30 Ağustos 2025 Cumartesi

ANADOLUDA YAŞAM


 

Anadolu toprakları yeşilliğini, orman örtüsünü yüzyılların acımasızlığına ve açgözlülüğüne kurban etmiştir Elleri nasırlı, yüzleri bronzlaşmış bozkır insanları olağanüstü çabalarla yaşamlarını sürdürmekte; yağız, mert ve yiğit gençleri zor olana omuz vermekte, başarmakta.  Kırsalın günlük yaşam tarzı, gelenek, görenek ve kültürü çok az farkla Anadolu’nun kadim yerleşimlerinde değişiklik gösterir. Anadolu toprağını bilen bilir. Anadolu insanını tanıyan tanır. Mavidir, sarıdır, ışıktır. Yeşildir, buluttur, kanattır. Türküdür, sazdır, sözdür, aşktır. Acıdır, zordur, erdemdir. Düğüm düğüm, dalga dalga insandır. Lakin dertlerini dökmez bir başkasına. Suskundur.

Bir lokma bir hırkadır istedikleri. Yaşam boyu toprakla, bağ bahçe ile sarmaş dolaş, sade ve mütevazı bir yaşamdır vazgeçemedikleri. Tutkularına, aşklarına, özlemlerine, sevgilerine vurgundurlar. Çeşmenin başında su içerken, tarlada bağda, bostanda öküzün peşinde, odunda, ırgatlıkta ararlar nafakalarını. Babalar, analar ve çocuklar kimi zaman bir köşeye çekilir, kimseye görünmeden sessizce ağlar. Belli etmeden sevgisini içinde yaşatırlar. Yaşamımızı delip geçen dipsiz avuntularla oyalanmadan damar damar isyan olur toprakta ararlar geleceğini. Gurur ve onurlarını kurtlar sofrasında bırakmazlar. Mahşer yeri de olsa, sis kaplasa da etrafı dostunu düşmanını unutmazlar.

 

28 Ağustos 2025 Perşembe

DÜRÜST VE ERDEMLİ OLMAK


 Kimi insan etkiler insanı. Efendi duruşu, konuşmaları ile. Bir de bakarsınız boşlukları, yetersizlikleri açığa çıkmış.

Yakından tanıdıkça söner, küçülür sonrasında. Anlarsınız ki acele karar vermiş, yanılmışsınız.
Bazılarının anlaşılması ise zordur. Yüreğinde taşıdığı erdem ve onur azalmaz. Onları tanıdıkça güvenirsiniz, dost bellersiniz belli etmeden.
Kimileri ise kurnazdır, çıkarcıdır. Söylenenlere alternatif getirmezler. Yalaka olduklarını anladığınızda uzaklaşırsınız.
Kısacası insan ritmi ve belli bir ölçüsü olan, dost ya da üçkağıtçı niteliği ağır basan biri olarak kurnazca kendini gösterir kimi zaman.
Yaşam bir şans, bir oyundur aslında. Yağmurun yağması, gök gürültüsü misali daha büyük yağmurlar yağar, insan gümbür gümbür senfoniler duyar içinde.
Her daim dost arar, dürüstlüktür amacı.
Elbette ki dürüst olan, erdemli olan içindir tüm bunlar.

SOSYAL MEDYA


 Artıların ve eksilerin hesabını yaparken söz dönüp dolaşıp eleştiriye ve insanın kendisiyle hesaplaşmasına geliyor. Yaşamın yanımızda taşıdığımız tek bavul olduğunu hatırlayıveriyoruz.

Sosyal medya hayatımızda kapsamlı yer tutmaya başladığında; bir yandan tanımadıklarımızı tanıyor, diğer yandan tanıdıklarımızı tanımadığımızı anlıyoruz.
Benliğimizi yeni yaşamlara uydurma harekâtı devam ediyor.
Kalanlar, terk edenlere ilgi duyuyor, gidenler ise kalanları anlatmaya koyuluyor.
Kibir ve bencillik anlayışının alabildiğine yaygın olduğu gerçeğini gördüğümüzde hayata dair anlayışımız sarsılıyor. Bu sarsıntı geleceğimizi yeniden dizayn etmemize neden oluyor.
Eleştiriyi ve sorgulamayı teğet geçenler ne kültürün gelişmesini ne de küreselleşmenin önemini anlamış değiller. Anlamadıklarını anlamış gibi algılayıp anlamadıklarının da farkında değiller.

ALGI YANILSAMASI


 nsan yaşamı için en tehlikeli güç kuşkusuz silahtır. Ancak silahtan daha tehlikeli olanı ise algılama gücüdür. Bu gücü bir kez ele geçirenler toplumsal belleğimize de yön vermeye başlarlar.

