Bu gürültünün,
bandolu, davullu, zurnalı şenliğin anlamını bilen yaşlı erkekler ve kadınlar
ise suskundu. Çünkü ne zaman kışlalardan, savaş gemilerinden bu sesler
yükselse, ardından savaş gelirdi. Kışlalar dolup dolup boşalırdı.
Askerler hep
Anadolu’dan ve Trakya’dan çıkardı. Buralarda yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi’ler
askere alınmazdı. Irak, Suriye ve Arabistan halkı da silah altına alınmazdı.
Padişah fermanı ile İstanbul halkı hiç askerlik yapmazdı. Bu yüzden bunlar
savaşın acısını Anadolu ve Trakya halkı gibi bilemezlerdi.
Suskun
yaşlıların sezgisi doğruydu. Bugün Osmanlı İmparatorluğu resmen Rusya,
İngiltere ve Fransa’ya savaş ilan ediyordu. Anadolu ve Trakya Türklerinin
dört yıl boyunca kan dökeceği, üç kıtada can vereceği Birinci Dünya Savaşı’na
giriliyordu.
Şenlik sırasında
komutanlar kışla meydanlarında bayraklarla süslü kürsülere, gemilerin kaptan
kulelerine çıkarak Padişah Mehmet Reşat ile Başkomutan vekili Enver Paşa’nın
orduyu ve donanmayı savaşa çağıran bildirilerini okudular. Arapça ve Farsça
sözcüklerle dolu bildirileri askerler, denizciler zorlukla anlıyordu.
Padişahın uzun
savaş çağrısında (günümüz dili ile) can alıcı nokta şöyle idi: “…
Böylece silahlı bir yansızlık yaşarken, Karadeniz Boğazı’na torpil koymak üzere
yola çıkan Rus donanması, eğitimle uğraşan donanmamızın bir bölümü üzerine
ansızın ateş açtı.”
Enver Paşa’nın
savaş çağrısının son kısmında ise şöyle deniliyordu: “… İleri! Daima
ileri ki zafer, şan, şehitlik, cennet hep ilerde; ölüm ve alçaklık geridedir….”
Böyle diyordu
Enver Paşa. Kimlerin ileriye, kimlerin koskoca bir orduyu karlara gömüp tek
başına geriye gideceğini ise zaman gösterecekti.
İstanbul’da
yayınlanan “tanin” gazetesi ise aylardır yaptığı savaş
çığırtkanlığı sonucu muradına ermişti.
Osmanlı
padişahı Mehmet Reşat, ordusuna ve donanmasına yaptığı savaş çağrısında savaşı
Rusların başlattığını söylüyordu. Böylece, altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde
ilk kez bir padişah, savaşa yol açan olayın gerçek nedenini bilmeden savaş
çağrısında bulunuyordu.
Osmanlı
padişahlarının var olan yetkileri arasında “Silahlı Kuvvetlerin
Başkomutanı” olmak da vardı. Ne ki, Mehmet Reşat imparatorluğu
ilgilendiren işlere uzaktan bakıyor, bazı olaylara seyirci bile olamıyordu.
Seyirci olmak, olayları anında izlemek demekti. O ise bir çok olayı olduktan
sonra öğreniyor, daha doğrusu, kendisine nasıl anlatılırsa öyle biliyordu. Ordu
konusunda da değişen bir şey yoktu.
Mehmet Reşat
genç bir şehzade iken, 1876 yılında amcası Padişah Abdülaziz’in tahttan
indirilişine tanık olmuştu. İkinci Abdülhamit tahta çıkmış, çıkar çıkmaz da onu
bir küçük saraya hapsetmişti. Tam 32 yıl tutuklu kalmış, Avrupa’da sanayi
devrimi, sömürge paylaşımı ve teknolojik gelişmelerin olduğu yıllarda kapalı
duvarlar arasında kalmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder