9 Mart 2025 Pazar

GEÇMİŞE YOLC ULUK


 Sulusepken yağan kar doğaya gelinliğini giydirirken minibüs hızla yol alıyordu. Motorunda çıkan homurtu ve siyah egzoz dumanı eşliğinde bacaları tüten dağınık taş evlerin olduğu yerleşimlerden geçti uzun süre. Alabildiğine uzanan bozkırda ne bir ağaç ne bir canlı vardı. Sanırsın gizli bir el tekmil canlıları yerin altına çekmişti. Öylesine sessiz, öylesine dingindi etraf. Taşranın kent, köy ya da kasabaları ulaşılmaz uzaklıktadır bir diğer bölgeye. Kırsalın bu tamamen kendisine özgü dünyasında, geniş yerleşim yerlerinden uzakta içine kapalı bir toplum yaşamı söz konusudur.

Amacımız ziyaret değildi. Öğretmen olarak ilk görev yerine gitmenin heyecanı vardı içimizde. Büyük bir merakla minibüs şoförüne arada bir soruyorduk “daha yolumuz çok mu ağabey”. Şoför arkaya dönüp gülerek “geldik geldik” diyordu her defasında. Saatler geçiyor köy bir türlü görünmüyordu. Ufukta devasa görkemi ile dağların dorukları ovaya bakıyordu. Tilkinin bakır döktüğü topraklardı buralar. Her şey şaşırtıcıydı. Meraklanmaya başlamıştık. Nasıl bir köyde görev yapacağımızı, kalacak yer bulup bulamayacağımızı düşünüyorduk. Gittiğimiz yer bir köydü ve karakış acımasız yüzünü göstermeye başlamıştı. Hiç kimseyi tanımıyorduk. Bozkırda yağan karın altında, ayazda, acımasız soğukta saatlerce dışarıda kalmak da vardı işin ucunda. Düşündükçe dişlerimin birbirine “zangır zangır” vurduğunu hatırlıyorum.


Bir yandan uçsuz bucaksız beyazlığı ve yol kenarında birikmiş kar öbeklerini seyrediyor, bir yandan da üşümemek için parkalarımıza sıkıca sarılıyorduk. Arabanın içi yavaş yavaş soğumaya, hareketsiz duran yolcular da üşümeye başlamıştı. İki arkadaştık. İkimizde aynı köyde görevlendirilmiştik.
Şoför “görüyor musunuz bacalardan çıkan dumanları” deyince gösterdiği yöne odaklandı gözlerimiz. Evlerin üzerinde dumanlar yükseliyordu. Hem de onlarcasında birden. Köyün yakınında ki gölün yüzeyi beyaz bir örtü ile kaplanmıştı. Sonradan öğrenecektik gölün yüzeyinin bir kaç ay kalın bir buz tabakası ile kaplı kalacağını. Islak camın ardından yağan kar camı yalıyor, ben de cama yapışan kar tanelerini silecekmişim gibi elimi uzatıyordum. İçimden bir ses “umudunu yitirme” diyordu durmadan. Islak bulutlar vardı gökyüzünde. Uzaklardaki taş evler beyazlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu. Sırtını hafif meyilli bir yamaca yaslamış köyün etrafında seyrekte olsa söğüt ağaçlarının dalları kendini rüzgârın gizemine bırakmıştı.


Minibüsten indiğimizde gideceğimiz okulun yolunu soracak kimseye rastlamadık. Minibüs uzaklaşmış, kalan yolcularını bir başka köye götürüyordu. Soğuktu ve üşüyorduk. Epey bir bekleyiş sonrasında beyaz saçlı, kasketini kulaklarına kadar indirmiş, siyah paltosuna sıkıca sarılmış bir adama sorduk gideceğimiz yeri. Eliyle şapkasını hafif kaldırıp “aha şurada” dedi, umarsız. Kimsiniz, necisiniz arkadaş deme gereğini duymadan tekrar şapkasını indirip yürüyüp gitti. Adam gözden kaybolana kadar vurgun yemiş gibi kıpırdamadan durduk bir süre.
Ayak parmaklarımızdaki sızı üzerine tarif edilen yere doğru hızlı adımlarla yürümeye başladık. Gittiğimiz yer bildiğimiz okul binalarına benzemiyordu. Düz damlı beyaz badanalı bir yerdi. Duvarlarının sıvaları dökülmüş, giriş kapısı yer yer kırılmıştı. Tam bir virane görünümünde idi. Sonradan öğretmenler odasının damı çökecek öğle yemeğinde olan öğretmenler de ölümden kıl payı kurtulacaktı.


