18 Kasım 2024 Pazartesi

KARDA KIŞTA ÇALIŞAN


 Bizler Anadolu kadınını fotoğraftaki resimlerde olduğu gibi tanıdık.

Anadolu kadını hala benzer şekilde yaşamını devam ettiriyor.
Zorluklara eşi ile birlikte direniyor.
Çoluk çocuğunun geleceği için mücadele ediyor.
Kadını dört duvar arasına sokmaya çalışanlar mı haklı yoksa eşi ile birlikte tarlada, tapanda çalışan kadının davranışı mı doğru?


Kadının çalışma hayatına katılması, eğitim görmesi, toplumun ekonomik yönden gelişmesini sağlayacaktır.
Bakınız "Gazali" kadını nasıl değerlendiriyor: "Kadın evinde oturup yününü örmeli ve ev işleriyle meşgul olmalıdır. Yüksek yerlere çıkıp etrafı uzun boylu gözetmemeli, komşulara, gelen geçene bakmamalıdır...."
Karda kışta çalışan, tarlada tapanda çalışan kadınlar mı doğruyu yapıyor, yoksa Gazali mi doğruyu söylüyor?
Bunların yüzyıllarca kadına bakış açısı bu...
Bu zihniyet ile yan yana olmayı doğru bulmuyorum, onlar yoluna bizler yolumuza, bizler yolumuza Atatürk 'ün benimsediği kadın erkek eşitliği bağlamında devam edeceğiz, kadının dört duvar arasına sıkışıp kalması bizim düşüncemizle bağdaşmaz, bizler Anadolu'da evinin her türlü işini eşi ve çocukları ile birlikte yapanların doğru davrandığı düşüncesindeyiz..
Bizim kadına bakış açımız her daim kadının bilgisi , yaptığı işe olan inancı , çalışkanlığı , vicdanı, merhameti ve sevgisi bağlamındadır.


15 Kasım 2024 Cuma

BAZEN SÖZ HÜKMÜNÜ YİTİRİR


Bazen söz hükmünü yitirir.

Günlerce, aylarca, yıllarca
Belki de bir ömür
İzi kalır zamansız gidişlerin...

Kurgulanmış yaşamlar, yaşanacaklar insan belleğinde bir kaygıdır. Düşünemezseniz, anlayamazsınız. Düşünmek ve anlamak ciddi bir deneyimdir. O deneyimin gücünü hissedemeyenler savrulur gider yaşam çizgisinde amaçsızca.

Önemsiz diye nitelenen ayrıntılar, hayatta kilit rol oynar.
Ayrıntı diye nitelendirilen, önemsiz deyip geçilen yaşanılanlar gün gelir devran döner sıkıntı oluşturur.
Etrafta olan bitenler ve insan davranışları hayatı doğrudan etkiler.
Bu bağlamda, etrafımızda ki insan davranışlarına dikkat etmekle oluşabilecek olumsuzluklara meydan vermemiş oluruz.
Bu davranışlar, hayatı kolaylaştıracağı gibi zorlaştırabilirde.
Sonuçta yaşanacak hüzün ve kafa karışıklığı, beraberinde çözümsüzlüğüde getirebilir.


5 Kasım 2024 Salı

DÜN OLDUĞU GİBİ BUGÜNÜMÜZE DE KENDİMİZ KARAR VERMELİYİZ...


 

Yaşam bütünseldir. O bütünsellik içinde yaşanan acılar, coşkular vardır. Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır sessiz ve derinden gelen. Bunlar yaşamın gerçeğidir. O gerçeklerden uzak durmak, o gerçekleri anlamamak şaşırtıcı ve bencilce bir duygudur.

Geçmişimiz, bugünümüz ve özümüz yani öz benliğimiz, düşüncemiz önemlidir. Yaşadığımız şeylerde önemlidir. Fakat asıl olan, onları kendimizde niçin ve nasıl yaşattığımızdır. Dünü olduğu gibi bugünü de nasıl yaşayacağımıza kendimiz karar vermeliyiz. Kendimizle ya da diğerleri ile ilgili kararlarımızda vicdanımızın doğru bildiğini yapmalıyız. Başkalarının beğenmesi için karar alıp yola çıkmamalıyız.

Yaşam bütünseldir dediğimde bir arkadaşım aynen şunları söyledi. “‘Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır’ diyorsunuz. Bence önemli olan hayatımızda bu duygulardan hangisinin ağır bastığıdır. Kaçınılmaz gerçekler olsa da bu duygulardan ne kadarı yaşamımızı etkiliyor, bu çok önemli bence. Hayatta yaşanacak ne varsa yaşıyoruz ama buna kendimiz karar veremiyoruz. Dün de biz karar veremedik bugünde.”  Ve ekliyor “eğer kararı biz kendimiz verebilseydik son yıllarda yaşadıklarımı asla yaşamak istemezdim”. Sözünü ise şöyle bitiriyor “hayatımda hak etmediğim olumsuzluklara engel olur onları yaşamazdım”.

Bir başkası “vicdanım rahat” diyor “çünkü vicdanımı rahatsız edecek bir yanılgıya düşmedim”. İnsanların kendi özünü ve geçmişini, geleceğini aramasında ve sorgulamasında şaşılacak bir şey yok. Çünkü insanlar kimlikleri ile yaşarlar. Hangi yaşta olursa olsun kendilerini ararlar, sorgularlar. Yaşamlarında olan bitenleri mantıklarıyla bütünleştirmeye çalışır, akıl süzgecinden geçirirler. Tüm bu olgular olurken güven duygusunu aramak ve o duygu ile bütünleşmek önemlidir. Kimisi bu duyguyu asla bulamaz kimisi içinse sorun olmaz.

İnsanlarda sevgi ve anlayış, sevildiğine ve sayıldığına olan inanç da önemlidir. Bu inancı aramaktan asla vazgeçmezler. Tıpkı şairin şiirin gizeminden vazgeçemediği gibi.

Yaşamımızda kadın, erkek, genç, yaşlı hiç fark etmez. İnsan olması gerektiği gibi yaşar. Bu yaşamında çevresi etken olduğu gibi ailesi ve sokak da etkendir. Aldığı eğitimin yanı sıra içinde yetiştiği kültürde önemlidir. Edindikleri ya da edinmeye çalıştıkları misyon da önemlidir. Misyonun yaşama katkısı gri görüntüyü azaltır. İnsan bir şekilde kendisini anlatmak durumundadır. Bunu yaşam hattında zaten yapar. Gri bir yaşam tarzında sıkılmak, sıradanlık, boşluk hissi hayatta gelgitler yaratır. O gelgitlere maruz kalmamak için doğru karar vermek, olan bitenleri doğru okumak, volkanlara, tsunami ve depremlere yenik düşmemek için misyonumuzu doğru yöne kanalize etmemiz çok önemlidir.

Toplumumuzun kadına bakış açısını ele alalım. Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen orta çağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde gidip gelmeler. Kaburga kırmalar, yüzlerde morartılar, cinayetler. Bunun sonucunda oluşan dramlar ve sendromlar. Görücü usulü ile evlenip, hem de erken yaşta, anlaşamayan ve bir şekilde yaşamları zindan olanlar. Deyim yerinde ise bileklerine aile çevresince kelepçe vurulanlar. Ve yaşamlarını dizayn ederken istediği ile değil diğeri ile yaşamak zorunda kalanlar. Hırpalanan, ötelenen, sevme ve sevebilme ihtimalini unutanlar.

Adıyaman’da ailesi tarafından iki yıl önce zorla evlendirilen bir kız çocuğu “annemi, babamı, kardeşlerimi iki yıldır görmüyorum, çok özledim” diyerek söze başlıyor. Küçük kız, kendisini görmeye gelenlerden hangisinin “damat” olduğunu bilmeden evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini anlatıyor. Beş bine satılan çocuklardan biri o. Ya onun gibi yüzlercesi. Bu bir “köle pazarı mıdır” diye manşet atan gazete yanlış mıdır?

