31 Ağustos 2024 Cumartesi

ŞAŞIRMAMAK ELDE DEĞİL


 

Öyle bir noktadayız ki, herkes kendisinin doğru diğerinin yanlış düşündüğü garabetten kurtulamıyor.
Yaşanan olayların, yazılıp çizilenlerin, yapılan yorumların, ileri sürülen düşüncelerin doğru olup olmadığını sorgulamayı , araştırıp gerçeği öğrenmeyi düşünme gereğini duymadan balıklama atlıyor.
Sonrası gelsin yalan yanlış haberler, ötekileştirmeler, hakarete varan sözler.
İnsan düşünüyor bu duruma bu toplum nasıl geldi?
Bunun mutlaka sosyolojik bir açıklaması olmalı...
Farklı düşüncede olanlar birbirlerini anlamak yerine "hadi ordan" demeyi seçiyor...
İnsan zaman zaman geri çekilip izlemeli hem toplum yaşamını,
hem yakın çevreyi.
Çünkü,
yaşam bizi sınar;
söylediklerimiz ve sustuklarımızla...
"Dinlemeyi ve anlamayı da bilmiyoruz" maalesef. "Dinlemeyi ve anlamayı "çoktan unuttuk.
Sosyal Medya dediğimiz platformlar , yazılı ve görsel basını çoktan bertaraf etmiş durumda.
Tüm dünyada bu böyle.
Teknolojinin önüne de geçmek olanaksız.
Her yetişkinin elinde ve hatta çocukların elinde akıllı telefonlar ve tabletler var.
Sabah kalktığımızda ilk yaptıklarımız arasına girmiş durumda sosyal medyaya göz atmak.
Özellikle Facebook,
Twitter gibi alanlarda yazılanların bir kısmı insanı dumura uğratır şekilde,
yalan yanlış,
gerçekle alakası olmayan paylaşımlarla dolu.
Doğru olmadığını düşündüğünüz ve hatta bildiğiniz bir konuda yazılana müdahale edip doğrusunu yazmaya çalıştığınızda "bırakın anlamayı dinlemeyi ya okkalı bir küfürle, hakaretle karşılaşıyorsunuz ya da engelleniyorsunuz."

Fuzuli'nin dediği gibi "söz söylemek irfan ister, anlamak insan"

KUYTULARDA ZAMAN GEÇİRMEK


 Kuytularda...

Bir yandan umarsız, boş gözlerle etrafı izleyenler, bir yandan etrafındaki insan davranışlarını gözlerken, düşünen beyinler.
Ki, artık düşünmek için zaman ayıranların azaldığı bir zaman dilimindeyiz.
İnsanlar meydanlarda boş gözlerle zamanı kovalıyor artık.
Diğer yandan çığırtkanların tiz sesleri, perona yaklaşan trenin çıkardığı o sese benzer nidalarıyla, bencilce etrafı çınlatmaları.
Sokak satıcılarının pervasızlığına karışan işsiz vatandaşın varlığı.
Elinde babadan kalma tespihi ile sıcağın altında varlığını sürdürmeye çalışan emekliler.
Sokakların kuytularında kafelerde okey taşlarını masaya yayanlar...
Hayat acımasızca balyozunu indirdirdikçe indiriyor... Çoğumuz farkında değiliz.
Kuytularda ellerinde tespih, dudakları arasında okkalısından sigara etrafa umursamaz gözlerle bakanlar, yürüyenler, kahve köşelerinde akşamı getirenler, vitrinlerin neon ışıklarını seyredenler, yere dökülen sözcükler...
Her ne olursa olsun, sokaklar başlı başına bir öyküdür ...
Hava bunaltıyor, herkes ya balkonunda, ya da sokaklarda kuytularda dakikalar saate dönüşürken...
En ucuz şey zaman artık.
Oturup beklerken de, ağaç gölgesi ararken de, televizyonda günün haberlerini izlerken de bir türlü geçmiyor zaman...
Gün içinde tek tek seslerin ayırtedilemediği bir uğultu etrafı sarar bazen. Ellerinde çantalar, bavullar, poşetler, kirli soluk ya da renkli torbalarla akan bir nehir gibi insan seli oluşur ana caddelerde.
Zaman hızlanır o anda. İnsanlar koşuşturur gün boyu. Telaş bu bitmek bitmez bir türlü.
Kan ter içinde, yorgun, usanmış, çileli, alınlarında biriken teri elleriyle yok etmeye çalışırken bazen ayakları birbirine dolanır ağır yükü çekerken.
Yaşamı hiçe sayan hoyrat bir bakış etrafı kolaçan eder .
Yaşadıklarımız budur sadece.
Yaşamın tüm tadını ve anlamını yüreğimize sindirdiğimizi sandığımızda.
Bir tek an, evet sadece bir tek an akıp giden zamanı durdurabiliyorsan...
Yaşamında, sokaklarında en güzel öyküsü içindesin...

