar yiyecek ve su veriliyor. Hücrede sanırsın. Sanırsın azılı bir katile bunlar yapılıyor. Gerçi insana yapılmaması gereken davranış bu yapılanlar. Aklın ve mantığın almayacağı bir durum. Hangi vicdan bu işkenceye razı olur. Hangi insan bunu yapar anlaşılır şey değil. Aileyi buna iten nasıl bir duygu ve bakış açısıdır anlamak mümkün değil.
Seher
Gül Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Baglan vilayetinde Afgan ordusunda bir
askerle evlendirilir. O günden sonra başlar kâbus dolu günler. Gördüğü
işkenceler sonrası ölmek üzere iken amcasının ihbarı üzerine, polis tarafından
yapılan bir operasyonla kurtarılır. Çekilen resimlerde yüzündeki işkence izleri
görülmektedir. Afgan doktorlar tedavisi için Hindistan’a gönderilmesi kararını
alırlar. Çünkü Afganistan’da tedavi için yeterli olanak ve donanım yoktur.
Seher
Gül’ün eşi ve kayınpederi firar eder.
Kocasının kız kardeşi ve kayınvalidesi gözaltına alınır. Afganistan’da
bu olay ne ilktir ne de son olacaktır. Sorumluların nadiren adalet önüne
çıkarıldığı düşünüldüğünde aksini düşünmek doğru değildir.
Afganistan, Hindistan, Yemen, Pakistan gibi çeşitli toplumlarda kadınların kendi eşlerini seçme hakkı saçmalık ve ahmaklık olarak görülmektedir. Evlilikte sevgiye, bireysel tercihe ve kişisel iradeye yer yoktur. Sağlam bir evliliğin iki kişinin anlaşması ile değil iki ailenin anlaşması ile mümkün olacağı düşünülmektedir.
Çocuk
yaşta denilecek gelinlerin kendi iradeleri ve istekleri doğrultusunda bir
başkası ile evlendirilmelerinin sonucunda görülen Seher Gül olayı benzeri
durumlar irdelendiğinde asıl saçmalığın ve ahmaklığın ne olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Burada
Taliban ve benzeri zihniyetin kadına bakış açısını irdelemeye gerek yok. Durumu
herkes biliyor. Taliban’da, Afganlı siyaset ve devlet adamları da, batı
toplumları da biliyor. Bamyandaki kayalara oyulmuş buda heykelinden hıncını
çıkarmaya çalışan ve heykelleri havaya uçurup darmadağın eden zihniyetten
kadına şefkatle yaklaşmasını beklemek iyimserlik olacaktır.
Afgan
toplumunda durum bu da Türkiye’de kimi yerlerde farklı mı?
Töre,
Berdel, aile Meclisi, çocuk gelinler derken ülkemizde yaşananların da kabul
edilmesi olası değildir.
Ağrı’nın
Eleşkirt ilçesi Cihanbeyli Köyü’nde kurtların kaçırdığı iddia edilen kadın,
dört gün sonra babasının evinde bulunuyor. Koca dayağından bıkan 15 yıllık evli
kadın S.A. ilginç bir plan uyguluyor. Üç ay boyunca kestiği kümes hayvanlarının
kanını biriktiriyor. Kaçacağı gün biriktirdiği kanı yere ve elbiselerinin
üzerine döküyor. Elbiselerini parçalayıp evin bahçesinde çeşitli yerlere
bırakıyor. Saçını kesip elbise parçalarının yanına bırakıyor ve kurt saldırısı
izlenimi veriyor.
S.A.
bunu neden yapıyor?
On
beş yıldır eşinden gördüğü şiddet nedeni ile yapıyor. Dayanacak gücü
kalmamıştır. Tek çıkar yol olarak bu planını uygulamayı görmüştür.
Kadına
dayak atan, yerde sürükleyen, söz ve yaşam hakkı vermeyen, tercih hakkı
vermeyen bir zihniyetten ne beklenir?
Afganlı
Seher Gül eşinin ailesinden işkence görmüş ölmek üzere iken kurtarılmıştır. S.A
on beş yıl eşinden dayak yemiş canını kurtarmanın yolunu kurt saldırısı
izlenimi veren bir planda görmüştür.