Bu ve benzeri yaşananlar, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanlar. Doğaldır ki insan dimağında yerlerini alacaktır, almıştır, almaktadır.

Yaşam savaşçısı olmak, güven duygusunu kaybetmemek lazım. Velev ki bir hata söz konusu, bu durumda, “kıyamet kopuyor” yerine insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerine saygı duymaları gerekir. Kendimize ve başkalarına “vize” uygulamak doğru değildir aykırı olmak da. Yaşamı değiştirmek için başkalarını “anlama” ya çalışmak, diğer renkleri görmeye çalışmak için çok da fazla bir gayret gerekmez aslında. Yeter ki anlayışlı olalım. Düşüncelere saygı duymasını bilelim.

31 Ekim 2024 Perşembe

HER OLAY MUTLAKA BİR SONUÇ DOĞURUR


 

Öyle anlar var ki, insanlarda var olan güven olgusunu yok eden. Güven yoksa yapılanların inandırıcılığı kalmaz. Güven duyma isteği başkasından insanca muamele görme algısının ilk basamağıdır. Kaybolursa tekrar kazanmak zordur.

İnsanlar arasında sürüp giden diyalog yok olmamalıdır. Yalana başvurulmamalıdır. Hiç kimse küçümsenmemelidir. Hiçbir insan her ne sebeple olursa olsun ötekileştirilmemelidir. İnsana saygı bunu gerektirir. Demokratik kurallar bağlamında kabul gören insan haklarının da gereği budur.

Aslında yanlışı yapana yaptığını kabullendirmek mümkün değildir. Çünkü yaptığının doğruluğuna inandırılmıştır. Şartlandırılmıştır. O doğrultuda eğitim almıştır. Soyut düşünmektedir. Kabul ettiği düşünceden farklı bir düşünceye  inandırmak zordur.

Yanlışın kabul görüldüğü, gerçeğin hiçe sayıldığı bir ortamda var olmak kolay değildir. Herhangi bir konuda önyargılı olmak doğru değilse, gerçeği saptırmak da doğru değildir.

Her olay mutlaka bir sonuç doğurur. Etki tepki meselesidir bu. Olayın mahiyetine göre gösterilecek tepki ya da kabul durumu da önemlidir. Toplumun kabullenmeyeceği bir yaklaşımda bulunmak elbette beraberinde tepkiyi de getirecektir.

Durup dururken de tepkiye neden olacak yaklaşımlardan kaçınmak toplumun algısı ve güven içinde yaşaması için önemlidir. Yazıp çizerken ya da yaşananlara yorum yaparken buna dikkat etmek gerekir.

Hayatta araya mesafe koyacağımız insanlar mutlaka vardır. Bunu yaparken; kırarak, dökerek değil, yanlış olanı anlatarak yapmalıyız. Anlamayanı da hayatımızda çıkarmalıyız. Dost olup güveneceğimiz insanlarda azımsanmayacak kadar çoktur hiç şüphesiz. İnsanları tanımak kolay değildir, bu aynı zamanda herkesin isteğidir.


AYRILIK



 

Bahçenin uzak köşesinde yüzünü güneşe vermiş düşünüyordu. Kuşkular ve tedirginlikler içinde kıvranıp avuçlarını kan ter içinde kalırcasına sıkıyordu. Gözlerinin etrafı hafiften morarmıştı. Beklenmedik bir yağmurun ılık, ama serinletici damlalarına nasıl söz anlatılamazsa o da yüreğine söz anlatamıyordu. Ve kendisine uzanacak o ince narin parmakları hayal ediyordu.

Oysaki saçların rüzgârla dağılırken, sen onun içindeki acıdan habersizdin. Nasıl bir hüzün ve ızdırap içinde olduğunu hesap edemiyordun. Edemezdin de zaten.  Çünkü farkında bile değildin… Farkında değildin içten içe yüreğini kuşatan, kimi zaman mutluluk, kimi zaman bir damla gözyaşı olan acı, hüzün ve mutluluğun.

Ve sen doğaldır ki sessizce yaşanan acıları, coşkuları, beklentileri ne izliyor ne görüyor ne de biliyordun.

Uzunca bir zamanı geride bıraktığında çektiği acılar dayanılmaz olmuştu. Ne güzel bir söz söylemesini becerebilirdi, ne de sevgi sözcüklerini mırıldanabilirdi.

Sonra… Evet, sonra mektuplar geldi aklına. Kokusu, tadı, insanı alıp dağlara, kırlara götüren mektuplar. Giz dolu, sır dolu mektuplar. İnsanın içini sızlatan, yüreğini burkan, duygu seline bırakan mektuplar. Anaların oğullarına seslendiği, özlem ve gözyaşı kokan mektuplar.

Gözlerinde mutluluk ışıkları yandı söndü. Mürekkebi kâğıda iyice sinsin diye sözcükleri yavaşça ve bir sanatçının titizliğiyle oya gibi işledi mektubuna. Acı ile birlikte sevgiyi de yüreğinde hissetsin diye özenle seçti kelimeleri. İstedi ki incinmesin, kırılmasın. Acı biber yemiş gibi yüreği yansın, burkulsun. Biliyordu ki acı güzel şeydi. İnsanın içi yanardı ama bir türlü vazgeçemezdi acıdan.

Ne ki, acıyı da sevgiyi de insanlığı da çok gördüler. Yalansız yaşamak isterdim dediğinde bile yüreğini cehaletin en onulmaz yalanları ile doldurduklarının farkında bile değildin. Oysa yıllarca kendi yalanımızın da başkalarının yalanının da yükünü taşımıştık omuzlarımızda. Bedeller ödenmişti orta çağda da günümüzde de. Ödemeye de devam ediyorduk.

Yalan söyleyenlerin yalanları ile geleceği yakalamayı başarabilmek çok zordu. Kuşkular ve korkular bir kez yüreğine işlemişti.

Sen batıya diğeri doğuya gittiğinde yalan imparatorluğu hâkimiyetini çoktan kurmuştu. Günün birinde yıkılmaman ve yok sayılmaman için direnmen gerektiğini biliyordun. Ama direnemedin.

Şunu hiç unutma ki geleceği inşa ederken yalanlardan kurtulmanın yolu geçmişi iyi anlamaktan geçer. 

20 Mart 2010 /ANKARA / Bozkırda Akan Irmak çalışmamdan bir bölüm...

29 Ekim 2024 Salı

BİR ANANIN ÇIĞLIĞI


 (Canım kardeşimin anısına, yokluğun bir hançer gibi ciğerimizde saplı hala)

Yoğun düşünceler yorgun bedeninde belirsiz bir titreşimle ağırlık yapıyor, zihninin düşsel tozlarını damla damla akıtıyordu.
Karanlık aydınlığa dönüşmeye başlamıştı.
Tan ağartısı karanlıktan maviliğe uzanan bir çizgiydi artık.
Umutsuzluğun en koyusunu yaşıyordu.
Dünün indirdiği ağır sille etrafı kapkaranlık bir sis mantosuyla kaplamıştı.
Gözyaşları artık akmıyordu.
Ağlamaktan kızarmış göz pınarları kurumuştu sanırsın sonsuza kadar.
Öylesine hüzün doluydu şafak vakti.
Bankın üzerinde yorgun bedeni uyuşmuştu. Hafifçe doğruldu.
Oğlunun son anlarını, sevgiyle bakan gözlerini, kurtulma ümidini kaybetmeyişini anımsadı. Yutkundu.
Bir annenin hastane bahçesinde kuşların kanatlarında çıkardığı sessiz çığlık ve hüzün acıya dönüşmüştü.
Neden diye sorguluyordu.
Neden ilkyaz sürgünü veren topraklarda akan bunca kan, neden bu kin?
Yoketmek yaşamakla eşanlamlı olabilir mi?
Bu bir varoluş mudur?
Bu nasıl bir anlayıştır?
İnsan kendi olmalıdır.
Kendi olmaktan, kimliğinden, kişiliğinden koparılmış; anti-insan görüntüsü üzerine kurgulu eylem ve etkinliklere karşı birey olmanın sorumluluğuyla hareket etmeli, düşlerini çoğaltmalı insanlık adına.
Oğlunu kaybetmiş bir annenin çığlığı yükseliyordu hastane bahçesinde.
Yüreği olan insanı sarsan.
Donup kalırsınız o an.
Kıpırdayamazsınız.
Bir delikanlı ve bir anne.
Bir bayram günü akşamında gelen hüzün ve acı.
Yıllar yılı unutulmayacak gerçek bir öykü. Yaşanmış, yılların gerisinde kalmış, silinip gitmemiş.
Sararmış siyah beyaz fotoğrafları her an aklınıza getirir.
Sabahın ayazında oğlunu düşündü.
Ne çok severdi çiçekleri, kuşları, böcekleri, sokak köpeklerini, kedileri, koyunları, dağların bulutlarla kaplı doruklarını, yeşil tarlaları.
Ne de güzel gülümserdi.
Gözleri bir çiçek gibi pırıl pırıldı.
Aydınlıktı her daim.
Lakin hayat denen şey işte böyle bir şeydi. Varlığı ve düşüncesi insani olmayan birinin hoyrat eliyle kayıp gidiyordu bir anda.
Hem de en zorlu acıları geride bırakarak.
Bu kör döngünün içine sıkışıp kalan insanlık, insanlar.
Akşamdan bu yana ağlamaktan ne bir yudum su içmiş ne de bir lokma bir şey yemişti.
Ne susuzluğu ne de açlığını hatırlamıştı. Gecenin koyusunda yorgun düşmüş bedeni hastane bahçesindeki bankın üzerinde sessizliğe bürünmüştü bir süre sonra.
O andan şafak vaktine kadar gözleri yorgun bedene isyan etmişti.
Düşünmüştü sadece.
Oğlunu geri getirmenin olanağı yoktu artık.
Büyük oğlu ve eşi yolda olmalıydılar.
Az sonra gelirlerdi onlarda.
Eşi ile anca sığmışlardı taksiye.
Ya da o anın karmaşasında büyük oğlu ve eşi de gelmek istemiş kim bilir belki de taksici acele etmiş beklememişti.
Hatırlamıyordu o an olanları.
Her şey bulanıktı sanırsın.
Şoförün “ana” demesiyle gözlerini açtı.
Elinde dumanı tüten bir bardak çayla kesekâğıdı torbası içindeki poğaçaları uzattı. Ana şoförün yüzüne bir an minnetle baktı. Lakin belli etmemeye çalışarak içinde “oğlum sende dünden buyana perişan oldun “diye geçirdi.
Şoför ananın içinden geçenleri anlamışçasına alması için ısrar edip “al ana bir yudum sıcak çay iç, bir lokma bir şey ye.
Eminim ki oğlunda bunu isterdi “dedi.
Ana uzatılanları sessizce aldı bankın üzerine bıraktı.
İçi yanıyordu.
Kurumuş dudakları ve kavrulmuş yüreğine rağmen ne bir lokma bir şey yiyebilecek dermanı vardı ne de bir yudum bir şey içecek takadı.
İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu.
Şoför anayı acısıyla yalnız bırakmak istemiyordu.
O kendine emanetti çünkü.
Oğlu ve eşi geldiğinde ancak rahatlardı.
Anayı gözden kaybetmeden görebileceği uzak bir noktaya çekildi.
Sigara paketinden çıkardığı sigarayı alelacele yaktı.
Olduğu yere dizlerinin üzerine çömeldi. Sigarasından derin bir nefes çekti.
Hastane pencerelerinin gri dış kanatları göz alıcı bir şekilde parlıyor, gün ışığını yansıtıyordu.
Bahçenin bir kenarında akasya ağaçları ve çam ağaçları iç içe geçmiş yeşillikleriyle bahçeyi örtüyordu.
Bahçenin kuytu köşeleri özellikle yapılmış hissi veriyordu.
Acısını akıtmak isteyenlerin gidecekleri bir yerdi sanırsın.
Bahçenin etrafı yabani otlarla kaplanmıştı. Kaldırımların kenarlarında otlar fışkırıyordu.
Ön kısımda yer alan geniş yerde ise hastane araçlarıyla, ziyaretçilerin ve hasta yakınlarının araçları sıra sıra dizilmişti.
Gün yükseldikçe etrafta sesler artmaya, kalabalıklar sel olup hastaneye akmaya başlamıştı.
İnsanoğlu her şeyi dar bir çatlaktan sızan ışık içinde görmek yerine neden daha geniş bir alanı tercih etmez, birey olmanın sorumluluğunu yerine getirmezdi ki.
Her şeyi dev mağaranın karanlık dehlizlerinde düşünmek yerine; dağları, güneşi, bulutları, yıldızları, kuşları görebilecek; anlayabilecek bir açıklıkta düşünmezdi?
İnsan olmanın sorumluluğu bu kadar mı zordu?
Heyecan içinde karşılıklı anlayışla bir birine insanca yaklaşmak bu kadar mı zordu?
Bu düşüncelerle şoför az ilerde oturan anaya acıyarak; lakin içinde büyük bir ızdırap hissederek bakıyor, baktıkça da gözleri nemleniyordu.

27 Ekim 2024 Pazar

BALYOZ ETKİSİ

Senaca stoacı uslubuyla şöyle der, "hayırlardan gelen iyilikler temenniye, talihsizliklerden gelenler ise takdire değerdir."
Hiç kuşku yok ki, insanlar arasında yetki sahibi olanlar gün gelir, devran döner kendilerine yabancılaşırlar.
İnsan aşırı katı ve yıkıcı, ötekileştirici olmamalı.İnsan ilişkileri, yaşamı öteden beri taşlara, ağaçlara resmedilmiştir.
Yaşam kulvarında gün gelir hayata dair roman ve öykü okuruz.
Yaşanan zorluklara, sevinç ve acılara, yok oluşlara tanık olanların bıraktığı izlerdir o roman ve öyküler.
Tarihin sessiz tanıklarıdır onlar.
Marquez ve Yaşar Kemal gibi anlatıcıların kalemleri sayesinde insan topluluklarını birer birey olarak algıladık.
Okuduğumuz roman ve öykü kahramanları bulundukları toplumun bazen en acımasızı, bazen kaybedilen erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsüdür.
"Kaybetmek" ve "kazanmak" bireylerin gerçeğidir.
Lakin "teslimiyet" karanlığa hapsolmaktır.
Birey karanlığa hapsolmamalıdır.
Yaşanan acı ne denli zorlu olursa olsun dik durmasını bilmelidir.
İnsanın başında yaşamı boyunca çok farklı olaylar geçer.
Dayanılmayacak acıları çeker.
Sevinçleri yaşar.
Kaybettikleri "üzerine vurulan balyoz etkisi" yapar.
Lakin o "balyoz etkisini" etkisiz hale getirmek yine ona düşer.
Öyle anlar vardır ki tutunacak dal kalmaz. Tutunulan dal elimizin altında, gözümüzün önünde kayıp gitmiştir.
Ve işte tam da o anda, o kayıptan sonra, var olan boşluğa düşmemek için kalan dalların birbirine sıkı sıkıya sarılması lazım.
Çevredeki ayrık otları, kuru dal parçaları asla yaklaştırılmamalıdır.
O kuru dal parçaları ve ayrık otları iyi tanınmalı pes edilmemelidir.
Yaşanan acı ne denli ezici olursa olsun insan o acıyı unutmadan, yaşananları unutmadan, ama akıllı ve bilinçli bir şekilde yaşamı devam ettirmesi için kendisine yeni yol haritası çizmelidir.

