16 Aralık 2025 Salı

BU VATANI CANLARINI VE AŞKLARINI FEDA EDEBİLENLERE BORÇLUYUZ.


 Bir hanımefendi anlatıyor; 1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim.

Güzel bir kızdım.
Dünür gelmeye başladılar.
Biri avukatmış.
Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık.
Nişanlımı seviyordum.
Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum.
Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
(Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş) dediler.
Alt üst oldum.
Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…
Yıkıldım.
Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti.
Evlenmiştim,
Bir de çocuğum olmuştu.
1924 yılıydı.
Artık ülkemiz özgürdü.
Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona.
Oğlum yanımdaydı.
Beni görünce titredi, ceketini düğmeledi.
Saygı göstererek durdu önümde.
Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim, dedi.
Olur, dedim.
Bir büroya girdik.
Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu.
İçeride yardımcıları çalışıyordu.
Siz gerçekten avukat mısınız, dedim.
Evet, dedi.
Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz, diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi.
Beni affedin,dedi.
İstanbul işgal altındaydı,
Her taraf İngiliz askeri kaynıyordu.
Her şeyi didik didik arıyorlardı.
Biz de Anadolu'ya ,Milli kuvvetlere ancak,cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk.
Bu ülke için hayati bir işti.
Bunu size bile söyleyemezdim...

****
Bu yazımın altına yorum yapan Sezgin Ak hocam şunları yazmıştı.
"Burada bahsedilen ve ayrılma sebebi olan "cenaze taşıma" adı altında Anadoludaki Kuvay-i Milliyecilere silah gönderilme hadisesini Turgut Özakman'ın kitaplarından okumuştum.Bu yiğit insanlar her türlü şahsi duygu ve çıkarlarını yok sayarak vatanın kurtulması amacına feda ederek bu günkü hayatımızı bizlere armağan etmişlerdir.Işıklar içinde rahat uyusunlar.Ruhları göğe ulaşsın."

8 Aralık 2025 Pazartesi

MEMO (Üvey Babadan Kaçış)


 SOKAK ÇOCUĞU MEMO (üvey babadan kaçış)

Koşmaya başladı, yüreğindeki korku ve heyecanla.
Koştu koştu nefes nefese
Karanlıktı dar sokaklar
Koşarken, başını geriye çevirdi
Kara bir surat
Kapkara bıyıklı
Tanıdık gibi geldi ona
Tanıyordu onu
Lakin nerede ve nasıl tanıdığını hatırlamıyordu Caddeye çıkayım diye düşündü
Caddede müthiş bir uğultu vardı
Korna sesleri, motor homurtuları birbirine karışıyordu
Koşmaya devam etti
Çelik ve cam karışımı, binaya yöneldi
Birden soğuk bir şeye çarptı yüzünü
Alnı hafifçe kanadı
Bir ayna vardı karşısında
Çatlamıştı bir kaç yerinden
Aynada kendi yüzünü gördü
Aynada korku dolu bir çift göz kendine bakıyordu
Yere oturdu
Ağlayan bir kadın sesi duydu
Annesi ağlıyordu
Kendi kendine "annem ağlıyor" dedi
Son bir gayretle doğruldu
Kara bıyıklı adam yoktu
Belki de vardı
Ama o göremiyordu
Evlerini düşündü sonrasında
"Geri dönsem mi? Baksana annem de ağlıyor" dedi içinden
Kaç gecedir gözüne uyku girmiyordu, uykusuz ve yorgundu
Geceleri soğuktu, üşüyordu
Karnı da açtı
Hiç böyle aç kalmamış, elleri de kirlenmemişti Artık o bir sokak çocuğuydu.

CEREN


 Sene 2019.

Aylardan Aralık, hava soğuk mu soğuk.
20 Yaşında hayalleri olan, geleceğe umutla bakan bir genç kız.
Ceren Özdemir.
Gözünü kırpmadan öldürmekten zevk alan bir katil tarafından katledildi.
Ülkemizde her yıl her ay, neredeyse her gün bir yerlerde kadınlara şiddet uygulanıyor, katlediliyor. Ceren gecenin bir saatinde yolda yürürken takibe alınıp evinin önünde kalbinden bıçaklanarak öldürüldü.
Katilin bahanesi de yok.
Ceren, ne şort giydi, ne boşanmaya kalktı.
Katil, 3 yaşındayken dedesi tarafından yetimhaneye veriliyor.
18 yaşını tamamladığı 2002 yılında yetimhaneden ayrılıyor.
2005 yılına kadar hırsızlık ve benzeri suçları işliyor. 2005 yılında 13 yaşında bir çocuğu bıçaklayıp ağır yaralıyor.
Bıçaklanan çocuk 10 gün komada kalıyor, bir dizi ameliyat sonucu yaşama geri dönüyor.
Lakin, yaşadığı travma nedeniyle lisedeyken öğretimini yarıda bırakıp eğitim hayatını sonlandırıyor.
Katil, bu olayda 20 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Bir sure sonra, iyi hal raporu ile açık infaz sistemine geçiriliyor.
Katil burada firar edip Ceren'i katlediyor.
Bireyler için tehlike oluşturan birinin firar etmesi sonrasında kısa sürede yerinin tespit edilmesi ve toplumun bilgilendirilmesi gerekirdi.
İnsanlar gece sokaklarda yürümeye korkar hale geldi.
Kadınları katledenlere aldıkları cezalarda iyi hal indirimi yapılmasına da son verilmesi gerekir. Kimse kimsenin yaşam hakkını bu şekilde elinden almamalı.
Adalet gereken caydırıcı cezaları vermeli.
Vermeli ki bir daha bu tür olaylara bu toplum şahit olmasın.

GİDERSİN

Bir akşam karanlığında,
Yanıp sönen ışık seli
Biraz kar biraz ayaz
Göç eden kuşlar gibi
Er ya da geç gider gönül bahçesinde
Ama yanılır kanadı kırık serçe misali
Bütünleşir sevda pınarı
Yanıp sönen ışıklarda
On beş milyonluk insan seli
Görebileceğin her yerde
Evleri caddeleri sokakları
Kırılır kanadı, yok olur seveni
Can acıtır sarmal bir yıldız kümesi
Sıkılırsın üzülürsün
Sonra acıdıkça canın
Sen de gitmek istersin
Ve gidersin
Küçülmüş dar sokaklarda karanlıkta
Pişman olunur mu sonrasında bilinmez.
Lakin gidersin işte
Düşünmeden sabırsızca peşi sıra
Hep böyle olmuştur çünkü
Sen ben var olduk olalı.

 

ÇOCUK



 




Bir kaç gün önce caddede yürürken gördüm. Küçük bir çocuk. Üzerinde parka vardı. Parkanın başlığı ile yüzünü tamamen kapatmıştı. Önünde bir para toplama kabı. İçinde bir kaç tane bozukluk. Çocuk kıpırdamıyordu. Sanırım yorgun düşen bedeni derin bir uykuya dalmıştı. İnsan üzlüyor bu duruma. Yoldan gelip geçenler dönüp bakmıyorlar bile. Kanıksanmış artık bu durum. Çünkü gerçek ihtiyaç sahibinin yanı sıra, çocukları dilendirenler de az değil duyumlarıydı insanları ürküten. Memleketimde yoksulluk ve yoksunluğun yanı sıra, sokaklarda yatıp kalkan evsizler de oldukça fazla.

MERHAMET


 Dünya gezegeninde yaşam devam ediyor.

Bir yerde huzur var.
Bir başka yerde kargaşa, kaos.
Kimi insan aç açıkta
Bir ekmeğe muhtaç.
Hal böyleyken,
Sorunlara çözüm aramak dururken,
Yapılan açıklamalar neden nefret,
öfke dolu olur,
neden daima ayrıştırıcı bir dil kullanılır...
Bu ve benzeri davranışlar, bir insanın küçük yaştan itibaren nefret dolu bir şekilde büyümesinin sonucu olabilir mi?
İnsana saygı nedir önemsenmediği için olabilir mi?
Yüreklerde zerre sevgi merhamet olmadığı için olabilir mi ?

2 Aralık 2025 Salı

YAŞLI BİR BABA


 

Yaşlı bir baba.

Kuzu etinden imal edilmiş yaprak döneri çok severmiş.

Bir gün canı yaprak döneri çok çekmiş.

Babasının isteğini fark eden oğlu,

Almış babasını ve güzel bir lokantaya götürmüş.

Baba, yemeği önce kendisi yemek istemiş.

Ancak yaşlılığın verdiği zayıflık sonucu elleri titrediği için lokmayı ağzına götürmek istediği her seferinde üzerine dökmüş, yağı sakalına damlamış.

Lokantadaki insanların bakışları da pürdikkat onların üzerindeymiş.

Aşağılayıcı bakışlar, alaycı tavırlar, surat ekşitmelerle arada bir yaşlı babaya bakıyorlarmış.

Bir süre sonra oğlu sabır ve itina ile lokmaları babasının ağzına koymaya başlamış.

Nihayet yemek bitmiş ve oğlu babasını alıp lavaboya götürmüş, elini-yüzünü iyice yıkamış, üstünü-başını silip temizlemiş, saçını-sakalını düzeltip taramış, gözlüklerini silip gözüne takmış, ardından da koluna girip dışarı çıkarmış.

Lokantada bulunanların hakaretamiz bakışları hâlâ onların üzerinde.

Hiçbir bakışı umursamayan çocuğun ise yüzünde hep tebessüm varmış, babası çok sevdiği yemekten yiyip lezzet aldığı için.

Yemek parasını ödeyip çıkıyorlarmış ki, arkalardan yaşlı bir amca seslenmiş:

– Hey evlat, burada bir şey bıraktığını unutmadın mı?

Az düşündükten sonra çocuk cevap vermiş:

– Hayır, masada bir şey bıraktığımı sanmıyorum!

Yaşlı amca:

– Hayır evlat, yanılıyorsun. Sen burada çok değerli bir şey bırakıp gidiyorsun!

Şaşkınlık içinde:

– Ne bırakmışım ki amca?

– Sen burada, her evlat için bir ders ve her baba için bir umut bırakıp da gidiyorsun!

Tam bir sessizlik hâkim olmuş salona.

Herkes yaptığından, düşündüğünden utanç duyuyormuş.

Unutmuşlardı bir an, her sıkıntıda babalarına sığındıklarını:

– Baba! Şunu istiyorum.

– Baba! Bana şunu al.

– Baba! Şu okulda, şu üniversitede okumak istiyorum, şu kadar harç gerekiyor.

– Baba! Okul masrafları için şu kadar para lazım.

– Baba! Falan şehre gezmeye gitmek istiyorum, para ver.

– Baba! Doğum günümde bana ne aldın?

– Baba! …

– Baba! …

Ama bir defa olsun dememişlerdi sanki:

– Yanımdasın ya baba, benim için her şeye değer ve yeter!

– Babam! Senin yanında olmak benim için bir dünyadır.

Hep sahip olmak istediklerimizden söylenip durduk, yokluklarımızdan sitem edip şikâyetçi olduk.

Ama belki de hiç sormadık ona:

– Baba! Senin benden bir isteğin var mı...?

Çoğumuza sormuşlardır kesin çocukluğumuzda, “Anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” diye.

İlk başta “Her ikisini.” desek de az ısrar sonucu utanarak, sıkılarak kısık sesle, “Annemi.” diyorduk; buna rağmen baba içindeki acıyı bize hissettirmeden tebessüm ediyordu.

