16 Eylül 2025 Salı

ÇOCUKLAR


 Çocuklar.

Yarının büyükleri, geleceğimiz, göz nuru çocuklarımız
Hiç biri dünyaya gelmek için sormadılar
Nazlı bir çiçek gibi doğdular
Bu dünyaya
Her yerde,
Her ücra köşede,
Uçsuz bucaksız bozkırda,
Bir vadi yamacında,
Metropolde,
Bir ormanın kuytu köşesinde
yarınların başlangıcı oldular
Öldürülen,
İstismara uğrayan,
Dilendirilen,
Küçük yaşta çöp arabasıyla köşe bucak
Çöp toplayan,
Şiddet gören çocuklar
Vay yavrum vay çocuğum
Bugün biri, yarın bir başkası
Yüreğimize ateş düşüren
Ölümler, acılar, cinayetler
Yaşamak onların hakkı değil mi?
Bazen söz hükmünü yitirir
Günlerce, aylarca, yıllarca
Belki de bir ömür
İzi kalır zamansız gidişlerin

UNUTMA


 İnsan zamanla hayatın olağan akışını, yaşanan olumsuzluklar nedeniyle merak etmez, bir bakıma bıkar.

Lakin, bıktığınız her ne olursa olsun,
bıkkınlıklar bir kenara,
devam eden bir hayat olduğunu unutmamak lazım.
Unutmak demek,
merak edilenin kuruması,
çöle dönüşmesi demektir.
Oysaki merak düşünceyi tetikler,
düşüncelerde ağaçlar gibidir,
ağaçlar susuz,
düşünceler de meraksız büyüyemezler.
Diğer yandan,
Bavulları hep toplu durmalı...
Bir gün telefonların hiç çalmayacağı hesaplanmalı ...
İnsan ihanetlere terk edilmelere...
Bir başına bırakılmalara hazır olmalı,
Yalnızlığa alışmalı...
Omuz omuza günler mi...
Aramaktan vazgeçmek zorundayız artık ...
Dayanışmaya gelince, günümüzde borsanın değer kaybeden hisselerinden biri artık...

SAYGIN İNSAN


 Teşekkür borçlu olduğumuz insanlar.

Kendini ülke gerçeklerinden soyutlamadan geleceğe yönelik düşünebilen...
Güvenli, kararlı, onurlu, sorumluluğunu bilen, insana değer veren...
Her işte, her uğraşta giderek çoğalsın.
Çocuklar, gençler umutla yola çıksın...
Kararlılıkla sürdürsünler çabalarını...
Yolları, bahtları açık...
Yürekleri, vicdanları temiz olsun.
Çünkü,
Hayat bir savaştır
değerlerini koruma
sevdiklerini yaşatma
karekterine
vicdanına
demokrasi ve insan haklarına sahip çıkma savaşı.
Unutmamak lazım
Tartışmayı bilmeyen, dinlemeyen,
kendi fikrini dayatan insanlarla konuşacak
bir şey yok...
Uzaklaşmak en doğru seçenektir.
Haklılığın onuru yaşatır insanı susmanın utancı öldürür o yüzden en sessiz gecelerde doğruyu yaptığıyla teselli bulmalı insan.
Hazır olmalı insan, hep başını alıp gidecek kadar cesur ama kalıp savaşacakmış gibi gözü pek olabilmeli.
Sırt çantasını daima hazır tutmalı insan.
Yollarla barışmalı yalnızlığa alışmalı.

O ACIMASIZ DARBE


 Bir beyaz saçın içinde, karşılaştığımız çok insan vardır.

Hayatımıza yön veren anılarımız ve olaylar vardır.
Şahit olduğumuz adalet ve adaletsizlikler vardır.
Mutluluklar ve acılar vardır.
Kaybettiklerimiz vardır.
Çocukluğumuz, gençliğimiz vardır...
Bu bağlamda, halk arasında bilinen şu sözü unutma, "kendine ağır geleni başkasına yapma"...
Sonu belli olmayan bir yoldur hayat.
Neyin ne zaman nerede karşına çıkacağını bilemezsin.
Öyle bir an gelir ki, bir şeyler alır götürür senden engel olamazsın.
Bazen hayatın getirdiklerinden kaçmak istesen de kaçamazsın...
Yapman gereken "seçme ve karar verme hakkını doğru kullanman" olmalıdır...
Gidilen yolun iki yanında dikenler var diye o yolun özelliği değişmez.
Yolcu yoluna gider.
Dikenler de kötülükleriyle baş başa kalır.
Yürünen yolda hayalperest olmaya da gerek yok. Bütün gün, bütün hafta, bütün yıl, gerçekle hayali karıştırmamak lazım...
Dikenler bir yana, gidilen yolda, gidenin yol haritasında yükümlülükleri devam eder,
hayata, kendisine, çevresine, ailesine karşı.
Gün gelir ellerinde nasır, alnında çizgilerle kavruk yüzünde mutluluk duygusu kendisini ele verir.
Hayat acımasızdır, çile, acı, huzur yan yana gelmez bir türlü.
Dikenlerden koruduğumuz insanları gün gelir kaybedersiniz.
Bu size vurulan en acımasız darbedir.
O acımasız darbe sizi düşündürür "neden buradayım" diye...

10 Eylül 2025 Çarşamba

27 AĞUSTOS 1922 SABAHI


 27 Ağustos 1922 sabahı Mustafa Kemal Paşa'ya telefonda kuşattıkları tepeyi yarım saat sonra alacaklarını bildirmesine rağmen bunu başaramayınca intihar ederek hayatına son veren Miralay Reşat (Çiğiltepe)’a;

Özellikle cephenin biraz gerisinde yüksekçe bir yere oturup tabancalarını dizlerine koyarak "Geri çekileni vururum" mesajı vermesi ve birkaç sefer geriye kaçan askerler üzerinde bunu bizzat uygulamasıyla “Deli Halit” lakabını alan Mirliva Halit (Karsıalan)’e;
Kütahya'nın Emet ilçesinden kendisi, Emet halkı ve süvarileri tarafından kaçırılan Yunan ordusunu kovalayarak İzmir’e giren ilk süvari birlikleri komutanı Ferik Fahrettin (Altay)’e;
Demiryollarının kesiştiği yer olan Eskişehir'e bir üs kuran ve savaş boyunca derme çatma trenlerle cepheye asker, cephane, malzeme nakleden; ray döşeten; gerektiğinde ray ve vagonlardan çelik söktürüp kılıç yaptıran miralay Behiç Bey’e;
İstanbul'dan bizzat kendisine gönderilen ve Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamasını emreden telgrafa rağmen “Ben ve kolordum emrinizdedir Paşam!” sözünü söyleyerek Mustafa Kemal Paşa'nın emrine giren Birinci Ferik Musa Kâzım (Karabekir)’a;
İzmit ile Adapazarı'nı geri alıp, Sakarya Meydan Muharebesi'ne katılarak üstün başarılar kazanan Birinci Ferik Kazım Fikri (Özalp)’ye;
Birlikleri ile İzmit ve adapazarı üzerinden Bilecik ve Eskişehir istikametine ilerleyen İngiliz kuvvetlerine Geyve yakınlarında ateş açarak onları durdurup geri püskürten ve Türk Kurtuluş Savaşı'nı fiilen başlatan ilk komutan olan Mirliva Ali Fuat (Cebesoy)’a;
Bahriye Nazırlığı’ndan ayrılan ve Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine katılan albay Hüseyin Rauf (Orbay)’a;
İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve mühimmat kaçıran, İtalyan işgalindeki Antalya depolarında bulunan silah ve mühimmatın Kuva-yı Milliye'ye kazandıran Mirliva İbrahim Refet (Bele)’e;
İstanbul Hükümeti tarafından ulusal hareketin önderlerinden biri olarak rütbesi kaldırılan, nişanları geri alınan ve idamına karar verilen Müşir Mustafa Fevzi (Çakmak)’ye;
Harbiye'de Askeri Taktik ve Strateji Öğretmenliği yapması nedeniyle başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kurtuluş Savaşı'ndaki üstü düzey komutanların büyük çoğunluğu tarafından "Hocam" diye hitap edilen, Büyük Taarruz'dan önce taarruz stratejisinin belirlenmesi için yapılan toplantılarda, tedbirli ve titiz karakteri nedeniyle, taarruz planını çok riskli ve tehlikeli bulduğu için şiddetle itiraz eden, ancak yine de verilen emirleri, biri hariç, harfiyen yerine getiren Orgeneral Yakup Şevki (Subaşı)’ye;
Yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatip olan, Kurtuluş Savaşı'nda cephede Mustafa Kemal'in yanında görev yapan, sivil olmasına rağmen rütbe alarak bir savaş kahramanı sayılan Onbaşı Halide (Edip Adıvar)’ye;
Kağnıyla cepheye silah taşıyan Fatma Nine’ye;
İnebolu'da bulunan cephaneleri Ankara'ya götürülmesinde çocuğu ve kağnısıyla yer alırken, kış şartları nedeniyle cephane ıslanmasın diye battaniyesini cephaneye sarman, bebeğinede sarılıp onun donmaması için uğraş verirken donarak ölen Şerife Bacı’ya;
Onbaşı olduğunda neredeyse sadece kadınlardan oluşan birliği ile düşmanın cephe gerisine bir saldırı düzenleyen ve aralarında bir Yunan subayı dahil toplam 25 esir askerle geri dönen Erzurumlu Kara Fatma (Seher Erden)’ya;
Kocayayla baskınında geri çekilen silah arkadaşlarına cesaret vermek için hızla öne atılınca başından vurularak şehit olan Gördesli Makbule’ye;
Çanakkale’de ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup kendine bir tüfek alıp dağa çıkan ve Yörük Ali Efe’ye katılan Emir Ayşe’ye;
Düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir sürede düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engelleyen Yörük Ali Efe’ye;
Bekir Ağa Bölüğü`ne baskın düzenleyerek tutuklu bulunan vatansever ve aydınları kurtarıp Anadolu`ya geçmelerini sağlayan Yahya Kaptan’a;
Bir Fransız gemisini kaçırmayı başarınca ona layık görülen istiklal madalyasını geri çevirerek "Ben madalya için değil milletim içim savaştım" diyen İpsiz Recep’e;
Kumardan hileyle kazandığı 45 bin frank ile kendi deyimiyle İzmir'deki vatan görevine başlayan İngiliz Kemal lakabıyla anılan Türk ajan Ahmet Esat (Tomruk)’a;
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütü Karakol’un yöneticisi Naciye Faham’a;
İşkence görmesine rağmen Karakol’un adresini vermeyen Topkapılı ebe Şahende’ye;
Felah Grubu’na saraydan bilgi taşıyan V. Murat’ın kızı Fehime Sultan’a;
İşgal protestolarında on binlere konuşan Şükufe Nihal’e;
Sebahat’e ;
Zeliha’ya;
Darülfünunlu Saime’ye;
12 yaşında İnönü muharebelerinde savaşan Nezahat’e;
“Muhabere bana düğündür Paşam” diyen Mustafa Kemal’in askeri Sivaslı Fatma Seher’e;
Çerkez kadınları örgütleyen Hayriye Melek’e;
Alaşehir’deki zulmü dünyaya çektikleri telgraf ile duyuran Makbule’ye;
Nebile’ye;
Yunan işgaline elinde silahla karşı koyan Turgutlulu Çavuş Ayşe’ye;
Ödemişli Fatma’ya;
Köpekli Nuri Çetesi’ne katılan Aydınlı -namı diğer Binbaşı- Ayşe’ye;
Yörük Ali Efe’nin 1. bölüğünün 4. mangasında nişancı olarak savaşan Emire Aliye’ye;
Elinde balta ile Menderes Köprüsü’nde düşman bekleyen Arşın Teyze’ye;
Sarayköy’e gelen İngilizci Nasihat Kurulu’nun üzerine silahla yürüyen Adöv Ayşe’ye;
Başındaki yırtık örtüsünü erkeklerin yüzüne atıp, “alın bunları örtünün, verin silahları ben savaşırım” diyen Kezban’a;
Mavzeri hiç susmayan şehit eşi Senem Ayşe’ye;
Düğünde takılan altınları Ankara’ya bağışlayan Kastamonulu 17 yaşındaki Hatice’ye;
Üç kızını Mustafa Kemal’e emanet edip Sakarya Cephesine koşan ve yaralanan Ayşe Çavuş’a;
Düşmanla işbirliği yapan oğlunu vurup dağa çıkan Domaniçli Habibe’ye;
Erkek kılığında savaşan ve sonra kadın olduğu anlaşılan Halime Çavuş’a…..
Soyadını İnönü meydanında çarpışa çarpışa alan Mustafa İsmet’e;
“Geldikleri gibi giderler” deyip, geldiklerinden biraz daha hızlı gitmelerini sağlayan Mustafa Kemal’e…
SAYGI VE MİNNETLE
(Şeref Akgün)