Köy tahminimizden de büyüktü. Evlerin arasında dışarıdan bakıldığında tabelası olmayan bakkal dükkânları ve kahvehaneler vardı. Öğrencilerimizin varlığı bize yetiyordu artık. Geçen zaman içerisinde yeni köyümüze de okulumuza alışmamız uzun sürmedi. İlk günlerde çektiğimiz büyük zorlukları, meşakkatleri, kırılganlıkları, yağan kar ve yağmur ile çamur deryasına dönen yollarda ayakkabılarımızın çamura bulanmasını, zorlukla yürüyüşümüzü, ahırdan bozma bir göz damda uzun süre kalışımızı, yağmur yağdığında damlamasını çoktan unutmuştuk.
Aradan aylar geçti. Kış gitmiş yerini bahara bırakmıştı. Etraf yeşillenmeye ağaçlar yaprak açmaya başlamıştı. Gölün maviliği çoktandır görünür olmuştu. Kışın o beyazlığından ve kar esaretinden eser kalmamıştı.
Sonra, hızla sürüp giden, alabildiğine monoton ve sessiz hayat sürüp gitti uzun yıllar boyunca. Bu hayat iç karartıcı bir masal gibi hatırımda halen. Şimdi geçmişin yaşanmışlıklarını gözümün önünde yeniden canlandırdığımda, kendim bile bütün bunların gerçekten böyle olduğuna güçlükle inanıyorum. Ama gerçekler geçmişin boğucu bir halkası olarak devam ediyor hala.
Birgün bir öğretmen arkadaşımız kardeşini köyde nişanlamak istediğini söyledi. Kızı babasından istemek için bizimde beraberinde gitmemizi istiyordu. Çaresiz kabul ettik. Ama bir şartımız vardı. Yörenin düğün geleneklerini ve kız istemenin usullerini bilmediğimizi ve önceden açıklamasını istedik. Gülerek kabul etti.


Kız evine gittiğimizde sıcak bir şekilde karşılandık. Bizi kadınlar, bebekler ve kız çocukları ile elli yaşlarında, kısa boylu, kirli sakallı bir adam karşıladı. Penceresi evin üzerinde olan, tavanı lepik denilen yassı taşlarla kaplı bir yerdi burası. Zemin halı kaplıydı. Adam yerdeki minderin üzerine oturdu. Sessizce bize bakmaya başladı. Gergin görünüyordu. Bizde etrafına sıralanmıştık. Kısa bir sohbetten sonra öğretmen arkadaşımız adama dönüp kızını kardeşi ile evlendirmek istediğini filan söyledi. Uzun uğraşlardan ve dil dökmelerden sonra baba kızını vermeye razı oldu. Çeyiz ve başlık konusu o sırada konuşuldu. Çeşitli beyanatlarda bulunuldu. Adam, asla bir babanın kızını isteği dışında evlendirmemesi gerektiğini söyledi. Erken yaşta doğum yapmanın risklerinden bahsetti. Evliliğe adım atmanın gelin açısından kolay bir durum olmadığını söyledi. Dağ köyünde bu düşüncelere sahip birinin olması insanın içini aydınlatıyordu. Kadınlardan tek bir ses çıkmadı konuşma boyunca. Kenarda sessizce ve başlarını kaldırmadan oturdular. Kadınların söz hakkının olmamasını yadırgamıştık. Çünkü bizim oralarda böyle durumlarda kadınlara da söz verilir düşüncesi sorulurdu.
Gelenek gereği elinde kahve tepsisi ile evlenecek olan kız içeriye girdi. Bir an şaşkınlıktan küçük dilimizi yutacak olduk. Bu daha çocuk sayılırdı. Yaşının küçük olduğunu söylememişlerdi o zamana kadar. Sesimiz çıkmadıysa da nutkumuz tutuldu. Dilimiz damağımız kurudu. Bu bizim öğrencilerimizin yaşıtı idi. Lakin yapacağımız bir şey de yoktu. Adamın söylediklerini düşündük bir an. Öğretmen arkadaşımızın yüzüne baktık sessizce, gözlerimizde “neden buradayız” pişmanlığı okunuyordu. Birbirimize acı birer tebessümle baktık. Gözlerimizi yere indirdik.