Kim bilir, belki de herkesin yanında utanıyordu.

Ama bir gün gelir de kayıp giderse elinden, aile fertlerinin güzel yaşaması için ne tür zahmetlere katlandığını işte o zaman anlarsın.

Cennet ayaklarının altında olmasa da…

30 Kasım 2025 Pazar

YORGUNLUK


 Bedenim yorulmuş saçım ağarmiş

Yaşlı bitkin olan bir canım kalmış
Itiraf et kimler ömrümü çalmış
Gençligimi geri ver gurbet...
Ne desek geri dönüş yok...

KAYIKÇI KAVGASI


 Sosyal medyada "kayıkçı kavgası" son hızla devam ediyor.

Biri diyor bu böyle olacak...
Diğeri itiraz ediyor...
Bir diğeri diyor en iyi bilen benim...
Hemen sesler akort ediliyor...
Yok be aga o böyle olacak...
Biride çıkıp durun bi akideşler diyor "aga bizimle eğlenii"...
Herkes bilim adamı...
Herkes politikacı...
Herkes ekonomist...
Herkes felsefeci...
İnanmıyorsanız Twitter (X) e bir göz atın...

24 Kasım 2025 Pazartesi

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜ



 



Öğretmenlik kutsal onur verici bir meslektir
bilene.
Kendini eğitime adayana.
Öğrencilerini sevgiyle kucaklayıp, onlara öz güven aşılayıp , iyi birer birey olmaları için çabalayana.
Demokratik değerler ancak aydın, idealist öğretmenlerin süzgecinden geçip de membasından pınar misali öğrencilerine akar.
Bir dağ köyü ıssızlığın da,
Bir şehir keşmekeşinde.
İster istemez, umutlar kırılırken, hayaller sukuta uğrarken,
Kimi kez kendine yetmezken,
Öğretmeni ayakta tutan masum çocukların içli tebessümleri, derin bakışları değil midir yorgunluğunu unutturan.
Kendi içinde türlü nedenlerle kayıp gitme noktasına gelen bir öğrenciye yerine göre ana, baba olmak, onu en iyi şekilde yetiştirip başarıya ulaşması için rehberlik etmek , kazanımlarıyla gurur duymak, bir öğretmen için ne mutluluk verici bir duygudur.

19 Kasım 2025 Çarşamba

GÖKYÜZÜNE BAKMAK

 

Başımı camdan uzatıp gökyüzüne bakıyorum bir süre. Uzaklarda bir kuş sürüsü kanat çırpıyor özgürce. Kim bilir belki de gün geçtikçe yok olan yaşam alanlarına bakıyorlardır. Belki de büyük bir keyif alıyorlardır kanat çırpmaktan. Yol kenarlarında, kaldırımlarda akan insan seli. Koşuşturuyorlar acele ile. Belli ki gün bitmeden işlerini tamamlamanın aceleciliği var üzerlerinde. Oysaki gün henüz daha yeni başlıyor.
Simitçiler tezgâhlarını çoktan açmışlar. Açlığını bastırmanın en kolay ve ucuz yolu simit almak. Simitçi tezgâhlarının etrafı hiç boş kalmıyor. Eski ve yıpranmış giysilerle kaldırımlarda ilerleyenlerin çoğunun elinde birer simit var. Sıcak çorba tüten lokantalar ise müşteri bekliyor.
Güneşin fazlaca etkili olmadığı bir kasım günü sokaklarda volta atıyorum. Tarifsiz düşüncelere kapılarak. Annelerinin elinden tutmuş çocukları düşünüyorum. Düşündükçe, yaşananları gördükçe yoksulluğun pençesinde kıvranan çocukların geleceğinin nasıl biçimleneceğini anlamak kolaylaşıyor. Ya düşündükleri gibi olacaksın ya da düşündükleri gibi biçimlendirecekler seni..

UZUN HAVA TÜRKÜLERİ


 Türkü dinlemek sıklıkla yaptığım bir alışkanlık olmadı hiç bir zaman.

Yıllar oldu bu alışkanlığı geride bırakalı.
İnsan özlemiyor da değil hani.
Yanık sesle söylenen bir Anadolu türküsü özlenmez mi hiç.
İki türkü bir arada söylenir mi?
Zor olanı bu değil mi?
Aynı yürek bıkıp usanmadan iki parçaya bölünür mü?
Maalesef bölünüyor...

ANADOLU KADINI


 Bizler Anadolu kadınını fotoğraftaki resimlerde olduğu gibi tanıdık.

Anadolu kadını hala benzer şekilde yaşamını devam ettiriyor.
Zorluklara eşi ile birlikte direniyor.
Çoluk çocuğunun geleceği için mücadele ediyor.
Kadını dört duvar arasına sokmaya çalışanlar mı haklı yoksa eşi ile birlikte tarlada, tapanda çalışan kadının davranışı mı doğru?
Kadının çalışma hayatına katılması, eğitim görmesi, toplumun ekonomik yönden gelişmesini sağlayacaktır.
Bakınız "Gazali" kadını nasıl değerlendiriyor: "Kadın evinde oturup yününü örmeli ve ev işleriyle meşgul olmalıdır. Yüksek yerlere çıkıp etrafı uzun boylu gözetmemeli, komşulara, gelen geçene bakmamalıdır...."
Karda kışta çalışan, tarlada tapanda çalışan kadınlar mı doğruyu yapıyor, yoksa Gazali mi doğruyu söylüyor?
Bunların yüzyıllarca kadına bakış açısı bu...
Bu zihniyet ile yan yana olmayı doğru bulmuyorum, onlar yoluna bizler yolumuza, bizler yolumuza Atatürk 'ün benimsediği kadın erkek eşitliği bağlamında devam edeceğiz, kadının dört duvar arasına sıkışıp kalması bizim düşüncemizle bağdaşmaz, bizler Anadolu'da evinin her türlü işini eşi ve çocukları ile birlikte yapanların doğru davrandığı düşüncesindeyiz..
Bizim kadına bakış açımız her daim kadının bilgisi , yaptığı işe olan inancı , çalışkanlığı , vicdanı, merhameti ve sevgisi bağlamındadır.

YAŞAMIN DİKENLİ YOLLARINDA


 Yaşamın dikenli yollarında, insan her an yeni bir ders öğreniyor etrafta olan bitenlere baktıkça.

Şairin dediği gibi, "eskiden yeterdim kendi kendime". Yaşam ilerledikçe insan daha çok şey anlıyor hayatın akışında. Kendi kendine gün geldiğinde yetmeyeceğini misal.
Eskiden yolda koltuk değneği ile yürüyeni, yaşlı bir insanın merdivenleri çıkarken durup dinlenmesini görünce bakıp geçiyordum.
Yaşanan o zorluklar bizleri de bir gün ziyaret edecek.
O nedenle artık diğerinin yaşadığı o zorluklara bakıp geçmeyeceğim zorlukların insanı ne denli etkilediğini bilerek bakacağım.
Hiç bir zaman, hiç bir şey aynı kalmıyor. Zamanın yıpratıcılığının darbesine maruz kaldıkça..

1 Kasım 2025 Cumartesi

1980 YILINDA ANKARA İZLENİMİ


 Sene 1980. O yıllarda Ankara'yı şöyle anlatmışım.