5 Eylül 2025 Cuma

DİNLEMEYİ VE ANLAMAYI BİLMİYORUZ



 

Öyle bir noktadayız ki, herkes kendisinin doğru diğerinin yanlış düşündüğü garabetten kurtulamıyor.
Yaşanan olayların, yazılıp çizilenlerin, yapılan yorumların, ileri sürülen düşüncelerin doğru olup olmadığını sorgulamayı , araştırıp gerçeği öğrenmeyi düşünme gereğini duymadan balıklama atlıyor.
Sonrası gelsin yalan yanlış haberler, ötekileştirmeler, hakarete varan sözler.
İnsan düşünüyor bu duruma bu toplum nasıl geldi?
Bunun mutlaka sosyolojik bir açıklaması olmalı...
Farklı düşüncede olanlar birbirlerini anlamak yerine "hadi ordan" demeyi seçiyor...
İnsan zaman zaman geri çekilip izlemeli hem toplum yaşamını,
hem yakın çevreyi.
Çünkü,
yaşam bizi sınar;
söylediklerimiz ve sustuklarımızla...
"Dinlemeyi ve anlamayı da bilmiyoruz" maalesef. "Dinlemeyi ve anlamayı "çoktan unuttuk.
Sosyal Medya dediğimiz platformlar , yazılı ve görsel basını çoktan bertaraf etmiş durumda.
Tüm dünyada bu böyle.
Teknolojinin önüne de geçmek olanaksız.
Her yetişkinin elinde ve hatta çocukların elinde akıllı telefonlar ve tabletler var.
Sabah kalktığımızda ilk yaptıklarımız arasına girmiş durumda sosyal medyaya göz atmak.
Özellikle Facebook,
Twitter gibi alanlarda yazılanların bir kısmı insanı dumura uğratır şekilde,
yalan yanlış,
gerçekle alakası olmayan paylaşımlarla dolu.
Doğru olmadığını düşündüğünüz ve hatta bildiğiniz bir konuda yazılana müdahale edip doğrusunu yazmaya çalıştığınızda "bırakın anlamayı dinlemeyi ya okkalı bir küfürle, hakaretle karşılaşıyorsunuz ya da engelleniyorsunuz."
Fuzuli'nin dediği gibi "söz söylemek irfan ister, anlamak insan"

ANADOLUDA BİR GENÇ


 Öyle bir yer ki; sanırsın bir labirent. Yaşam bir kaos. Hem de günün her saatinde, her dakikasında. Yaman bir çelişki içerisinde insanlar tam bir serseri mayın.

Kimsenin kimseye saygısı yok.
Genç nesil Anadolu gencinden çok farklı. Anadolu'da bir genç, bir çocuk saygı yüklü hala. Lakin burada aramak beyhude, çünkü bulmak iğneyle kuyu kazmaktan beter.
İnsanları yakından gözlemlemek için ya tıka basa dolu Metrobüs'te ya da Eminönü gibi yoğunluğun yaşandığı mekânda bulunmak yeterli.
O güzelim masmavi boğaz kıs kıs gülüyor gibi geldi bana.
Hey gidi İstanbul; insanın insana saygısının olmadığı bir mekâna dönüşmüşsün...

KUYTULARDA


 Kuytularda...

Bir yandan umarsız, boş gözlerle etrafı izleyenler, bir yandan etrafındaki insan davranışlarını gözlerken, düşünen beyinler.
Ki, artık düşünmek için zaman ayıranların azaldığı bir zaman dilimindeyiz.
İnsanlar meydanlarda boş gözlerle zamanı kovalıyor artık.
Diğer yandan çığırtkanların tiz sesleri, perona yaklaşan trenin çıkardığı o sese benzer nidalarıyla, bencilce etrafı çınlatmaları.
Sokak satıcılarının pervasızlığına karışan işsiz vatandaşın varlığı.
Elinde babadan kalma tespihi ile sıcağın altında varlığını sürdürmeye çalışan emekliler.
Sokakların kuytularında kafelerde okey taşlarını masaya yayanlar...
Hayat acımasızca balyozunu indirdirdikçe indiriyor... Çoğumuz farkında değiliz.
Kuytularda ellerinde tespih, dudakları arasında okkalısından sigara etrafa umursamaz gözlerle bakanlar, yürüyenler, kahve köşelerinde akşamı getirenler, vitrinlerin neon ışıklarını seyredenler, yere dökülen sözcükler...
Her ne olursa olsun, sokaklar başlı başına bir öyküdür ...
Hava bunaltıyor, herkes ya balkonunda, ya da sokaklarda kuytularda dakikalar saate dönüşürken...
En ucuz şey zaman artık.
Oturup beklerken de, ağaç gölgesi ararken de, televizyonda günün haberlerini izlerken de bir türlü geçmiyor zaman...
Gün içinde tek tek seslerin ayırtedilemediği bir uğultu etrafı sarar bazen. Ellerinde çantalar, bavullar, poşetler, kirli soluk ya da renkli torbalarla akan bir nehir gibi insan seli oluşur ana caddelerde.
Zaman hızlanır o anda. İnsanlar koşuşturur gün boyu. Telaş bu bitmek bitmez bir türlü.
Kan ter içinde, yorgun, usanmış, çileli, alınlarında biriken teri elleriyle yok etmeye çalışırken bazen ayakları birbirine dolanır ağır yükü çekerken.
Yaşamı hiçe sayan hoyrat bir bakış etrafı kolaçan eder .
Yaşadıklarımız budur sadece.
Yaşamın tüm tadını ve anlamını yüreğimize sindirdiğimizi sandığımızda.
Bir tek an, evet sadece bir tek an akıp giden zamanı durdurabiliyorsan...
Yaşamında, sokaklarında en güzel öyküsü içindesin...

DÜNÜ HATIRLAMAK


   Dün gibi hatırlıyorum geçen yılları. Acısıyla, sevinciyle.

Yaşam ne garip.
Sen yürüdüğün yol kulvarında plan program yaparsın, o ise sana sürprizler.
Bazen balyoz gibi iner omuzuna yaşamın gerçekleri.
Bazen kederlenirsin, bazen alır bir sevinç.
Anılara götürür.
Aynaya baktığında dünün çocuksu yüzünü ararsın.
Kendini ararsın, sorgularsın.
Bazen iki kişilik yalnızlıkları seyredersin, bazen kalabalıkları.
Kısacası, kendini ararsın, kendi anılarında...

30 Ağustos 2025 Cumartesi

ANADOLUDA YAŞAM


 

Anadolu toprakları yeşilliğini, orman örtüsünü yüzyılların acımasızlığına ve açgözlülüğüne kurban etmiştir Elleri nasırlı, yüzleri bronzlaşmış bozkır insanları olağanüstü çabalarla yaşamlarını sürdürmekte; yağız, mert ve yiğit gençleri zor olana omuz vermekte, başarmakta.  Kırsalın günlük yaşam tarzı, gelenek, görenek ve kültürü çok az farkla Anadolu’nun kadim yerleşimlerinde değişiklik gösterir. Anadolu toprağını bilen bilir. Anadolu insanını tanıyan tanır. Mavidir, sarıdır, ışıktır. Yeşildir, buluttur, kanattır. Türküdür, sazdır, sözdür, aşktır. Acıdır, zordur, erdemdir. Düğüm düğüm, dalga dalga insandır. Lakin dertlerini dökmez bir başkasına. Suskundur.

Bir lokma bir hırkadır istedikleri. Yaşam boyu toprakla, bağ bahçe ile sarmaş dolaş, sade ve mütevazı bir yaşamdır vazgeçemedikleri. Tutkularına, aşklarına, özlemlerine, sevgilerine vurgundurlar. Çeşmenin başında su içerken, tarlada bağda, bostanda öküzün peşinde, odunda, ırgatlıkta ararlar nafakalarını. Babalar, analar ve çocuklar kimi zaman bir köşeye çekilir, kimseye görünmeden sessizce ağlar. Belli etmeden sevgisini içinde yaşatırlar. Yaşamımızı delip geçen dipsiz avuntularla oyalanmadan damar damar isyan olur toprakta ararlar geleceğini. Gurur ve onurlarını kurtlar sofrasında bırakmazlar. Mahşer yeri de olsa, sis kaplasa da etrafı dostunu düşmanını unutmazlar.