20 Ekim 2024 Pazar

ELLER NASIRLAŞMIŞ. YÜZLER SOĞUKTAN MOSMOR



 

Umutsuzluk ile morallerin dibe vurmasına aldırdığımız yok. Kahve köşelerinde zaman geçirip pişpirik oynayanların televizyon haberlerine bakıp yorum yapmaktan başka konuşacakları bir şeyleri yok. Aldıkları emekli maaşının bir kısmını kahvelerde çay parası olarak harcamanın peşindeler.

Ekonominin içinde bulunduğu durum, çarşıda pazarda artan fiyatlar, artan faizlerin getirdiği sorunlardan çok günlük konuşmaların ekseriyeti siyasetçilerin söylediklerine odaklı. İktidar partisinin mensupları ile muhalefet partisinin sözcüleri ekrana çıktığında söylediklerini kendimize göre yorumluyoruz.

Geçim derdini çoktan unutmuşuz. Günübirlik kazancımızla yaşıyoruz. Kimimiz inşaatlarda soğuğa, yağmura, çamura aldırmadan başımıza geçirdiğimiz berelerle; sırtımıza aldığımız parkalarla çalışıyoruz. İnşaatın tozu, boyası giysilerin rengini soldurmuş. Eller nasırlaşmış, yüzler soğuktan mosmor.

O günkü ekmek parasını kazanmanın peşindeler. Ayazdan yanmış yüzleri ile zorluklara ve sıkıntılara aldırdıkları yok. Çünkü çaresizler. Eve ekmek götürmenin derdindeler. Kahve köşelerinde uyuklayanların birbirleriyle çekişmelerine ayıracak zamanları yok.

Onlar alın teriyle kazandıklarını evlerine götürmenin huzuru ile yaşıyorlar. Yetim hakkı, garip gureba hakkı yemeden yaşamanın rahatlığındalar.

Gelişmeler, tartışmalar, medya gücünün olaylara yaklaşımına, kitlelerin algı yanılsamasına da aldırdıkları yok.

Manşetlerden, habere; köşe yazılarından TV haberlerindeki alt yazılara varana kadar medyada yaşananlar ilgilendirmiyor onları.

Caddeler, meydanlar el açıp dilenen; yaşlı, genç, kadın ve çocuklardan geçilmiyor. Sosyal devlet nedir diye sorsan hiçbiri cevap verecek durumda değil. Sosyal devlet anlayışının ne olduğunu bilen yok. Yaşamak için dilenmekten başka çaresi yok bir kısmının.

Emeklilerimiz aldığı yetersiz emekli maaşları ile geçinmenin derdindeler. İşsizlerin ve işini kaybetmiş olanların durumları içler acısı.

Bütün bu sıkıntılara rağmen siyasetçilerin ekranlarda birbirlerine söyledikleri ile yok yere insanlar birbirine giriyor. Ekmek kavgası yerine parti kavgası veriyor.

Akıl tutulması yaşadığımız şu günlerde; bilincimizi, geleceğimizi, çıkarlarımızı korumamız gerektiğini düşünmemiz gerekmiyor mu?


15 Ekim 2024 Salı

YÜRÜYECEĞİM YOLUN İLK DURAĞI


 9 Kasım 1979, günlerden Salı.

Saat, sabahın altısı yedisi ya var ya yok.
Odamın kapısını bir dost eli vuruyor. "Daha uyuyormusun?. Kalk, geç kalacağız."
"Geç kalacağız" sözünden tokat yemiş gibi sersemlemiş, hızla giyinmiş, kısa sürede otelin lobisine inmiştim.
Sinan bana "acele et" dercesine lobide dikilip duruyordu.
Bir gün öncesinde, saatler süren otobüs yolculuğunun yorgunluğu , uykusuzluğu sonucu otobüsten inince, garajda kısa bir moladan sonra Sinan öğretmen ile iyi bir uyku çekip dinlenmek için en yakın otele gitmiştik.
Sokağa çıktığımız zaman, yeni doğan güz güneşi, bakır bir sini gibi sabahın erken saatinde yavaş yavaş yükseliyordu. Hava açıktı. Saatler geçtikçe gökyüzünde kara bulutlar toplanmaya başladı.
Buz tutmuş İstasyon caddesinden yukarıya, otobüs garajına doğru yürümeye başladık.
Adımlarımız sanırsın kararsızdı.
Tanımadığımız bir kent, tanımadığımız, kültür ve geleneklerini henüz bilmediğimiz bir yöre halkı.
Dükkanlar, mağazalar kapalı. Kendikendime söyleniyorum sessizce. "Vakit çok erken. Çarşı henüz açılmamış. "
Kasım ayazı insanın yüzüne kamçı gibi çarpıyor. Soğuğun ve ayazın kırılmasını bekliyor olmalı yöre halkı.
Sokaklarda kimseler yok.
İstasyon caddesinden garaj yoluna saptık.
Garaj girişinde sola kıvrılarak, bir kase sıcak çorba içmek için üzerinde "sıcak çorba" yazan yere yöneldik.
Sonra "Hasan'ın kahvesi" yazan yere.
Heyecan bitmiyor. Kaygı ve belirsizlik düşüncesi de.
Kahvecinin kıtlama şeker eşliğinde getirdiği çayı yudumlarken, zihnimden biriken kaygıdan kurtulmaya çalışıyorum.
Ayaz kırıldığında ilk işimiz valilik binasına gitmek olacak.
Bir süre sonra sokaklar kalabalıklaşıyor.
Sinan ile valiğin yerini sorup oraya gitmek için sabahcı kahvesinin boğucu sigara dumanına hoşçakal diyoruz.
Öğretmenlik mesleği meşakkatli ve bir o kadar da kutsal bir meslek.
Yürüyeceğim yolun ilk durağı böyle başladı.
Kadim insanların, kadim topraklarında.

Bilgi notu : Öğretmen arkadaşın ismini değiştirerek yazdım. Gerçek isim Sinan değil.

ÇARESİZLİK


 

Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında belki de en hassas olanı insanoğludur. İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır.
Bunu illaki hastalanınca anlamak gerekmiyor, mevsimlerin döngüsünden, havaların değişkenliğinden de bunu anlayabiliyoruz.
Yaz aylarının sıcaklığından, kış aylarının başlangıcında ise üşüdüğümüzden söz ederiz. Kış ilerledikçe ah vahlarımız azalmaz artar. Hele hele yaşlılarımızda ise bu sızlanma daha bir üzücüdür kimi zaman.
İnsanı bu döngüye iten şey nedir?
Doğa karşısında ki çaresizliğimidir?
Yoksa değişen yaşam koşullarımıdır?
Eskilerde karakışa, yağmura çamura, yaz sıcaklarına daha bir dayanıklımıydı insanoğlu, yoksa şimdilerde mi daha dayanıksız bilinmez çoğu kez.
Benzer özellikleri ağır bassa da her insan ayrı bir evrendir aslında. Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür.
Biri diğerine benzemez, çünkü içgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü ve çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır.
Ne ki o içgüdülerimizi bastırmamız, bencilliklerimize ket vurmamız ve insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir.
Bazen bir olay, bir eylem, bir söylem karşısında çabuk karar veririz. Celalleniriz, eser gürleriz.

Karşıdaki insanın ne dediğini, ne demek istediğini anlamak yerine, o denende kendimize göre denmesi gereken şeyi işimize geldiği gibi algılarız ve işte tam da o anda başlarız ahkâm kesmeye, yel olup esmeye, bora olup geçtiğimiz yeri silip süpürmeye, yanardağ olup yakıp yıkmaya.