Her
iki olayda da kadına yapılan şiddet ve acımasızlık söz konusudur.
Yirmibirinci
yüzyılın ilk çeyreğinde farklı toplumlarda benzer olayların yaşanması ilginç
değil midir?
Bu
durumda hukukun üstünlüğü, adalet anlayışı, insan hak ve özgürlükleri, kadın
hakları, çocuk hakları ve sözleşmeleri ne işe yarıyor?
14 Şubat 2025 Cuma
OKKALI BİR TOKAT...
Sinan okul harçlığı için yaz tatillerinde köye gitmeyip, ilçede bulunan lokantalardan birinde garsonluk yaptı.
Her işin bir acemiliği var derler ya, Sinan'da işe girdiği ilk günlerde elinde bulunan tabakları yere düşürüp kırmış, istemeden kırdığını söylemesine rağmen lokanta sahibinden okkalı bir tokat yemiş ve azar işitmişti.
Yoksulluk böyle bir şeydi işte. İstemeden de olsa yapılan bir hata yüzünden dayak da yersin, acı söz de işitirsin.
O güne kadar babasından bir tek acı söz işitmeyen Sinan lokanta sahibinden yediği tokat ve işittiği sözler karşısında sesini çıkarmamış, acısını içine akıtarak susmuştu.
İlk dayağını yiyen Sinan'ın insanlara dair duyguları ve gözlemleri de böylece gelişmeye, olgunlaşmaya başlamıştı.
Paraya ihtiyaçları vardı.
Hiç olmazsa yaz tatillerinde okullar açılana kadar çalışmalıydı.
Anasının "Oğul, sen garsonluk nedir bilmezsin, yapamadığında seni kırar, üzerler gel vazgeç, tarlada babana ve kardeşlerine yardım edersin. Allah büyüktür elbet. Rızkımızı verir."
Demesine rağmen Sinan'ı ikna edememişti.
Kazandığı üç beş kuruşu babasına getirip verdi.
İlçede kiraladıkları evin ihtiyaçları ve kirası için. Babası ihtiyaçları karşılamakta zorlanıyordu.
Bazen kirayı zamanında veremiyordu.
Ev sahibinin "evden çıkın" tehditlerine maruz kalmamak, zamanında kirayı vermek, okul kıyafetlerini almak, zor zamanında babasının yanında olmaktı Sinan'ın amacı.
Çocukluk ve gençlik bir çeşit harikalar diyarı olsa da yaşanması gereken mutlu bir çocukluğu ne Sinan ne de kardeşleri yaşamamıştı.
Onların hikâyesi kırsalda gıdım
gıdım acı çeken çoğu yoksuldan farklı değildi.
9 Şubat 2025 Pazar
YAĞMURLU BİR GÜNDE
Protagoras’ın
bir sözü dikkatimi çekti kitapları karıştırırken.
“İnsan
her şeyin ölçüsüdür”.
Bir
gerçeği dile getirmiş yüzyıllar öncesinde Protagoras. Kaldı ki eski Yunan
felsefesinin özüdür insan. Her şey insan içindir. Sonsuz bir dünyada, sınırlı
bir yaşamda başka neye bel bağlayabiliriz geleceğimiz, yaşamımız için.
Oturduğum
ev ana caddeye on metre ya var ya yok. Her gün öğleye doğru, kimi zaman sonraki
saatlerde, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek almak için çıkarım sokağa, oradan
da caddeye.
Korna
sesleri cadde boyunca sağlı sollu yürüyen insan kalabalığına karışır. Sokak
satıcıları köşe başlarını tutmuştur çoktan. Açtıkları küçük tezgâhlarda o günkü
ekmek parasını çıkarmanın telaşındadırlar.
Havanın
soğuk olmasına aldırmadan iş yerinin kapısını sonuna kadar açık bırakan esnaf
gelecek müşteriyi bekler ellerini nefesiyle ısıtarak. AVM’lerin önlerinde
kadınların sebze meyve seçme çabaları alışıldık manzaradır artık çoğu kez.