 

28 Ağustos 2025 Perşembe

DÜRÜST VE ERDEMLİ OLMAK


 Kimi insan etkiler insanı. Efendi duruşu, konuşmaları ile. Bir de bakarsınız boşlukları, yetersizlikleri açığa çıkmış.

Yakından tanıdıkça söner, küçülür sonrasında. Anlarsınız ki acele karar vermiş, yanılmışsınız.
Bazılarının anlaşılması ise zordur. Yüreğinde taşıdığı erdem ve onur azalmaz. Onları tanıdıkça güvenirsiniz, dost bellersiniz belli etmeden.
Kimileri ise kurnazdır, çıkarcıdır. Söylenenlere alternatif getirmezler. Yalaka olduklarını anladığınızda uzaklaşırsınız.
Kısacası insan ritmi ve belli bir ölçüsü olan, dost ya da üçkağıtçı niteliği ağır basan biri olarak kurnazca kendini gösterir kimi zaman.
Yaşam bir şans, bir oyundur aslında. Yağmurun yağması, gök gürültüsü misali daha büyük yağmurlar yağar, insan gümbür gümbür senfoniler duyar içinde.
Her daim dost arar, dürüstlüktür amacı.
Elbette ki dürüst olan, erdemli olan içindir tüm bunlar.

SOSYAL MEDYA


 Artıların ve eksilerin hesabını yaparken söz dönüp dolaşıp eleştiriye ve insanın kendisiyle hesaplaşmasına geliyor. Yaşamın yanımızda taşıdığımız tek bavul olduğunu hatırlayıveriyoruz.

Sosyal medya hayatımızda kapsamlı yer tutmaya başladığında; bir yandan tanımadıklarımızı tanıyor, diğer yandan tanıdıklarımızı tanımadığımızı anlıyoruz.
Benliğimizi yeni yaşamlara uydurma harekâtı devam ediyor.
Kalanlar, terk edenlere ilgi duyuyor, gidenler ise kalanları anlatmaya koyuluyor.
Kibir ve bencillik anlayışının alabildiğine yaygın olduğu gerçeğini gördüğümüzde hayata dair anlayışımız sarsılıyor. Bu sarsıntı geleceğimizi yeniden dizayn etmemize neden oluyor.
Eleştiriyi ve sorgulamayı teğet geçenler ne kültürün gelişmesini ne de küreselleşmenin önemini anlamış değiller. Anlamadıklarını anlamış gibi algılayıp anlamadıklarının da farkında değiller.

ALGI YANILSAMASI


 nsan yaşamı için en tehlikeli güç kuşkusuz silahtır. Ancak silahtan daha tehlikeli olanı ise algılama gücüdür. Bu gücü bir kez ele geçirenler toplumsal belleğimize de yön vermeye başlarlar.

En basitinden yararlı olanı yararsız, yararsız olanı yararlı gösterebilirler. Sanal ile gerçeği karıştırmamıza neden olabilirler. Yenilgiyi başarı olarak algılamamıza neden olabilirler. Gerçeği ve doğru olanı sorgulamamızı engelleyebilirler.
Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verebilirler ve dahası bizim de kabullenmemizi isteyebilirler.
İnandırdıkları şeyin peşinde koşmamıza neden olabilirler.
Algı yanılsaması öyle bir şeydir ki, yanılsamanın etkisini artırmak ve kalıcı kılmak için müthiş bir kampanya başlatırlar. O kampanyaya direnciniz yeterli gelmezse eğer, kaleminiz, sözleriniz, notalarınız, mısralarınız teslim olur.
Özgüveniniz kaybolur.

ÇANAKKALE GAZİSİ AZMAN DEDE


 Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Sorduklarımı cevapladı . Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :

-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.
Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.
Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı.
Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak...
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık.
İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an.
Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.
C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan