Hindistan
sultanının üç oğlu vardır. En büyüğünün adı Hüseyin, ikincisinin adı Ali, en
küçüğünün ise Ahmet'tir.
Sultanın
ölen kardeşinin "Gün Işığı" anlamına gelen "Nur El Nehar"
adında periler kadar güzel bir kızı vardır. Sultan, çok iyi yetiştirdiği
yeğenini yabancı birisine vermek istememektedir. Üç oğlundan birisiyle evlensin
istiyordur. Ama gelin görün ki, üç oğlu da, Nur El Nehar'a aşıktır.
Sultan,
oğullarının birbirlerini kıskanmasını önlemek için bir fikir geliştirir. Üç
oğluna da der ki; "içinizden hanginiz dünyanın en harika şeyini, hiç
görülmemiş şeyi bulup getirirse Nur El Nehar'la evlenme hakkını ona
vereceğim."
Büyük
kardeş Hüseyin, Bişangard'a gider ve daha önce kimsenin ne duyduğu ne işittiği
sihirli bir halı bulur. Bu halı, sahibini havalandırarak istediği yere
götürebilen bir halıdır.
Ali
ise yolculuğunu Şiraz'da sonlandırır. Ali, orada bir çarşıda, yüzlerce
kilometre ötede geçen olayları gözlemleme imkânı veren fildişi bir boru bulur,
satın alır.
Ahmet
ise Semerkand'a gelir. Orada bulduğu bir sihirli elmayı satın alır. Bu elmayı
sadece koklamak tüm hastalıklardan kurtulmak için yeterlidir.
Üç
âşık kardeş sözleştikleri yerde bir yıl sonra buluşurlar. Birbirlerine,
buldukları harikaları gösterirler. Tabi, sihirli boruyla baktıkları ilk kişi
çok uzaklarda bıraktıkları Nur El Nehar'dır. Şunu görürler ki sevgili,
yakalandığı ani hastalık yüzünden ölmek üzeredir. Yetişmek için sihirli halıyla
uçarlar, iyileştirmek için sihirli elmayı koklatırlar ve Nur El Nehar'ı
sağlığına kavuştururlar.
Ne
var ki, hepsi de kızı iyileştirmede eşit yardımda bulundukları için yarışın
hakkaniyetli galibi olamaz. Bunun üzerine baba, üç kardeşten her birinin ok
atmasını, oku en uzağa atanın Nur El Nehar'la evleneceğini söyler.
Ali
yarışmayı kazanır ama Ahmet'in oku bulunamaz. Hüseyin ise dünyaya küser ve
hayatına bir derviş olarak uzak diyarlarda devam eder. Ahmet de aşk acısıyla ve
okunu bulmak için yollara düşer.
Sonunda
Ahmet okunu bulur. Ama okun bulunduğu yerde bir kuyu gözüne çarpar. Bu kuyu bir
yer altı dehlizine açılıyordur ve nihayetinde onu demir bir kapıya kadar
götürür.
Ahmet
tehlikelerle dolu kapıdan geçer ve kendisini geniş ve şaşalı bir yerde bulur.
İşte burada, Ahmet'e âşık olan ve bu yüzden okun yönünü saptıran cin sultanın
kızı güzel "Peri Banu" ile karşılaşır.
Ahmet
ve Peri evlenir. Peri'nin, her yanı mücevherlerle kaplı, ayrıca sonsuz çeşitte
yiyeceğin sunulduğu evinde, hizmetkâr periler ve meretler arasında, mutlu ve
eğlenceli bir hayat başlar.
Bir
süre sonra Ahmet, babasını ziyaret edebilmek için Peri'den izin ister ve ayda
birkaç gün babasını görme imkânı bulur. Fakat, Peri Banu, kimseye kendisinden
ve nerede yaşadığından söz etmemesi şartıyla bu izni verir.
Babasına
bile bahsetmeyecektir. Nitekim Şehzade Ahmet, babasına bu sırdan söz
edemeyeceğini söyler. Kralın kötü kalpli veziri, bir büyücü kadının
Ahmet'i gizlice izlemesi için sultanı
kışkırtır. Büyücü kadın şehzadenin bir periyle yaşadığını ortaya çıkarır.
Vezir
ve çevresi, Şehzade Ahmet'in peri karısı tarafından babasının tahtını almaya
zorlanacağını ileri sürmektedir. Bunu denemek için sultan, oğlundan, değerli
hediyeler istemeye zorlanır, oğlu da karısının yardımıyla bu paha biçilmez ve
erişilmez hediyeleri ona sağlar.
Sultan
son olarak oğlundan Aslan Pınarı'na gidip tüm hastalıkları iyileştiren sudan
getirmesini ister. Peri Banu, Ahmet'e Aslan Pınarı'na nasıl ulaşacağını anlatır
ve Ahmet bir yumak iplik, dört koyun leşi, iki hızlı at ve su için bir kap ile
yola çıkar.
Kaynağın
saklı olduğu kaleye girmeden önce her şeyi hesap eder. Aslanların dördünü koyun
leşleriyle oyalar. Atlarla onları geçer ve kabını pınardan akan suyla doldurur.
Yumağı ise dönüş yolunu bulmak için kullanır.
Sultan
hâlâ tatmin olmamıştır ve şimdi de oğlundan, dev gücüne sahip küçük boyutlarda
bir adam bulmasını ister. Peri Banu bu tanımlara kardeşinin uyduğunu fark eder
ve onu kayınpederine yollar.
Sultan,
uzun sakallı, uzun bıyıklı ama cüce cinin konukseverlik kurallarına aldırmaması
karşısında dehşete düşer. Sinirlendirilen cin, Hint sultanını öldürür ve
böylece sultanın Ahmet üzerindeki baskısı sona erer. Ahmet tahta yükselir ve
Peri Banu da kraliçe olur.
Ve
sonuç itibariyle sultan kendi kibir ve hasedine yenilir.
Tarih
boyunca, iktidarı elinde bulunduranların "ben" merkezli çabalarının
sonuç vermeyeceği bu masal öyküde dile getirilmekte ve sonuçta "iyi"
olan kazanmaktadır.
İktidardayken
kendi egosunu ve iktidarını güçlendirmek hevesinde olanların trajikomik sonları
öykünün sonucunu oluşturmaktadır.
Masal
öyküde de anlatıldığı gibi, sultan, kral ya da hükümdar ne kadar güçlü olursa
olsun, içindeki "kuşku" kaybolmamakta ve yaşamı boyunca hep kuşkuya
düşmektedir. Kuşkudan kurtulamamanın sonucunda da kendi sonunu hazırlamaktadır.
Ancak görünen o ki, hasedi ve kibrinin esiri olan sultan, yanında bulundurduğu,
fiziksel olarak engelli ve yetersiz, her an eğlenip keyifleneceği bir cücenin
varlığına ihtiyaç duymaktadır. İstediği zaman aşağılayabileceği, vereceği bir
emirle belki de yaşamı dar edeceği birinin yanında bulunmasını tercih etmektedir.
Sultan ya
da kral uygulamaları ile, masal öyküde de görüldüğü gibi kimi zaman bir
zorbadır. Kimi zaman dediğim dedik bir diktatördür ne yazık ki. Ancak
uygulamaları ile kendi iktidarının sonunu hazırlamakta ve o sondan
kaçamamaktadır.kral etrafında yaptıklarına karşı koyamayacak
soytarılara; yaptığı yanlışları, yaşadığı vehimleri ve açmazları
yükleyebileceği deyim yerinde ise “ günah keçilerine” ihtiyaç
Hocam binbirgece masallarını yazan bu yazar sanki günümüzün diktatör bozuntularını da yazmış:) ilgiyle okudum, gerçekten de masal deyip geçmemek lazım, bugünün diktatörleri, kibirli zorbaları ibret alsa keşke...elinize sağlık
YanıtlaSilsaygılarımla
"Masal deyip geçmemek lazım" sözün doğru bir tespit.
SilÇünkü, masallar da insanların yaşamlarında var olan gerçekleri mizahi bir dille, okuyanın kendince ders çıkarması bağlamında dilden dile aktarmış ya da kayıt altına alınmıştır. Kral, padişah, sultan, hükümdar, firavun vs vs. adı her ne olursa olsun yönettiği toplumlarda baskı aracı konumundadır. Dediği dedik, astığı astık hesabı. Her ne olursa olsun insan yaşamına en uygun yönetim şekli halihazırda demokrasidir. Toplumlar bu yönetimin gereğini olabildiğince yerine getirmeli ve demokrasiye sahip çıkmalıdır. Demokrasiye olan saygı, insana olan saygıdır. Yorum için teşekkürler Saygı bizden.
İnsanlığın var oluşundan beri gücü eline geçiren, halk üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. İfade ettiğiniz gibi ismi, padişah olur, kral olur, hükümdar, firavun, hali hazırda bizde olduğu gibi başbakan olur. Hakkı kendinde görür. Ama şurası muhakkak ki zulümle abad olmaz. Bu insanların ömrü çok uzun olmaz.
YanıtlaSilYazınızı dün okudum ancak cevap yazamamıştım. Masal ve sonunda sizin çıkardığınız kıssadan hisse gerçekçi idi. Emeğinize sağlık.
Saygılar.
Haklısın Hanife hanım. Bu bağlamda denebilir ki insanlık var oluşundan bu yana acı çekiyor. Lakin krallık, padişahlık, emirlik, sultanlık vs. karşısında günümüzde demokrasi rejimi vardır. İnsanlar demokrasi rejiminin insana saygı ilkeleri ile yaşıyorlar. Baskı ortamları artık çok geride kaldı. Sorgulamaksızın biat edenlerin yerini, hesap soran yurttaşlar alalı beri, saltanat sürdürmek çok zor artık. Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki, olan biteni vatandaşlar/ yurttaşlar evlerinde izliyorlar. Yorum için teşekkürler. Saygılar.
SilMerhabalar.
YanıtlaSilİlk insan olarak Adem'i ve ilk kan dökenler olarak da onun çocukları olan Habil ile Kabil'i biliriz. Üzülerek söylemem gerekirse, kıyamet kopana dek bu zulüm ve çıkar savaşları da sürecek.
Bu zulüm ve çıkar savaşı, nasıl bir insanoğlu tarafından yapılıyorsa, yine bunu sonlandıracak, ya da bu mezalime dur diyecek olan da yine insandır.
Bu bağlamda insanı eğiten, terbiye eden ebeveynlere ve çevreye çok iş düşüyor.
Selam ve dualarımla.
"Bu zulüm ve çıkar savaşı, nasıl bir insanoğlu tarafından yapılıyorsa, yine bunu sonlandıracak, ya da bu mezalime dur diyecek olan da yine insandır. " yorumunuz gerçeğin ta kendisi. Bunun aksini düşünmek doğru değil.
SilSaygılar Recep bey.