Benzer şekilde kendi öğrencilerimiz arasında da bu tür yaşı küçük kız çocuklarının evlendirildiğini duyduk sonradan.
Yıllar sonra bir şekilde karşılaştığım bir kız öğrencim de küçük yaşta amcasının oğlu ile rızası olmadan evlendirildiğini, evlendiği ilk yıllarda çok ağladığını fakat çaresiz durumu kabullenmek zorunda kaldığını söyledi. “Küçük yaşta evlendirilen mağdurlardan biriyim” diyordu konuşmamızın başında. “17 yaşında, arkadaşlarım okula giderken ben amcamın oğlu ile evlendirildim. Hiç tanımadığım, hiç görmediğim şehre getirdiler beni. Uzun süre ağladım. Yıllar sonra çocuk sahibi oldum, tek tesellim çocuklarımdı artık benim için”. İçim burkulmuştu bu duruma. Gerçi aradan yıllar geçmiş, çocukları büyümüştü çoktan. Fakat konuşmasında hala bir pişmanlık içinde olduğu anlaşılıyordu. Eşini sevmeden başkalarının isteği ile evlendirilmişti. Benim de gözlerim dolmuştu bu duruma dinleyince açıkçası. İçinde büyük bir kırgınlığın hala devam ettiğini hissetmemek olanaksızdı. Çaresizliğin, büyüklerine söz geçirememenin kurbanlarından biriydi o da. O bir çocuk gelindi çünkü.
Çocuk gelin olarak çektiği sıkıntı ve acılı süreci geri döndürmenin olanağı yok. Ne yazık ki küçük yaşta zorla evlilikler binlerce kadının yaşamını elinden alıyor. Aile içi şiddet, yoksulluğun çaresizliği, berdel, cinsiyet eşitsizliği, genç kızların alınıp satılması insanın boğazında düğümlenip kalıyor. Kuşaklararası devam eden bu anlayışın sorgulanmaksızın yirmi birinci yüzyılda da devam ediyor olması en çok kadınlarla çocukları mağdur ediyor.


Daha oyuncaklardan uzaklaşabilecek kadar büyümeden, çevreyi ve yaşamın varlığını tam algılayamadan, evliliğin getirdiği sorumluluğa sahip çıkması istenen çocuklar hayatlarının baharında yaşlanmaktan kurtulamıyor. Okula giderken ya da sokakta oynarken, kendinden habersiz, isteği dışında yapılan pazarlıklar sonrası kendini bir adamın koynunda buluyor. Yaşananları bir kader olarak algılayıp çektiği acıları içine atmaya zorlanıyor ve bunun acısı yaşamı boyunca hiç geçmiyor.
Ülkemizde erken yaşta ve zorla yapılan evlilikler sadece Doğu ve Güneydoğu’da yaşanmıyor. Aksine tüm bölgelerde, çok az değişen farklı sosyal alışkanlıklar ve geleneklere dayalı olarak devam ediyor. Bugün çocuk gelinlerin görülme oranı % 28. Uçan Süpürge Derneği Koordinatörü Sevna Somuncuoğlu bu konuda gerçek rakamın acilen tespit edilmesi gerektiğini kaydediyor. Somuncuoğlu bu evliliklerin büyük kentlerde de olduğunu söyleyip şunları ekliyor “ Araştırmamızda ‘çocuk gelinler’in topluma olan etkisi ve dezavantajları üzerinde durduk Ama ‘çocuk gelinler’in gerçek sayısının belirlenip demografik yapının ortaya çıkartılması gerekiyor. Araştırma sırasında bize ‘bizim bölgemizde çocuk gelin yok, Doğu Anadolu Bölgesi’nde var’ diyorlar. Ama öyle değil. Türkiye’nin her yerinde ‘çocuk gelin’var. Hatta büyük kentlerde daha sık görülüyor.” Bu saptama benim yukarıda yazdıklarım ve şahit olduklarımın doğruluğunu kanıtlamaktadır.


Cehalet, toplum baskısı, gelenekler, sosyal yaşamın vazgeçilmez kültür anlayışı öteden beri kadını ateş çemberinde tutuyor. Sorunun kökenine inilmiyor. Bu duruma direnen kadınlar ise acımasız “töre” illetinden yakalarını kurtaramıyor, bedelini hayatları ile ödüyorlar. Evlatlarına değer biçip, onlar üzerinden kazanç sağlayan, başlık parası gibi yasal olmayan uygulamalar çocukları daha da mağdur ediyor.
Erken ve zorla evlilik insan hakları ve çocuk hakları ihlalidir. Erken yaşta kendi rızası dışında ya da büyüklerinin rızası ile zorla evliliğe itmek bir şiddet türü olarak karşımızda durmaktadır. Bunun engellenmesi için toplumun bilinçlendirilmesi ve gerekli eğitimin verilmesi gerekir. Ayrıca yasalarda caydırıcı önlemlerin alınmasında yarar vardır.
Yapılan araştırmalara göre ülkemizde üç evlilikten biri çocuk yaşta yapılıyor. Çocuk yaşta evlendirme nedenlerinin başında yoksulluk, kalabalık ya da parçalanmış aile yapısı ve evliliği meşrulaştırmak için dayandırılan dini ve kültürel değerler geliyor.
Çocuklar, gelin gittikleri evde cinsel ve ekonomik anlamda hizmet eden bireylere dönüşüyor.
Çocuk gelinler ömür boyu istismar mağduru olup çıkıyor.