22 Ağustos 2024 Perşembe

DE BAKALIM HASO, AĞA OLURSAN NE YAPARSIN?


 

Hayal gücü, birilerinin yaşam mücadelesinde farkında olmadan yaşadığı algı yanılsamasıdır desek yanılmış olur muyuz?  

Herkes hayal gücünden etkilenir.

Fakat bazılarımız serseme döner.

Gerçeği saklamak ve yalan söylemek kimi zaman yapılan bir bencillik olsa gerek.

Oysaki adalet insanın içindedir.

Yeter ki onu haksızlıkları gidermek için kullanalım.

Haksızlık yapmak için değil.

Sormuşlar:

"De bakalım Haso, ağa olursan ne yaparsın?"

Düşünmüş Haso, kafasını kaşımış, gene düşünmüş ve sonunda:

"Soğanın cücüğünü yerim demiş."

İnsanların toprak kadar üretken olduğu ancak rüzgârın vurup yelin üfürdüğü, yağmurun damla damla erittiği bir coğrafyayı düşünün.

İşte böyle bir coğrafyada dağın kayalık yamacına yapışmış olan toprak evlerin vadinin üretken toprağına bakışında ve akşamın alacakaranlığının kehribar rengi ışığında sorulan soruları Haso duygularını gizlemeden telaşsızca böyle cevaplıyor.

Haso’nun ki hayal gücüne dayanan bir anlayıştı.

Çünkü Haso’da biliyordu ki ağa olamazdı.

Dahası ağalıkta acımasızlık vardı.

Haso acımasızda olamazdı.

Haso’nun yüreğinde istese de kimsenin el süremeyeceği kimsenin çiğneyemeyeceği bir insanlık anlayışı vardı.

Hoş Haso’nun aklı soğanın cücüğünden öte geçmiyor.

Ya diğer Haso’ların aklı nereye kadar varıyor?

13 Ağustos 2024 Salı

GÜNÜN GETİRDİĞİ


 

Sabah erken kalkmak alışkanlıktı onun için.
Güneş henüz aydınlatmaya başladığında yeryüzünü, çevik bir hareketle fırlardı yatağından.
O sabah kalkmadı bir türlü.
Belki de kalkamadı.
Ağır bir yük vardı sanırsın onu hareketsiz kılan.
Geç de olsa kalktığında düşünceli görünüyordu. Yüzünde endişe, sıkıntı ve keder ifadesi vardı.
O ifadede açık seçik bir kaygının izleri hissediliyordu.
Zihninden geçenler serseri bir mayındı sanırsın. Yüreğinde bir kavga olduğu belliydi.
Bütün yüzünü, gözlerini acı bir gülümseme kaplıyordu.
Gözlerinde başlayan titreme dayanılması zor bir hal alıyor, tüm hücrelerine kısa zamanda yayılıyordu. Sert esen rüzgârın ritmine boyun eğen gri bulutlar gibi bulunduğu yerden uzaklaşmak istiyordu.
O sabah sıkıntıyı, kederi, acıyı duyumsadı yüreğinde. O sıkıntı, o keder ki, o acı ki ona ağırlık yapan, acı veren, üşüten, yüreğini burkandı.
Bir süre sonra ağır ağır kalktı.
İtina ile katladığı gömleğini alıp giydi.
İçinden üşütmeyeyim diye mırıldandı duyulur duyulmaz bir sesle.
Oysaki Ağustos güneşinin yakıcı sıcaklığı hissedilmeye başlamıştı.
Boğazının hafifçe yanması idi onu böyle söyleten. Tüm vücudu yanıyordu.
Adımlarını attıkça bir ton dayak yemişçesine yalpalıyordu.
Gözlerini ovuşturarak diğer odaya geçti.
Kitapları bıraktığı gibi dağınıktı.
Bilgisayarı açtı.
Kısa bir not yazdı.
Yüreği yağmur yüklü idi.
Yüzü solgundu, titremesi artmıştı.
Geri döndü.
Kendini külçe gibi yatağın üzerine bıraktı.

12 Ağustos 2024 Pazartesi

HAYATTA EN ZOR OLAN ŞEYLERDEN BİR ÖRNEK VER DESELER YAŞLANMAK DERİM


Sabahla birlikte güneş ışığı içeri sızıyordu. Bir yandan açık pencereden evin içine dolan bahar kokusu, diğer yandan göğsümün sol yanında amansız bir sızı vardı. Dalgaların kayalarda patlamasına benzer umarsız bir ağrı bir baş belası!
Bilgisayarın başında uyuyakalmışım. Uyandığımda sırtımda bir ürperti, belli ki üşümüşüm. Geceleri hala soğuk, ayaz. Uyuşan ayaklarımı uzattım açılsınlar diye. Ne zormuş. Tekrar uyuştular. Ardından vücudumun bütün ağırlığını ayaklarıma yükledim. Birkaç dakika sonra uyuşukluk hissi kalmadı. Pencerenin kenarına geldim. Perdeyi hafifçe araladım. Serçelerde bir sevinç bir sevinç ki. Gülümsedim.
Mutfakta fazla durmadım. Apartman merdivenlerini ağır aksak indim. Bahçede yeni tomurcuklanmaya başlayan çiçekler vardı. Aralarında kan rengi çiçeği ile etrafa gülümseyen Şakayık dikkati çekiyordu. Bahçe demirlerinin boyaları yenileniyordu. Gazete almak için bakkala doğru yürüdüm.
Kıştan kalan o boğucu, kirli, kül rengi görüntüler baharla birlikte yok olmaya başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar caddeyi doldurmuştu. Güneş etkisini yavaş yavaş artırıyordu. Mağaza ve bakkalların önleri, park giderek kalabalıklaştı.
Elimde gazete ile parka geldim. Bizim ihtiyarlar her zaman olduğu gibi bir araya toplanmışlardı. Aralarında sıklıkla tartışırlar, bir türlü karara varamazlardı. O zamana kadar bana söz hakkı vermeyenler (daha doğrusu ben karışmazdım), tartışan taraflardan birinin söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem için bana döner sorarlardı.
“Söylesene Hocam ben haksız mıyım?”. Karşı tarafta olan durur mu? Daha diğeri sözünü bitirmeden başlardı “Yahu Hocam sen ona bakma benim dediklerim yalan mı?” diye laf ederdi. Huylarını bildiğimden “beni karıştırmayın, siz aranızda anlaşın” der işin içinden sıyrılırdım.
Selam verdim yanlarına oturdum. Onlar konuşmalarına geri döndüler, ben de gazetemi okumaya başladım. Bazen gürültüleri dayanılmaz oluyordu. Ama parktaki çocuk seslerinden ve caddede geçen arabaların gürültüsünden pek de dikkati çekmezdi bu durum.
Az ilerde sırtı iyice kamburlaşmış, dizlerini bükmeden, bastonu ile kaldırıma yavaş yavaş vurarak parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kenarları yıpranmış bir kasket vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafta boş bir banka adeta kendini bırakırcasına oturdu.
Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yanına bıraktı. Kasketini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu il kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmıştı. Belli ki gün boyu güneşle mücadele ediyordu. Güneş boş durur mu ihtiyarın yüzünü granitleştirmişti. Yerimden kalkıp yanına gittim. Selam verip oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri artık iyice fersizleşmişti. O gözler çok şey anlatıyordu aslında. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boylu idi.
Yoksuldu ama onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yemişti ama isyankâr değildi. İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belliydi. Ama o bunu ne hisleri ile ne de duyguları ile belli etmiyordu.
Olanı biteni sessizce oturduğum yerden izledim. Tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Çocukların gürültüleri duyulmuyordu. Yalnızca uzaktan çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm. Çünkü günü kurtarmanın peşindeyiz. Çünkü korkağız. Başkalarını anlamaktan korkuyoruz. Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz Ya da görmek istemiyoruz. Farkında bile değiliz bazı şeylerin. Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı duyguların varlığı da. Çünkü yardım etme duygumuz körleşmiş. Çünkü benciliz. Varoşlarda ki yoksul yaşamının yanı sıra villaların ve apartmanların bulunduğu varsılın yaşamı hiç fark etmiyor artık. Duygu körlüğü her yerde.

NOT: Onüç yıl önce yazdığım bir yazı. Bir anı. Şimdilerde, hele ki İstanbul'da benzer durumu görmek olanaksız.
Yazıda anlatılan yer Ankara Sincan'da bir park.