Ali dede ile Ökkeş emmi her gün kesintisiz yaptıkları gibi sabah
güneşinin ısıtmaya başladığı duvar dibine doğru ellerinde bastonları yavaş
yavaş gittiler. Güneşle birlikte buharlaşmaya başlayan toprağın etrafa saldığı
kekremsi koku etrafı sarmaya başlamıştı. Yeni yeni filizlenen kır çiçekleri de
yüzlerini güneşe dönmüşlerdi. Ali dede ile Ökkeş emmi de baharın verdiği
canlılığı kıskanırcasına etrafı gülen gözlerle seyrediyorlardı.
Yetmişli
yaşlarını çoktan devirmiş, feleğin çemberinden geçmiş, nice gailelerle boğuşmuş
Ali dede ile Ökkeş emminin kendi köyleri olan Soğuksu dışında çevre köylerde de
sözleri dinlenirdi. Anlaşmazlığa düşenlerin çözüm için ilk başvurdukları
kişiler onlardı.
Ali dedenin okuryazarlığı olmadığından bu konudaki eksikliğini ya Ökkeş emmi ya da
torunları giderirler, Ali dedeye yardımcı olurlardı. O da bu nedenle okuryazar
olmayışının sıkıntısını eskisi gibi pek duyumsamazdı.
Ali
dedelerin köyü düz damlı, kınalı ellerce özenle sıvanmış; gelişigüzel açılmış
demirli pencereleriyle, hayvanların yanı sıra saman ve ot yığınlarını çıkarmaya
yarayan geniş pencereleri ve kapılarıyla, önlerinde devasa “tuz taş”larıyla, kuzey
rüzgârlarına karşı güneye açılmış kapılarıyla, yapı ustalarının ne denli bölge
ikliminin özelliklerini nakış nakış taş duvarlara işlediğini görenleri hayran
bırakmasıyla ve sıralı söğüt ağaçlarıyla bozkırın ortasında ta uzaklardan fark
edilen büyükçe bir köydü.
Çevre
köylerle iç içe olan tarım arazisiyle, mera ve otlaklarıyla, buz gibi su
kaynakları ile bilinirdi.
Köyün bazı
mevkilerinin adları sahip olduğu kaynak suları nedeni ile Yukarı Pınar, Ak
Pınar, Kör Pınar, Gölyeri şeklinde idi.
Köy
yaşamının güzelliği bir başkadır aslında. Kıt kanaat geçim şartlarına ve
yoksulluğa rağmen vazgeçilmezdir. Tan ağarmadan başlayan yaşam mücadelesi
gecenin geç saatlerine kadar devam eder. Köy insanı için durmak yoktur.
Çalışmak devamlı çalışmak ve ele güne muhtaç olmamak vardır.
Ali dede hafif kamburlaşmış, hasta gibi ağır ama dikkatli, bastonu ile yere sağlam
basarak, duvarın dibindeki yerini alırdı sabahları. Orta boylu, yüzü yetmişini
devirdiğini belli edecek şekilde kırış kırış, eski ama temiz giysili, başında
kalan iki tutam saçı kapatan köylü kasketi ile dikkatleri üzerinde toplayan bir
ihtiyardı. Çevresi ile devamlı ilgilenirdi. Ökkeş emmi ile yan yana
geldiklerinde sohbetleri genelde köye ve yaşama dairdi. Olan bitenleri
aralarında konuşurlar, ölçer biçer öyle karar verirlerdi. Her ikisi de küçük
yaştaki çocukların olmazsa olmazlarıydı. İşi olan komşu kadınlar çocuklarını
yanlarına bırakır, gönül rahatlığı ile işlerini yaparlardı.
Ökkeş emmide
kendinden beklenmeyecek çeviklikte, uzun boylu, kara yağız, yılların yorgunluğu
yüzünde ilk bakışta belli olan, mert ve sözüne güvenilir biriydi.
Her ikisi de
seferberliğe katılmış, cephede yaralanmış, aldıkları yaraların izi ile gurur
duyan gaziydi.
Ali dedenin
eşi Elife teyzede güngörmüş, seferberlik sırasında çocuklarına hem analık hem
de babalık yapmış, Ali dedenin yokluğunda evin tüm işlerinin üstesinden gelmiş
bir kadındır. O da merttir, sözünün eridir. Komşuların eksiklerini tamamlamak
için uğraş veren, ihtiyaç için gelen komşu kadınları geri çevirmeyen biridir.
Bu onun köy kadınlarınca sevilmesinin en önemli sebebidir.
Tan ağarmaya
yakın bir hayhuydur alır yürür evlerin odalarını, uykulu gözlerini ovalayarak
ahırlara seğirtir evin yaşlıları. Köyün hayvanlarını gün boyu bozkırda
otlatacak sığır çobanının hayvanları meydanda toplama zamanıdır, geç
kalındığında hayvanları hergeleye katma zamanı geçecektir, bu ise zaman kaybıdır tekrar evde kalan
hayvanları çobana teslim etmek için.
Köyün
meydanında toz bulutu kaldırarak otlamaya giden hayvanların sabahın serinliğinde
etrafa bıraktıkları, üzerlerinde buhar tüten dışkılarını toplamaya sıra gelir
sonrasında. Daha fazla hayvan dışkısı toplamak için acele edilir. Ahırda da ne
var ne yok çıkarırlar dışarıya. Birisi çiğner, diğeri şak şak duvara
yapıştırır. Kışın yakacak sıkıntısını atlatmak daha çok tezek anlamına gelir
çünkü. Ağızları sarılı, paçaları çemreli kadınlarca. Evlerde bulunan çocuklar
bağırırlar ara sıra.
-Anaa ana
gızz!
Ana ilkin
oralı olmaz. İşini bitirme telaşındadır. Gün daha yeni başlamıştır, yapılacak
işler beklediğinden çabuk davranması gerekmektedir. Ne ki çocuklara laf anlatmak
olası değildir.
-Anaa ana…
-Ne
var, ne diyon?
Çocuk daha
yüksek sesle bağırır bu sefer, sesinin işitilmesinden aldığı cesaretle.
-Acıktım
anaa…
- Ölmedin
ya, acıktıysan ekmek bendemi git al zıkkımlan.
-Arasına yağ
sürem mi?
- Sür sür…
Üstüne de az biraz şeker koy…
Ana işini
bitirmiştir. Yorgun eve döner. Genişçe bir
sofra bezi arasına istiflenmiş yufkadan bir tane alır, acelesi varsa arasına
peynir ve taze kaymağı katık etmeden; zamanı varsa kocaman bir peynir dürümünü
eline alıp bir yandan yapılmayı bekleyen ev işlerini yaparken o günkü
kahvaltısını da yapar usul usul.
Evin ninesi
Elife Teyze ve dedesi Ali dede çoktan kalkmış karınlarını doyurmuşlardır. Dede
elinde baston yavaş yavaş her gün yaptığı gibi sabah güneşinin değdiği duvar
dibine gitmektedir. Ve yine her gün oturup sırtını güneşe verdiği taş kimi
zaman çocuklar tarafından yerinden oynatılmıştır. İşte o zaman dede söylene
söylene bastonunu usulca duvara dayayarak uflaya puflaya taşı eski yerine
getirir, bir yandan da “ boyu devrilesiceler oynayacak yer mi yok be ya…” diye
de söylenmektedir.
Ali dede kardeşi Mehmet’le birlikte seferberliğe katılmış, çeşitli
cephelerde savaşmış, kendisi geri dönmüş ancak kardeşini savaşa kurban
vermişti. Kardeşinin acısı hep yüreğinde bir sızı olarak yer etti. Canından çok
sevdiği ve kendisinden küçük kardeşi Mehmet’i Doğu Cephesine göndermişlerdi,
kendisi de Balkan ve Yemen cephelerinde bulunmuş, aldığı yaraların acısına
aldırmadan savaş sonuna kadar cepheden cepheye koşmuştu. Köyünden ve komşu
köylerden seferberliğe katılan akranlarından birçoğu şehit düşmüş az sayıda
geri dönen olmuştu. Ancak kınalayarak cepheye gönderdikleri Mehmet çok ama çok
beklemelerine rağmen geri dönmemişti.
Sarıkamış cephesinden dönen civar köylerden gazilerle daha sonraları yaptıkları
konuşma ve araştırmalarda Mehmet’in Ruslara esir düştüğünü öğrenmişler, acıları
feryada dönüşmüştü. Mehmet’in dondurucu soğuklarda, kar ve buz kütleleri
arasında Sibirya steplerinde, değişik bir tek renk ve manzaranın olmadığı her
tarafın buz ve beyaz renkten ibaret olduğu, ısınmanın çok zor şartlarda mümkün
olabildiği çadırlardan oluşan esir kamplarından birinde savaş sırasında aldığı
yaraların etkisi ile belki de esirlerin çalıştırıldıkları taş ocaklarından
birinde hakkın rahmetine kavuştuğuna inanıyorlardı artık. Uzun süren savaşlarda
cephede yıllarca savaşan arkadaşlarından köyüne geri dönen Hüseyin Çavuş’un
yemen çöllerinde ki anılarını anlatışını köy odasında toplandıklarında sık sık
dinler şehit düşenleri rahmetle anarlardı.
Ali dede dışarıya kapının önüne çıktığında sıklıkla bastonu elinde,
ağzında sigarası ile ya her gün gidip üzerine oturduğu taşa oturur ya da ileri
geri volta atarak kardeşi Mehmet’i ve çocukluklarını düşünürdü. Sarıkamış
muharebelerinde en çok kızdığı Enver paşa idi. Çünkü ona göre, karakışın acımasızlığına yazlık kıyafetleri
ile teslim edilen Arap çöllerinden getirilen askerlerimiz ve Edirne’den de
gönderilen hazırlıksız birliklerimizin telef olmasında ki en büyük pay onundu.
İstiklâl Harbi dendi mi gözleri parlar, ufka kayan gözleri dalar gider “Allah
bu memleketin evlatlarına zeval vermesin. Türk milletinin topyekûn azmini ve
Mustafa Kemal’in varlığını ve düşüncelerini bu vatan topraklarında eksik
etmesin” derdi. İçini kemiren kardeş hasreti ve hayatın ona sunduğu acımasızlıkla
boğuşurken düşmanın yapamadığını yoksullukla geçen yıllar yapmış beli bükülmüş,
o koca dağ artık iş yapamaz konuma gelmişti.
Savaş yıllarında köylerinde kalan kadınlarla birlikte kendi eşi Elife de
evin hem erkeği hem de kadını olmuştu. Nasırlaşmış elleri ve bakır rengini
almış yüzü ile eşinin yokluğunda kızları ile birlikte yaşam mücadelesi
vermişlerdi. Ali dede’nin dört kızı vardı ancak çok istemesine rağmen bir türlü
erkek çocuk sahibi olamamış rabbim onu kendisinden esirgemişti. Olsundu, ne fark
ederdi ki ha kız ha erkek evlat. Onun gözünde kızları da birer erkek evlat
konumunda idi.
Ali dede’nin köyü ile birlikte etraf köyler gaziler ve şehitler köyü idi.
Harp sırasında eli silah tutan her erkek silâhaltına alınmış… Çevre köyler
savaşın acısını da, zaferlerin sevinçlerini de sonuna kadar yudumlamış;
erkeklerin çoğunu şehit vermiş, kalanların ise çoğu gazi olmuştu. Bu topraklar
şehitlerine de gazilerine de her zaman minnetle bakmış, onları bitip tükenmez
sevgi yumağı ile bağrına basmıştır. Gazilerin savaşta aldıkları yaraları fark
etmek pek de zor değildi. Ali dede’de bacağından vurulmuş bir gazi idi. Savaşta
aldığı ufak tefek yaralardan bahsederken kahpe bir şarapnel parçasının
bacağında açtığı derin yara izini etrafındakilere gururla gösterirdi.
Geride kalan kadınlar ise acıların her türlüsünü ta yüreklerinin dibinde
hissetmişler, yoksulluğun adım adım ilerlediği ve bir lokma ekmeğin altın
değerinde olduğu günlerde çilenin her türlüsünü tatmışlar, yinede ağızlarından
bir tek “ ah “ sesi çıkmamıştır. Her şeye, her zorluğa karşın yılmamışlar;
büyük harbe ve sonrasında gelen İstiklâl harbine yetiştirdikleri evlatlarını
göndermişler; Anadolu toprağında ve köylerinde savaşın acılarını yok etmeye;
savaşa gönderdikleri kocaları, oğulları, kınalı kuzuları ile gurur duymuşlar;
her biri bağrında hissettiği, yüreğinde için için yanan yangına aldırmadan;
acıya, bin bir çeşit çileye ve yoksulluğa aldırmadan daima başı dik
gezmişlerdir…
Yaşı epeyce ilerlemiş olan Ali dede dışarı artık bastonla çıkıyor bazen
huysuzluğu tuttuğunda hırsını eşi Elife’den alıyordu.
-Elifee! Diye bağırdı yine o sabah
Elife ise Ali dede’nin bu huyunu bildiğinden olacak ki duymazlıktan geldi
ilkin. Ancak Ali dede bu sefer avazı çıktığı kadar tekrar bağırdı.
-Gızz Elifee…
-Ne var gene ne oldu?
-Ne olacak kuşluk yaklaştı, şimdi birazdan davar yaylımdan gelir. Bakan
eden yok.
-Bakarlar bakarlar sen otur oturduğun yerde diye söylendi Elife teyze.
Ali dede’de her gün yaptığı gibi söylene söylene eline aldığı bir bakraç
ve suyu içine boşaltacağı geniş ve yayvan bir kabı hayvanların sulanacağı alana
doğru sürüklemeye başlardı. Köylerinde güneşin yakıcı sıcağında ve sağılmak
üzere eve getirilen davarların sulanacağı yerel dilde “kürün” dedikleri sulama
yerleri yoktu. Sürüde koyun ve keçileri olanlar da Ali dede gibi ellerine
aldıkları birer bakraç ve sulama kabı ile sürüyü sulama yerine gelirlerdi.
Ali dede bir elinde baston diğer elinde çeşmeden doldurduğu bakraç ile
görevini yerine getirdikten sonra eve gelir, evdekilerin ellerini çabuk
tutmaları için bağırır çağırır, koyun ve keçilerin sağılmak üzere sokuldukları
ağıla doğru hızlı adımlarla giderdi. Ve yine her gün yaptığı gibi iskemleye
oturur, sırasıyla sağılacak hayvanların rahat durmaları için başlarını sağ kolu
ile sıkıca kavrardı. Bazı koyunlar ise Ali dede’yi görmezlikten gelir, o yokmuş
gibi hızla dışarı çıkmak isterlerdi. İşte o zaman kızılca kıyamet kopar Ali
dede koyunları sağım yerine toplayan torununa avaz avaz bağırırdı…
Elinize sağlık hocam o kadar canlı yazıyorsunuz ki, gözümün önünde resmi geçit yapıyorlar karakterler, koyunlar, çiçekler, bozkırlar....işte böyle Sibirya esir kamplarına esir düşerek, şehit düşerek kurduğumuz vatan topraklarını şimdi utanmadan düşmana kıytıkırık haydutlara peşkeş çekiyorlar:( elimde değil o aklıma geldi hemen..:(
YanıtlaSilOkuyan gözlerine sağlık Müjde kardeşim. Yorum için teşekkür ediyorum. Bu ülke dedelerimizin kanlarıyla kazanıldı. Bu millet bunu çok iyi biliyor. Nice Mehmetler bu uğurda can verdi.
SilSelam ve saygılar.
Ne güzel bir hikaye Hüseyin Hocam, elinize emeğinize sağlık..
YanıtlaSilBeğenmenize sevindim Hanife Hanım. Selam ve saygılar.
Sil