28 Şubat 2025 Cuma

NE ZOR ŞİMDİ YUTKUNMAK

İnce ince ağlıyor gözlerim....
Ne zor şimdi yutkunmak
boğazımda buz tutan damlaları...
Geçmişin aralanan penceresinden
savrulurken efkârımın kara tülleri...
Geçmişi düşündüğüm bu ilk gün ,
neden geçmişle geleceğin kol gezdiği bu köprüdesin...
Kibrin buzdan kalesini erittin de mi , geldin...
Onurun demirden dağlarını yıktın da mı geldin...

 

KADİM ANADOLU TOPRAKLARI


 Ne canlar, ne gözler bu topraklarda geldi geçti kim bilir.

Ne kültürler yaşam alanı buldu, geleceği biçimlendirmek için boy attı.
Gelenler, geçenler her gün bir şeyler taşır buraya lakin bin şey de alır götürür.
Gözlere renk gelir, bakışları çoğalır, dilleri şenlenir, canlanır kadim toprakların kadim kültürlerinde.
Öyle an gelir ki tek bir rengin tonları çoğaldıkça çoğalır Anadolu topraklarında.
Bolluğu, bereketi, temizliği, ışığı, aydınlığı, geleceği simgeler bırakılanlar ya da götürülenler bu topraklarda.
Namusluluğun, alçakgönüllülüğün, samimiliğin, ne yaptığını bilen, faydalı olmak isteyen, yapacak bir iş bulan insanların yurdu idi bu topraklar, bu evler, bu yollar, bu bağlar...

22 Şubat 2025 Cumartesi

AFGAN KIZI SEHER GÜL'ÜN YAŞADIĞI DRAM


 

Kış gündönümünün soğuk günleri yaşanmakta. Doğa yaban yaşamınındır artık. Afgan Çölü’nün sert yaşam koşullarında gri tepelerin derin vadilerinde hayatlarını devam ettirmeye çalışır insanlar. Soğuk ve yoksulluk iliklerine kadar işler Afganların. Coğrafya acımazsızdır. Himalaya dağlarının uzantısı olan Hindikuş Dağları ile kuzeydeki Pamir Dağları üzerinde kar ve sis eksik olmaz.

Zor coğrafyanın zor yaşam koşulları kadınları vurur en çok burada. Küçük yaşta evlendirilen “çocuk gelin” konumundadır çoğu. Genç olmalarına karşın yaşlı insanların sezgisine sahiptirler. Afgan savaşlarının ve Taliban yönetiminin uygulamalarının sonucu en fazla ezilen de kadınlar olmuştur.


Taliban yönetimden uzaklaşmış, Molla Ömer kayıplara karışmıştır lakin uygulamaları ve zihniyetleri Afgan toplumunda değişmeden devam etmektedir. Burada evlilik ticari bir anlaşmaya da benzetilebilir. Bu düşüncemi neden bu şekilde söylüyorum çünkü orada yaşanan olaylar bu yargıya varmamıza neden oluyor. Evlilik kurumuna yakışmayan durumları gördükçe insan şaşırıyor.

Afgan kızı Seher Gül’ün yaşadığı dram insanı şok ediyor. O bir çocuk gelin. Görmediği işkence yok. Fuhuşu reddettiği için eşinin ailesinden işkence görüyor. Çünkü eşinin ailesi onu fuhuşa zorluyor. O kabul etmiyor. Seher Gül tam altı ay boyunca evin bodrumunda bir tuvalete kapatılıyor. Tırnakları sökülüyor. Kızgın demirle dağlanıyor. Parmakları kırılıyor. Altı ay boyunca sadece yiyebileceği kadar yiyecek ve su veriliyor. Hücrede sanırsın. Sanırsın azılı bir katile bunlar yapılıyor. Gerçi insana yapılmaması gereken davranış bu yapılanlar. Aklın ve mantığın almayacağı bir durum. Hangi vicdan bu işkenceye razı olur. Hangi insan bunu yapar anlaşılır şey değil. Aileyi buna iten nasıl bir duygu ve bakış açısıdır anlamak mümkün değil.

Seher Gül Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Baglan vilayetinde Afgan ordusunda bir askerle evlendirilir. O günden sonra başlar kâbus dolu günler. Gördüğü işkenceler sonrası ölmek üzere iken amcasının ihbarı üzerine, polis tarafından yapılan bir operasyonla kurtarılır. Çekilen resimlerde yüzündeki işkence izleri görülmektedir. Afgan doktorlar tedavisi için Hindistan’a gönderilmesi kararını alırlar. Çünkü Afganistan’da tedavi için yeterli olanak ve donanım yoktur.

Seher Gül’ün eşi ve kayınpederi firar eder.  Kocasının kız kardeşi ve kayınvalidesi gözaltına alınır. Afganistan’da bu olay ne ilktir ne de son olacaktır. Sorumluların nadiren adalet önüne çıkarıldığı düşünüldüğünde aksini düşünmek doğru değildir.

Afganistan, Hindistan, Yemen, Pakistan gibi çeşitli toplumlarda kadınların kendi eşlerini seçme hakkı saçmalık ve ahmaklık olarak görülmektedir. Evlilikte sevgiye, bireysel tercihe ve kişisel iradeye yer yoktur. Sağlam bir evliliğin iki kişinin anlaşması ile değil iki ailenin anlaşması ile mümkün olacağı düşünülmektedir.


 Alın size sağlam bir evlilik örneği. Seher Gül olayı!

Çocuk yaşta denilecek gelinlerin kendi iradeleri ve istekleri doğrultusunda bir başkası ile evlendirilmelerinin sonucunda görülen Seher Gül olayı benzeri durumlar irdelendiğinde asıl saçmalığın ve ahmaklığın ne olduğu ortaya çıkmaktadır.

Burada Taliban ve benzeri zihniyetin kadına bakış açısını irdelemeye gerek yok. Durumu herkes biliyor. Taliban’da, Afganlı siyaset ve devlet adamları da, batı toplumları da biliyor. Bamyandaki kayalara oyulmuş buda heykelinden hıncını çıkarmaya çalışan ve heykelleri havaya uçurup darmadağın eden zihniyetten kadına şefkatle yaklaşmasını beklemek iyimserlik olacaktır.

Afgan toplumunda durum bu da Türkiye’de kimi yerlerde farklı mı?

Töre, Berdel, aile Meclisi, çocuk gelinler derken ülkemizde yaşananların da kabul edilmesi olası değildir.


Ağrı’nın Eleşkirt ilçesi Cihanbeyli Köyü’nde kurtların kaçırdığı iddia edilen kadın, dört gün sonra babasının evinde bulunuyor. Koca dayağından bıkan 15 yıllık evli kadın S.A. ilginç bir plan uyguluyor. Üç ay boyunca kestiği kümes hayvanlarının kanını biriktiriyor. Kaçacağı gün biriktirdiği kanı yere ve elbiselerinin üzerine döküyor. Elbiselerini parçalayıp evin bahçesinde çeşitli yerlere bırakıyor. Saçını kesip elbise parçalarının yanına bırakıyor ve kurt saldırısı izlenimi veriyor.

S.A. bunu neden yapıyor?

On beş yıldır eşinden gördüğü şiddet nedeni ile yapıyor. Dayanacak gücü kalmamıştır. Tek çıkar yol olarak bu planını uygulamayı görmüştür.

Kadına dayak atan, yerde sürükleyen, söz ve yaşam hakkı vermeyen, tercih hakkı vermeyen bir zihniyetten ne beklenir?

Afganlı Seher Gül eşinin ailesinden işkence görmüş ölmek üzere iken kurtarılmıştır. S.A on beş yıl eşinden dayak yemiş canını kurtarmanın yolunu kurt saldırısı izlenimi veren bir planda görmüştür.

Her iki olayda da kadına yapılan şiddet ve acımasızlık söz konusudur.

Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde farklı toplumlarda benzer olayların yaşanması ilginç değil midir?

Bu durumda hukukun üstünlüğü, adalet anlayışı, insan hak ve özgürlükleri, kadın hakları, çocuk hakları ve sözleşmeleri ne işe yarıyor?

 

 




14 Şubat 2025 Cuma

OKKALI BİR TOKAT...


 

Sinan okul harçlığı için yaz tatillerinde köye gitmeyip, ilçede bulunan lokantalardan birinde garsonluk yaptı. 

Her işin bir acemiliği var derler ya, Sinan'da işe girdiği ilk günlerde elinde bulunan tabakları yere düşürüp kırmış, istemeden kırdığını söylemesine rağmen lokanta sahibinden okkalı bir tokat yemiş ve azar işitmişti. 

Yoksulluk böyle bir şeydi işte. İstemeden de olsa yapılan bir hata yüzünden dayak da yersin, acı söz de işitirsin. 

O güne kadar babasından bir tek acı söz işitmeyen Sinan lokanta sahibinden yediği tokat ve işittiği sözler karşısında sesini çıkarmamış, acısını içine akıtarak susmuştu. 

İlk dayağını yiyen Sinan'ın insanlara dair duyguları ve gözlemleri de böylece gelişmeye, olgunlaşmaya başlamıştı.  

Paraya ihtiyaçları vardı. 

Hiç olmazsa yaz tatillerinde okullar açılana kadar çalışmalıydı. 

Anasının "Oğul, sen garsonluk nedir bilmezsin, yapamadığında seni kırar, üzerler gel vazgeç, tarlada babana ve kardeşlerine yardım edersin. Allah büyüktür elbet. Rızkımızı verir."  

Demesine rağmen Sinan'ı ikna edememişti. 

Kazandığı üç beş kuruşu babasına getirip verdi. 

İlçede kiraladıkları evin ihtiyaçları ve kirası için. Babası ihtiyaçları karşılamakta zorlanıyordu. 

Bazen kirayı zamanında veremiyordu. 

Ev sahibinin "evden çıkın" tehditlerine maruz kalmamak, zamanında kirayı vermek, okul kıyafetlerini almak, zor zamanında babasının yanında olmaktı Sinan'ın amacı. 

Çocukluk ve gençlik bir çeşit harikalar diyarı olsa da yaşanması gereken mutlu bir çocukluğu ne Sinan ne de kardeşleri yaşamamıştı. 

Onların hikâyesi kırsalda gıdım gıdım acı çeken çoğu yoksuldan farklı değildi.

9 Şubat 2025 Pazar

YAĞMURLU BİR GÜNDE


 

Protagoras’ın bir sözü dikkatimi çekti kitapları karıştırırken.

“İnsan her şeyin ölçüsüdür”.

Bir gerçeği dile getirmiş yüzyıllar öncesinde Protagoras. Kaldı ki eski Yunan felsefesinin özüdür insan. Her şey insan içindir. Sonsuz bir dünyada, sınırlı bir yaşamda başka neye bel bağlayabiliriz geleceğimiz, yaşamımız için.

Oturduğum ev ana caddeye on metre ya var ya yok. Her gün öğleye doğru, kimi zaman sonraki saatlerde, fırından yeni çıkmış sıcak ekmek almak için çıkarım sokağa, oradan da caddeye.

Korna sesleri cadde boyunca sağlı sollu yürüyen insan kalabalığına karışır. Sokak satıcıları köşe başlarını tutmuştur çoktan. Açtıkları küçük tezgâhlarda o günkü ekmek parasını çıkarmanın telaşındadırlar.

Havanın soğuk olmasına aldırmadan iş yerinin kapısını sonuna kadar açık bırakan esnaf gelecek müşteriyi bekler ellerini nefesiyle ısıtarak. AVM’lerin önlerinde kadınların sebze meyve seçme çabaları alışıldık manzaradır artık çoğu kez.

Beni huzursuz kılan, içimi acıtan görüntüye ise her gün rastlamak sıradanlaştı artık.

Çoğu yaşlı. Giysileri eski lakin temiz. Ayaklarına kat kat çorap geçirmişler üşümemek için.

Bazen caddeye çıkar çıkmaz kıyıda köşede görürüm onları. Bazen Metrobüs durağına yakın köprünün üzerinde ya da yanında.

Yağmurlu havalarda ıslanmamak için saçak altlarına sığınırlar ya da vitrin camlarının yağmur almayan yerlerine. Sıklıkla binaların kuytuluklarındadırlar yağmurdan korunmak için. O an sımsıkı sarılırlar üstlerinde kışa dair ne varsa artık. Bu sırada ellerini ısıtırlar nefesleriyle.

Çünkü çok çaba sarf etmelerine rağmen ellerinin üşümesini bir türlü önleyemezler yağmurun durduğu anlarda. O yaşta, yağmura, soğuğa karşı sıcak bir ortamda bulunmaları gerekirken.

Son günlerde daha bir sıklıkla görür oldum onları. Havalar soğudu ondan mıdır çevrede çoğalmaları. Uzak yerlere gidememeleri.

Açtıkları avuçlarına konacak birkaç kuruş ile belki torunlarına bir çikolata, bir sıcak ekmek alacaklar akşam hava karardığında eve giderken. Belki geceleri üşümemek için biraz odun biraz kömür kim bilir. Belki de evde, gün batımında, gelmelerini bekleyen yorgana sarılmış bir ihtiyardır, ömürleri birlikte geçmiş.

İçimi burkan görüntülerin yok olmasını o kadar isterdim ki.

Ne güzel demiş “ İnsan her şeyin ölçüsüdür” diye düşünür zamanında. Her şey insanı sevmekle başlar. Bir insanı sevmekse giderek bütün insanlara yönelmek değil midir?

Adaletsiz bir dünyada sevgi olur mu peki?

Olmaz elbet.

Adalet kurulacaksa insan odaklı olmalı, sevgiyle kurulmalı. Tüm insanları sevgi ortamında yaşatmalı, var etmeli.

İnsan olmak, sorumluluk yanında onurla yoğrulmuş bir görev değil midir?

Günlük rızkını çıkarmak için sabahın ayazında yola çıkan, gerçek ihtiyaç sahibi, yaşlı insanlarımıza el açtırmamak için bilinçli olmalıyız, sorumluluklarımızı bilmeliyiz.

Lakin bu kolay ve ucuz bir iş değil.

Yaşam koşulları zorlasa da insanı, sımsıkı sarılmalı insan sevgisine. Sahip çıkmalı ekmek kavgasına. Fakat çıkınımızda eleştiriyi eksik etmeden yapmalı bunu.

 

26 Ocak 2025 Pazar

YÜZYIL ÖNCESİ YAŞANAN BİR DURUM

İki yaşlı kadın

Cumhuriyetin ilk yılları

Biri savaşa sevdiklerini vermiş, Anadolu'nun bağrından İstanbul'a gelip geriye kalan torunları ile kiraladığı evde hayatta kalma mücadelesi vermekte.

Diğeri ömrü boyunca köşklerde saraylarda balodan baloya koşmuş, yokluk ve sıkıntı nedir bilmemiş, etrafındaki insanlara yukarıdan bakıp kendini bir şey sanan biri.

Aynı sokakta oturmaktalar.

Bir gün aynı toplantıya giderler.

Yaşlı kadın torunlarının giyecekleri yeni bir giysi alamadığı için evde bulunan eski perdelerin kumaşından elbise diktirir.

İyi niyetli bir Anadolu kadınıdır.

Toplantı salonuna gidince, salonda bulunan elit kesim (ki hemen hepsi cumhuriyet kurulmadan, düşman Anadolu'nun kadim topraklarından çıkarılmadan önce hanedanlık taraftarı olanlardır) kadını ve torunlarını adeta dışlarlar.

Diğernin etrafında adeta pervane olurlar.

Torunlar durumun farkındadır.

Lakin yaşlı kadın kendisine yönelen bakışları iyi niyetli sanıp gururlanır.

Torunları önce anneannelerinden utanırlar.

Sonra düşününce asıl utanılacak olanın anneanneleri değil, dalga geçmek için fırsat kollayan asalaklar olduğunu düşünürler.

Anneanneleri ise, insan kendisinde ne varsa, etrafında da o var sanmaktadır.

Bu olay bize, halka yukarıdan bakanların değil, halkı kucaklayan insanların önemini göstermektedir.


NOT; Ece Temelkuran'ın DEVİR adlı romanında anlatılan durum...

21 Ocak 2025 Salı

EY KURU ÇEŞMELERDE SU DİYE DURAN BACI


 

Bazen belgesellerde izleriz onu. Bazen doğada. Ama hep izleriz. Yolumuz daima onun yanına düşer. Çünkü o yaşamın ve yerkürenin alın çizgisidir.

O bazen bir ırmakta, gölde, bazen bulutta, bazen topraktadır. Ama o hep vardır.

Yaşamın kaynağı su dur o.

Uğruna kızgın çölde dörtnala koşan Arap atlarının, yüce dağ başlarında kartalların, bozkırda umuda koşarcasına suya koşan güvercinlerin kadersizliğidir.

Kışın karın örttüğü gri tarladır, rüzgârın tepesinde uğuldadığı.

Renksiz bir şafak vaktinde, dik bir vadinin kıyısında kurduğu çadırında ısınmak için buzla kaplı vadiyi seyrederek hayatta kalmaya çalışan bir dağcıdır o.

Biliyoruz ki kalkınmanın, refahın, eğitimin, kültürün, tarımın, sağlığın, sanayinin temel kaynağı su dur.

Su buluttur. Yağmurdur, mühendisliktir, barajdır, ulaştırmadır, haberleşmedir.

Bir damlası için, Ceylanın narin bacaklarını toprağın çatlaklarında kırmasıdır.

Su ağıttır, şairin dilinde yankılanan.

“Ey kuru çeşmelerde su diye duran bacı…

Bu yıl da gözyaşınla doldurup git bakracı…

Gene de avunmazsa içini yakan acı…

Az daha sık dişini ne var, erken ölecek…

Ferhat dağı delecek, Urfa’ya su gelecek…”

Urfalı şair Hulusi Kılıçaslan’ın dizelerinde bir tokat gibi patlayan ve yokluğunda yaşamın sona ermesidir su.

Yüzyıllardır kültürlerin oluşmasına rehberlik eden su ne eskiden olduğu gibi özgürce koşmaktadır gideceği yere, ne de kültürlere kaynaklık etmektedir artık.

Havayı, toprağı kirleten, kullanılmaz kılmak için çaba veren insanoğlunun hoyratlığından nasibini almıştır. Almaktadır.

Barajlara hapsedilmesi, kelepçe vurulması bir yana yaşama kaynaklık etmesine de engel olunmaktadır. Bilinçli ya da bilinçsiz.

Kaderi suya bağlı uçsuz bucaksız ovaları yaşanılabilir yer olmaktan –yaşama kaynaklık eden suyu yok ederek, hoyratça kullanarak ve kirleterek- hızla çıkarıyoruz.