En basitinden yararlı olanı yararsız, yararsız olanı yararlı gösterebilirler. Sanal ile gerçeği karıştırmamıza neden olabilirler. Yenilgiyi başarı olarak algılamamıza neden olabilirler. Gerçeği ve doğru olanı sorgulamamızı engelleyebilirler.
Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verebilirler ve dahası bizim de kabullenmemizi isteyebilirler.
İnandırdıkları şeyin peşinde koşmamıza neden olabilirler.
Algı yanılsaması öyle bir şeydir ki, yanılsamanın etkisini artırmak ve kalıcı kılmak için müthiş bir kampanya başlatırlar. O kampanyaya direnciniz yeterli gelmezse eğer, kaleminiz, sözleriniz, notalarınız, mısralarınız teslim olur.
Özgüveniniz kaybolur.

ÇANAKKALE GAZİSİ AZMAN DEDE


 Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Sorduklarımı cevapladı . Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :

-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.
Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.
Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı.
Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak...
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık.
İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an.
Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.
C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan

25 Ağustos 2025 Pazartesi

ÇOĞUMUZ YA ŞEHİT ÇOCUĞU YA GAZİ TORUNUYUZ


 

Cehalet okyanusu üzerine kümelenmiş, küçük izole bir şekilde yaşamayı marifet sayan, sayıları ve coşkuları yeterli olmayanların ne yaşadıkları bir yere faydaları var ne de ülkenin ve toplumun geleceğine. Yaptıkları tek şey dar düşünce kalıplarına kendilerini hapsetmektir. Çağdaş dünyada olan bitenlerden faydalanmadan ahkâm kesmek, kendilerini düşünce havarisi sanmaktır. Dar kalıplarına diğerlerini de sıkıştırmanın gayreti ile çalışmaktır.

Oysaki yüzyıllarca Anadolu’nun değişik coğrafyalarında koşup gelen “vatan evlatları”; Çanakkale’de, Galiçya'da, Yemen'de, Fizan çöllerinde bu vatan için toprağa düşmüşlerdi. Yan yana omuz omuza savaşmışlardı. Hiçbiri diğerini ötelememişti. Şuralısın buralısın dememişti. Bir lokma ekmeğini beraber paylaşmıştı.

Düşmanın gücüne, zemherinin en acımasızına, karakışın en zorlusuna, tipinin en çetinine, tifüsün en zalimine, çaresizliğin soğuk yüzüne beraberce direndiler. Anadolu’da nereye gidilse bir başka güzellik karşılar insanları. Şehitliklerde ki mezar taşlarında yazılı olmayan bir tek vatan köşesi yoktur. Çoğumuz ya şehit çocuğu ya gazi torunuyuz.

Bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük insanların bir diğerini ötelemesidir. Yandaş edinmesidir. Demokratik ortamda bir diğerinin söz söyleme, düşünce belirtme hakkının “salvolarla” yok edilmesidir. Ne yazıktır ki bu duruma şahit olmanın şaşkınlığını yaşadı insanlar çoğu kez. Kabul edilmesi doğru olmayandı bu yaklaşımlar.

 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

İKİ YOKSUL KÖY ÇOCUĞU


 

1944 senesinde Çumra tren istasyonunda , üstü başı yırtık iki yoksul köy çocuğu beklemektedir. Yanlarına bir adam gelir ve çocuklara nereye gittiklerini sorar. On yaşındaki Kemal “Konya’ya! Valiyle görüşmeye!” der.
Adam alaycı bir şekilde güler “Sizi valiyle görüştürmezler be evladım, paranıza yazık, boşa gitmeyin!” diye karşılık verir.
Kemal adamı dinlemez. Altı yaşındaki kardeşi Mehmet’in elinden tutarak istasyona yanaşan trene biner. Bir süre sonra kuşetli vagonda tam karşılarına takım elbiseli bir adam oturur. Çocuklara gülümser ve nereye gittiklerini sorar. Kemal, bu adamın da kendileriyle gülüp dalga geçeceğini düşünür. Konuşmak istemez. Adam ısrarla “Anneniz babanız yok mu evladım, trene bir başınıza binmişsiniz” deyince Kemal kızgın bir ifadeyle; “Amca! Anamız babamız öldü. Biz köy çocuğuyuz ve eğitim alırsak o zaman ‘adam’ olabiliriz. Bu yüzden Konya valisine bizi okut diye yalvarmaya gidiyoruz!”
Takım elbiseli adam ‘anladım’ dercesine başını sallar ve cebinden bir kart çıkarır. Kemal’e uzatır. “Bunu valiye göster, selamımı söyle” Kemal kartı alır, okuma yazması olmadığı için kartta ne yazdığını anlamaz. Dalgacı(!) adam ise yaklaşan istasyonda iner.
Kemal ve Mehmet Konya’da vali binasına gider. Kemal, kapıdaki görevliye valiyle görüşmek istediğini söyler. Fakat görevli çocukları başından savar. Kemal, bu kez son şansını dener ve trende tanıştığı o takım elbiseli amcanın verdiği kartı uzatır. Görevli kartı görünce şaşırır ve hemen çocukları valinin makamına çıkarır. Vali karta bakar, ciddileşir, eli telefona gider. İki görevli gelir ve çocukları İvriz’e götürür. Kemal şaşkındır o takım elbiseli adam dalga geçmemiş, verdiği kart işe yaramıştır. Bu sefer "Kim bu adam?" diye düşünmeye başlar.
Kemal ve Mehmet İvriz’e gönderilmiştir ve bu okulda yatılı olarak okur. Ve seneler sonra… Kemal seneler sonra o takım elbiseli adamla görüşür. Adam yaşlanmış, emekli olmuştur. Kemal yanına gider kendini tanıtır, yaşlı adam anımsar Kemal’i “Demek okudunuz ha?” der, gözleri dolar. 1944’te o gün trenle vilayet vilayet gezip okulları denetleyen o takım elbiseli adam tesadüfen bu iki kardeşi görmüş ve kartını vererek yardımcı olmak istemiştir. Seneler sonra bu kez Kemal kartını uzatır; üzerinde “Gazeteci-Yazar Kemal Bayram Çukurkavaklı”. yazmaktadır.
Evet, Kemal öksüz ve yetim bir köylü çocuğudur, İvriz Köy Enstitüsü’nde okumuş, gazeteci olmuş, kitaplar yazmış, ödüller almış, kendi deyimiyle ‘adam’ olmuştur. İşte köy enstitüleri bu yüzden önemliydi ve köy çocuklarının çağdaş bir eğitimle topluma karışmasına vesile oluyordu. Mamafih zararlı görülerek kapatıldı. Ha Kemal'in kartını verdiği kişi kim miydi? Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Hasan Ali Yücel, yani trendeki o takım elbiseli adam...

19 Ağustos 2025 Salı

BİLGİ


 Bilgi öyle bir şey ki, anlamsız detaylara bile anlam verip bir anda zihni canlandırabilir.

Eğer birileri sorulan bir soruya cevap vereceğine kızıyor, anlamsız yere argo kelimeler kullanıyor ise, bilin ki o, bilmediğini gizlemek için bu yola başvuruyor.
Onlara göre "bir bilen" kendileridir.
Peki, bu durumda kimlere kızmaz o "ben bilirim" diyenler, onlara göre kızılmayacak olanlar, söylenenleri başını sallayıp onaylayan sessizce dinleyenlerdir.
Bilgi belki de, itiraz edecek bir sürü şey varken, susmak ve kendi içine hapsolmak, kendi gölgesiyle başbaşa kalmaktır.

GURUR


 Gurur sözünün halk arasında sıkça kullanıldığını herkes bilir. Lakin, hiç bir kimse bu sözü kendisine yakıştırmak istemez. Bir bakıma görmezden gelir.

Gurur kimine göre "yaygın bir kusurdur". Günlük yaşamımızda gördüğümüz onca şeyden sonra şuna inandım ki, gerçekten çok yaygın.
İnsan doğası gereği gurura eğilimli. Şu ya da bu, gerçek veya hayali bir özellik nedeniyle, kendisinden memnuniyet duymayan insan sayısı azdır.
Bir de "gösteriş" vardır. Gurur ile gösteriş arasında fark olmasına rağmen, sıklıkla aynı anlamda kullanılır.
Gurur, kendimiz ile ilgili görüşümüzün bir yansımasıdır.
Gösteriş ise, hakkımızda başkalarının ne düşünmesini istediğimizdir.
Gurur çoğu zaman insanlar arasında dayanışmaya değil, aksine uzaklaşmaya neden olur.
Geleceği yaşamak bugünün sorunudur.
Gelecek, zaman yolculuğunda her an yeniden güncellenir.
O nedenle gururu bir kenara bırakmak gerektiğine inanıyorum.

GELECEK NESİLLER İÇİN


 Yaşam ve anlayış düne göre çok değişti.

Olumlu yönde değişim, olumsuz değişim karşısında daha az diye düşünüyorum.
Yine de, elimiz kalem tutarken, gözümüz görürken, dizlerimizde derman varken, dik durmaya, doğru bildiklerimizi söylemeye, kısaca kendimiz olmaya devam etmek zorundayız.
Çocuklarımız için, torunlarımız için, gelecek nesiller için bunu yapmaya mecburuz.
Hep derim, geçmişte yoksulluk belimizi bükmüştü, lakin yine de bugünkü gibi sorunlu bir yaşam yaşamamıştık.
Okumak, gözlem yapmak, olayların ve yaşananların gidişatını takip etmek, doğru olanı söylemek zorundayız.