Beni
huzursuz kılan, içimi acıtan görüntüye ise her gün rastlamak sıradanlaştı
artık.
Çoğu
yaşlı. Giysileri eski lakin temiz. Ayaklarına kat kat çorap geçirmişler
üşümemek için.
Bazen
caddeye çıkar çıkmaz kıyıda köşede görürüm onları. Bazen Metrobüs durağına
yakın köprünün üzerinde ya da yanında.
Yağmurlu
havalarda ıslanmamak için saçak altlarına sığınırlar ya da vitrin camlarının
yağmur almayan yerlerine. Sıklıkla binaların kuytuluklarındadırlar yağmurdan
korunmak için. O an sımsıkı sarılırlar üstlerinde kışa dair ne varsa artık. Bu
sırada ellerini ısıtırlar nefesleriyle.
Çünkü çok
çaba sarf etmelerine rağmen ellerinin üşümesini bir türlü önleyemezler yağmurun
durduğu anlarda. O yaşta, yağmura, soğuğa karşı sıcak bir ortamda bulunmaları
gerekirken.
Son
günlerde daha bir sıklıkla görür oldum onları. Havalar soğudu ondan mıdır
çevrede çoğalmaları. Uzak yerlere gidememeleri.
Açtıkları
avuçlarına konacak birkaç kuruş ile belki torunlarına bir çikolata, bir sıcak
ekmek alacaklar akşam hava karardığında eve giderken. Belki geceleri üşümemek
için biraz odun biraz kömür kim bilir. Belki de evde, gün batımında,
gelmelerini bekleyen yorgana sarılmış bir ihtiyardır, ömürleri birlikte geçmiş.
İçimi
burkan görüntülerin yok olmasını o kadar isterdim ki.
Ne güzel
demiş “ İnsan her şeyin ölçüsüdür” diye düşünür zamanında. Her şey
insanı sevmekle başlar. Bir insanı sevmekse giderek bütün insanlara yönelmek
değil midir?
Adaletsiz
bir dünyada sevgi olur mu peki?
Olmaz
elbet.
Adalet
kurulacaksa insan odaklı olmalı, sevgiyle kurulmalı. Tüm insanları sevgi
ortamında yaşatmalı, var etmeli.
İnsan
olmak, sorumluluk yanında onurla yoğrulmuş bir görev değil midir?
Günlük
rızkını çıkarmak için sabahın ayazında yola çıkan, gerçek ihtiyaç sahibi, yaşlı
insanlarımıza el açtırmamak için bilinçli olmalıyız, sorumluluklarımızı
bilmeliyiz.
Lakin bu
kolay ve ucuz bir iş değil.
Yaşam
koşulları zorlasa da insanı, sımsıkı sarılmalı insan sevgisine. Sahip çıkmalı
ekmek kavgasına. Fakat çıkınımızda eleştiriyi eksik etmeden yapmalı bunu.
26 Ocak 2025 Pazar
YÜZYIL ÖNCESİ YAŞANAN BİR DURUM
Cumhuriyetin ilk yılları
Biri savaşa sevdiklerini vermiş, Anadolu'nun bağrından İstanbul'a gelip geriye kalan torunları ile kiraladığı evde hayatta kalma mücadelesi vermekte.
Diğeri ömrü boyunca köşklerde saraylarda balodan baloya koşmuş, yokluk ve sıkıntı nedir bilmemiş, etrafındaki insanlara yukarıdan bakıp kendini bir şey sanan biri.
Aynı sokakta oturmaktalar.
Bir gün aynı toplantıya giderler.
Yaşlı kadın torunlarının giyecekleri yeni bir giysi alamadığı için evde bulunan eski perdelerin kumaşından elbise diktirir.
İyi niyetli bir Anadolu kadınıdır.
Toplantı salonuna gidince, salonda bulunan elit kesim (ki hemen hepsi cumhuriyet kurulmadan, düşman Anadolu'nun kadim topraklarından çıkarılmadan önce hanedanlık taraftarı olanlardır) kadını ve torunlarını adeta dışlarlar.
Diğernin etrafında adeta pervane olurlar.
Torunlar durumun farkındadır.
Lakin yaşlı kadın kendisine yönelen bakışları iyi niyetli sanıp gururlanır.
Torunları önce anneannelerinden utanırlar.
Sonra düşününce asıl utanılacak olanın anneanneleri değil, dalga geçmek için fırsat kollayan asalaklar olduğunu düşünürler.
Anneanneleri ise, insan kendisinde ne varsa, etrafında da o var sanmaktadır.
Bu olay bize, halka yukarıdan bakanların değil, halkı kucaklayan insanların önemini göstermektedir.
NOT; Ece Temelkuran'ın DEVİR adlı romanında anlatılan durum...
21 Ocak 2025 Salı
EY KURU ÇEŞMELERDE SU DİYE DURAN BACI
Bazen belgesellerde izleriz onu. Bazen doğada. Ama hep
izleriz. Yolumuz daima onun yanına düşer. Çünkü o yaşamın ve yerkürenin alın
çizgisidir.
O bazen bir ırmakta, gölde, bazen bulutta, bazen
topraktadır. Ama o hep vardır.
Yaşamın kaynağı su dur o.
Uğruna kızgın çölde dörtnala koşan Arap atlarının,
yüce dağ başlarında kartalların, bozkırda umuda koşarcasına suya koşan
güvercinlerin kadersizliğidir.
Kışın karın örttüğü gri tarladır, rüzgârın tepesinde
uğuldadığı.
Renksiz bir şafak vaktinde, dik bir vadinin kıyısında
kurduğu çadırında ısınmak için buzla kaplı vadiyi seyrederek hayatta kalmaya
çalışan bir dağcıdır o.
Biliyoruz ki kalkınmanın, refahın, eğitimin, kültürün,
tarımın, sağlığın, sanayinin temel kaynağı su dur.
Su buluttur. Yağmurdur, mühendisliktir, barajdır,
ulaştırmadır, haberleşmedir.
Bir damlası için, Ceylanın narin bacaklarını toprağın
çatlaklarında kırmasıdır.
Su ağıttır, şairin dilinde yankılanan.
“Ey kuru çeşmelerde su diye duran bacı…
Bu yıl da gözyaşınla doldurup git bakracı…
Gene de avunmazsa içini yakan acı…
Az daha sık dişini ne var, erken ölecek…
Ferhat dağı delecek, Urfa’ya su gelecek…”
Urfalı şair Hulusi Kılıçaslan’ın dizelerinde bir tokat
gibi patlayan ve yokluğunda yaşamın sona ermesidir su.
Yüzyıllardır kültürlerin oluşmasına rehberlik eden su
ne eskiden olduğu gibi özgürce koşmaktadır gideceği yere, ne de kültürlere
kaynaklık etmektedir artık.
Havayı, toprağı kirleten, kullanılmaz kılmak için çaba
veren insanoğlunun hoyratlığından nasibini almıştır. Almaktadır.
Barajlara hapsedilmesi, kelepçe vurulması bir yana
yaşama kaynaklık etmesine de engel olunmaktadır. Bilinçli ya da bilinçsiz.
Kaderi suya bağlı uçsuz bucaksız ovaları yaşanılabilir
yer olmaktan –yaşama kaynaklık eden suyu yok ederek, hoyratça kullanarak ve
kirleterek- hızla çıkarıyoruz.
Uğruna ağıtların, türkülerin, destanların yazıldığı,
nice koç yiğitlerin Ferhat olup çağıldadığı, varlığı ile nice medeniyetlerin
varlığını sürdürdüğü, yokluğu ile yok olup gittiği, kimi zaman kutsal bilinip
sevgi ile kucaklandığı ve fakat yokluğu ile giderek vatan parçasına dönüşen bir
alınyazısıdır o.
Devasa bir yeşilliğin içinde ışıl ışıl eden bir çam
korusunun yamaç aşağı inmesini -güneşin bulutla oyununda- ufukta yanıp sönen
kaya parçası üzerinde seyretmek ve o koruya hayat verenin su olduğunu bilmek
kadar güzel ne vardır.
Tepe noktasında rüzgârın salladığı dallarının
çıkardığı hışırtı dışında sessizliğin olduğu ağaç diplerinden akıp giden suyun
kenarında; uzakta lavanta çiçekleri arasında ki çulluğun varlığını, keçiyolunda
bir katırın tırnağının çıkardığı tiz sesleri, sürülerin susuzluğunu gidermek
için koşuşunu izlemek kadar mutluluk verici ne vardır.
Askerin matarasında kurumuş dudakları ıslatan,
Çanakkale de Seyit onbaşıya güç veren su, güneşin zalim ve kavurucu sıcaklarında
sığınılacak bir yaşam kaynağı olmasının devam ettirilmesi kadar Anadolu
toprağını sevindirecek ne vardır.
20 Ocak 2025 Pazartesi
UMUDA VE CESARETE İHTİYACIMIZ VAR
Eğer yaşam akan bir ırmak ise. O ırmağın bize
öğrettikleri vardır. Şaşkınlıkla karşılanan öğrenilenlerin yanısıra
benimsenenleri de bir kenara not etmek lazım.
Bu bağlamda, günlük yaşamda her karşılaşma, her
öğrenilen; insan üzerinde bir etkileşimin, durulan yerin sembolüdür.
Lakin, her karşılaşma ve öğrenilen ile etkileşime girmek
yorucu olabilir. Bu durumda belirgin, gerçekçi örneklere odaklanmak yaşamımızı
kolaylaştıracaktır.
Varlığımızı sürdürmenin yolu, başkalarının bize
önerecekleri yöntem ve verecekleri icazet ile olmamalı, kendi düşüncemiz
geçerli olmalıdır.
Her insanın duyguları, yargıları vardır. Öyle anlar var
ki, kimi zaman yardım etme amaçlı yaklaşımda, kimi zaman da zor durumda bırakma
amaçlı yaklaşımda duygular ve yargılar harekete geçer.
Babam çiftçiydi.
Uzun yıllar çiftçilikle uğraştı.
Bizler henüz çocuktuk.
Rahmetli babam, Köydeki ilkokul da değil, ilkokul dahil
ortaokul ve liseyi ilçe merkezinde okumamız için elinden geleni yaptı.
Çok iyi hatırlıyorum. Köylüler babama; "okuyup da ne olacaklar, köyde
kalsınlar sana yardımları olur. Bak tek başına sıkıntılı anlar yaşıyorsun"
derlerdi. Babam hiçbirini, çok ağır çalışma koşulları olmasına rağmen
dikkate almadı. Kendi duyguları ve yargıları ile hareket etti. Belki çok fazla
zorluk çekti ama bizlerin okuyup meslek sahibi olmamız için kararlı duruşundan vazgeçmedi.
Söylenenler karşısında her daim verdiği cevap; "umuda ve cesarete ihtiyacımız var.
Umudu kimse bize vermez, kendimiz yaratacağız. Cesareti kendi benliğimizde
bulacağız. Çocuklarımın okuması için var gücümle çalışacağım. Söylenenlerin,
şunu yap bunu yap diye icazet verenlerin hiçbiri umurumda değil. Önemli olan
çocuklarımın, benim gibi çok zor ve ağır koşullarda yaşamlarını devam
ettirmemesidir" olmuştur.
Geleceği şekillendirecek olan da babamın bu düşüncesidir.
GEÇMİŞİ UNUTMAMALI İNSAN
Geçmişi unutmamalı insan.
Yük teknelerini
Kağnı gıcırtılarını
İnce çarıklı
Çoğu zaman yalınayak kadınları, çocukları, yaşlıları
"İstikal Yolu"nda bebesini karakışa kurban veren
Kastamonulu Şerife Bacıyı
Ege'de Çete Ayşe'yi
Gökçen Efe'yi
Şehit Cafer'i
Çakırcalıyı
Atçalı Kel Mehmet'i
Erzurum'da Nene Hatun'u
Kara Fatmaları ve daha nicelerini.
Yolu izi olmayan coğrafyaları.
Ağa baskısından yorulanları
Üç kuruş için canından olanları
Ve dahi rantçıyı
Üçkağıtçıyı
Yalancıyı
Ahlaksızı
Çıkarcıyı
Feodal kalıntıları.