Uğruna ağıtların, türkülerin, destanların yazıldığı, nice koç yiğitlerin Ferhat olup çağıldadığı, varlığı ile nice medeniyetlerin varlığını sürdürdüğü, yokluğu ile yok olup gittiği, kimi zaman kutsal bilinip sevgi ile kucaklandığı ve fakat yokluğu ile giderek vatan parçasına dönüşen bir alınyazısıdır o.

Devasa bir yeşilliğin içinde ışıl ışıl eden bir çam korusunun yamaç aşağı inmesini -güneşin bulutla oyununda- ufukta yanıp sönen kaya parçası üzerinde seyretmek ve o koruya hayat verenin su olduğunu bilmek kadar güzel ne vardır.

Tepe noktasında rüzgârın salladığı dallarının çıkardığı hışırtı dışında sessizliğin olduğu ağaç diplerinden akıp giden suyun kenarında; uzakta lavanta çiçekleri arasında ki çulluğun varlığını, keçiyolunda bir katırın tırnağının çıkardığı tiz sesleri, sürülerin susuzluğunu gidermek için koşuşunu izlemek kadar mutluluk verici ne vardır.

Askerin matarasında kurumuş dudakları ıslatan, Çanakkale de Seyit onbaşıya güç veren su, güneşin zalim ve kavurucu sıcaklarında sığınılacak bir yaşam kaynağı olmasının devam ettirilmesi kadar Anadolu toprağını sevindirecek ne vardır.

20 Ocak 2025 Pazartesi

UMUDA VE CESARETE İHTİYACIMIZ VAR


 

Eğer yaşam akan bir ırmak ise. O ırmağın bize öğrettikleri vardır. Şaşkınlıkla karşılanan öğrenilenlerin yanısıra benimsenenleri de bir kenara not etmek lazım.

Bu bağlamda, günlük yaşamda her karşılaşma, her öğrenilen; insan üzerinde bir etkileşimin, durulan yerin sembolüdür.

Lakin, her karşılaşma ve öğrenilen ile etkileşime girmek yorucu olabilir. Bu durumda belirgin, gerçekçi örneklere odaklanmak yaşamımızı kolaylaştıracaktır.

Varlığımızı sürdürmenin yolu, başkalarının bize önerecekleri yöntem ve verecekleri icazet ile olmamalı, kendi düşüncemiz geçerli olmalıdır.

Her insanın duyguları, yargıları vardır. Öyle anlar var ki, kimi zaman yardım etme amaçlı yaklaşımda, kimi zaman da zor durumda bırakma amaçlı yaklaşımda duygular ve yargılar harekete geçer.

Babam çiftçiydi.

Uzun yıllar çiftçilikle uğraştı.

Bizler henüz çocuktuk.

Rahmetli babam, Köydeki ilkokul da değil, ilkokul dahil ortaokul ve liseyi ilçe merkezinde okumamız için elinden geleni yaptı.

Çok iyi hatırlıyorum. Köylüler babama; "okuyup da ne olacaklar, köyde kalsınlar sana yardımları olur. Bak tek başına sıkıntılı anlar yaşıyorsun" derlerdi. Babam hiçbirini, çok ağır çalışma koşulları olmasına rağmen dikkate almadı. Kendi duyguları ve yargıları ile hareket etti. Belki çok fazla zorluk çekti ama bizlerin okuyup meslek sahibi olmamız için kararlı duruşundan vazgeçmedi.

Söylenenler karşısında her daim verdiği cevap; "umuda ve cesarete ihtiyacımız var. Umudu kimse bize vermez, kendimiz yaratacağız. Cesareti kendi benliğimizde bulacağız. Çocuklarımın okuması için var gücümle çalışacağım. Söylenenlerin, şunu yap bunu yap diye icazet verenlerin hiçbiri umurumda değil. Önemli olan çocuklarımın, benim gibi çok zor ve ağır koşullarda yaşamlarını devam ettirmemesidir" olmuştur.

Geleceği şekillendirecek olan da babamın bu düşüncesidir.

GEÇMİŞİ UNUTMAMALI İNSAN


 Geçmişi unutmamalı insan.

Yük teknelerini

Kağnı gıcırtılarını

İnce çarıklı

Çoğu zaman yalınayak kadınları, çocukları, yaşlıları

"İstikal Yolu"nda bebesini karakışa kurban veren  

Kastamonulu Şerife Bacıyı

Ege'de Çete Ayşe'yi

Gökçen Efe'yi

Şehit Cafer'i

Çakırcalıyı

Atçalı Kel Mehmet'i

Erzurum'da Nene Hatun'u

Kara Fatmaları ve daha nicelerini.

Yolu izi olmayan coğrafyaları.

Ağa baskısından yorulanları

Üç kuruş için canından olanları

Ve dahi rantçıyı

Üçkağıtçıyı

Yalancıyı

Ahlaksızı

Çıkarcıyı

Feodal kalıntıları.