"Ankara sokakları yorgun, elleri kömür karası, işsiz oldukları her hallerinden belli insanlara ev sahipliği yapıyor.
İşsiz bir insanın burada kendini rahat ve güvenli bir yaşam içinde hissetmesi olanaksız.
Yoksul çoğu zaman çaresizdir.
Hapsoldukları sorunlar yumağı içerisinde kendilerine küçük dünyalar yaratıp içinde yaşayan insanlardır.
Hedefleri karınlarını doyurmak, günlük ihtiyaçlarını karşılamaktır. Yoksulların yanı sıra aşırı tüketimin olduğu bar, eğlence merkezleri ve birahaneler de vardır.
Barlarda su gibi para harcayan, görece daha rahat bir yaşam süren sıradanlaşmış, günün geç saatlerine kadar eğlenen insanların, yaşam tarzı ile kendilerine benzemeyen, düşen, düştüğü yerden kalkmaya çalışan insanlara karşı yakın davrandıkları söylenemez. Yoksul her yerde yoksuldur.
Bu nedenle ötekileştirilmeden, hor görülmeden, insanları küçümsemeden, bireylerin en insancıl hallerine odaklanıp insanca, kul hakkına saygı göstererek yaşamak için para kazanmalarının önemini anladım.
Ne insanlar tarafından ötelenmek gerekir ne de insanları ötelemek."

24 Ekim 2025 Cuma

KRAL


 Kralın biri Sarayında otururken, pencereden sesler gelmiş.''Güzel elmalarım vaaaaaar!''

Bakmış, yaşlı birisi, at arabasında elma satıyor. Etrafında müşteriler. Kralın canı çekmiş ve baş vezirini çağırmış;
- Al sana 5 altın, koş bana elma al.
Baş vezir, vezirlerden birisini çağırmış;
- Al sana 4 altın, koş elma al.
Vezir saray görevlilerinden birisini çağırmış;
- Al sana 3 altın, koş elma al.
Saray görevlisi muhafız komutanını çağırmış;
- Al sana 2 altın, koş elma al.
Komutan nöbetçiyi çağırmış;
- Al sana 1 altın, koş elma al.
Nöbetçi çıkmış yaşlı ihtiyarı yakasından tutmuş ve "Hey sen, ne bağırıyorsun? Burası han mı, yoksa saray mı? Defol buradan. arabana da elmalara da el koyuyorum."
Nöbetçi, muhafız komutanına dönmüş ve iyi dalavere çevirdim;
- İşte, 1 altına yarım araba elma.
Komutan saray görevlisine dönmüş;
- İşte, 2 altına bir çuval elma.
Saray görevlisi vezire dönmüş;
- İşte, 3 altına bir torba elma.
Vezir, baş vezire dönmüş;
- İşte, 4 altına yarım torba elma.
Baş vezir kralın huzuruna çıkmış;
- İşte, 5 altına beş elma aldım kralım. Aynen emrettiğiniz gibi.
Kral oturmuş ve şöyle bir düşünmüş ''Beş elma - Beş altın. Bir elma-bir altın ve halk elmalara hücum ediyor.. Demek ki vatandaşın durumu çok iyi. Vergileri hemen artırmak lazım.!“

DEFTERİN KALAN SAYFALARI BOŞ


 Yılın belli dönemlerinde zaman zaman genelde birkaç gün önceden, hatta bazı aylar birkaç hafta önceden alıntılar, düşünceler, fikirler not ederdim karalama defterime.. Bir heyecan duyardım içimde. Yılda bir kez de olsa kendim için bir yazı yazmak, kişisel tarihime bir şerh düşmek, buna özenmek iyi hissettirirdi. Düşünmemi ve bir değerlendirme yapmamı sağlardı. Bu düşünceleri kafamda bir sıraya koyma gayreti beni dinginleştirirdi. Yazmak oldum olası iyi hissettirdi gerçi, yazabilmekse yaşanan olumsuzlukları gördükçe, insanları tanıdıkça, sanki her geçen gün daha zor olmaya başlamış gibi.

Bugün fark ediyorum ki bu yıl için son günlerde ne bir alıntı not almışım kenara ne de bir taslak hazırlamışım. Defterin kalan sayfaları boş. Ha, yazmak zorunda mıyım? Bu bence artık yanlış bir soru.

UMUDU UMUTSUZLUĞA ÇEVİRMEK


 Yazar arkadaşlarımdan Hanife Mert'in "Umut"a dair yazısının son kısmında yazdığı "İnsanların bir lokma ekmek uğruna birbirine zulüm etmediği, yerlerini yurtlarını terk edip uzaklara gitmek zorunda kalmayacağı..." cümlesi dikkat çekici.

"Umut"un kaybolmaması için bu söylenenlerin olması gerekir.
İnsanlar bir diğerine zulüm etmemeli.
Çünkü göz yaşının rengi yoktur.
Lakin, yaşanan gerçekler ne yazık ki yazarın bu isteğini, düşüncesini yerle bir ediyor.
Bunu acımadan,
Zulüm ederek,
İnsan ölümlerini kendisine referans alarak yapıyor.
Ucuz botlarla dalgalı bir denizde yüzlerce insanı yaşamdan kopararak,
Kimi zaman kahpece tuzaklanmış mayınlarla, bombalarla, molotoflarla kaos yaratarak, korku salarak "umudu" umutsuzluğa çevirerek yapıyor.
Yazar yazısında "aydınlık karanlığın bittiği yerde başlar" diyor.
Bu anlayışa hangi aklı başında insan itiraz eder ki?
İtiraz etmek cehaletin işi olsa gerek.
Cehalette kendini aşanlara, toplumda terör estirenlere, hain tuzaklarla vatan evlatlarını şehit edenlere, yol kesip, eşkıyalık yapıp araçları ateşe verenlere, eli tetikte ne yaptığının bilincinde olmayanlara gel de anlat bunu.
Anlatmak istense de anlayabilirler mi?
Anlasalar zaten bunca zulüm, bunca yoksulluk, yoksunluk,
Bunca katliam, bunca ölüm neden olsun ki?
Zalimin ve zulmün olmadığı bir dağ havası çarpsın istiyorum yüzümüze.
Lakin o istenen şeyin ne olduğunu bir kavrayabilsek, bir anlayabilsek,
Yaşanan olumsuzlukların yerini huzura ve umuda bırakması geleceğe güvenle bakabilmemizin en büyük güvencesidir .

ÇARESİZLİK


 Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında belki de en hassas olanı insanoğludur. İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır.

Bunu illaki hastalanınca anlamak gerekmiyor, mevsimlerin döngüsünden, havaların değişkenliğinden de bunu anlayabiliyoruz.
Yaz aylarının sıcaklığından, kış aylarının başlangıcında ise üşüdüğümüzden söz ederiz. Kış ilerledikçe ah vahlarımız azalmaz artar. Hele hele yaşlılarımızda ise bu sızlanma daha bir üzücüdür kimi zaman.
İnsanı bu döngüye iten şey nedir?
Doğa karşısında ki çaresizliğimidir?
Yoksa değişen yaşam koşullarımıdır?
Eskilerde karakışa, yağmura çamura, yaz sıcaklarına daha bir dayanıklımıydı insanoğlu, yoksa şimdilerde mi daha dayanıksız bilinmez çoğu kez.
Benzer özellikleri ağır bassa da her insan ayrı bir evrendir aslında. Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür.
Biri diğerine benzemez, çünkü içgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü ve çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır.
Ne ki o içgüdülerimizi bastırmamız, bencilliklerimize ket vurmamız ve insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir.
Bazen bir olay, bir eylem, bir söylem karşısında çabuk karar veririz. Celalleniriz, eser gürleriz.
Karşıdaki insanın ne dediğini, ne demek istediğini anlamak yerine, o denende kendimize göre denmesi gereken şeyi işimize geldiği gibi algılarız ve işte tam da o anda başlarız ahkâm kesmeye, yel olup esmeye, bora olup geçtiğimiz yeri silip süpürmeye, yanardağ olup yakıp yıkmaya.