12 Ağustos 2024 Pazartesi

HAYATTA EN ZOR OLAN ŞEYLERDEN BİR ÖRNEK VER DESELER YAŞLANMAK DERİM


Sabahla birlikte güneş ışığı içeri sızıyordu. Bir yandan açık pencereden evin içine dolan bahar kokusu, diğer yandan göğsümün sol yanında amansız bir sızı vardı. Dalgaların kayalarda patlamasına benzer umarsız bir ağrı bir baş belası!
Bilgisayarın başında uyuyakalmışım. Uyandığımda sırtımda bir ürperti, belli ki üşümüşüm. Geceleri hala soğuk, ayaz. Uyuşan ayaklarımı uzattım açılsınlar diye. Ne zormuş. Tekrar uyuştular. Ardından vücudumun bütün ağırlığını ayaklarıma yükledim. Birkaç dakika sonra uyuşukluk hissi kalmadı. Pencerenin kenarına geldim. Perdeyi hafifçe araladım. Serçelerde bir sevinç bir sevinç ki. Gülümsedim.
Mutfakta fazla durmadım. Apartman merdivenlerini ağır aksak indim. Bahçede yeni tomurcuklanmaya başlayan çiçekler vardı. Aralarında kan rengi çiçeği ile etrafa gülümseyen Şakayık dikkati çekiyordu. Bahçe demirlerinin boyaları yenileniyordu. Gazete almak için bakkala doğru yürüdüm.
Kıştan kalan o boğucu, kirli, kül rengi görüntüler baharla birlikte yok olmaya başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar caddeyi doldurmuştu. Güneş etkisini yavaş yavaş artırıyordu. Mağaza ve bakkalların önleri, park giderek kalabalıklaştı.
Elimde gazete ile parka geldim. Bizim ihtiyarlar her zaman olduğu gibi bir araya toplanmışlardı. Aralarında sıklıkla tartışırlar, bir türlü karara varamazlardı. O zamana kadar bana söz hakkı vermeyenler (daha doğrusu ben karışmazdım), tartışan taraflardan birinin söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem için bana döner sorarlardı.
“Söylesene Hocam ben haksız mıyım?”. Karşı tarafta olan durur mu? Daha diğeri sözünü bitirmeden başlardı “Yahu Hocam sen ona bakma benim dediklerim yalan mı?” diye laf ederdi. Huylarını bildiğimden “beni karıştırmayın, siz aranızda anlaşın” der işin içinden sıyrılırdım.
Selam verdim yanlarına oturdum. Onlar konuşmalarına geri döndüler, ben de gazetemi okumaya başladım. Bazen gürültüleri dayanılmaz oluyordu. Ama parktaki çocuk seslerinden ve caddede geçen arabaların gürültüsünden pek de dikkati çekmezdi bu durum.
Az ilerde sırtı iyice kamburlaşmış, dizlerini bükmeden, bastonu ile kaldırıma yavaş yavaş vurarak parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kenarları yıpranmış bir kasket vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafta boş bir banka adeta kendini bırakırcasına oturdu.
Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yanına bıraktı. Kasketini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu il kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmıştı. Belli ki gün boyu güneşle mücadele ediyordu. Güneş boş durur mu ihtiyarın yüzünü granitleştirmişti. Yerimden kalkıp yanına gittim. Selam verip oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri artık iyice fersizleşmişti. O gözler çok şey anlatıyordu aslında. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boylu idi.
Yoksuldu ama onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yemişti ama isyankâr değildi. İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belliydi. Ama o bunu ne hisleri ile ne de duyguları ile belli etmiyordu.
Olanı biteni sessizce oturduğum yerden izledim. Tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Çocukların gürültüleri duyulmuyordu. Yalnızca uzaktan çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm. Çünkü günü kurtarmanın peşindeyiz. Çünkü korkağız. Başkalarını anlamaktan korkuyoruz. Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz Ya da görmek istemiyoruz. Farkında bile değiliz bazı şeylerin. Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı duyguların varlığı da. Çünkü yardım etme duygumuz körleşmiş. Çünkü benciliz. Varoşlarda ki yoksul yaşamının yanı sıra villaların ve apartmanların bulunduğu varsılın yaşamı hiç fark etmiyor artık. Duygu körlüğü her yerde.

NOT: Onüç yıl önce yazdığım bir yazı. Bir anı. Şimdilerde, hele ki İstanbul'da benzer durumu görmek olanaksız.
Yazıda anlatılan yer Ankara Sincan'da bir park.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder