Cala
kırsalında, yolların az, telefon ve elektriğin olmadığı geniş bir alanı
kaplayan, sırtını akbaba dağlarına yaslamış dağınık bir yerleşim özelliği
gösteren Cala; çevre de yer alan daha küçük köyler izole konumları ve sıkı
akrabalık ilişkileri ile dikkati çekiyordu. Çıldır Gölü ise yörenin olmazsa
olmazı, vazgeçilmeziydi.
Sıkı
bir kahvaltı sonrasında Şenlik Cengiz ile okula gittik. Göreve başlama
işlemleri sonrasında kalacak bir ev bakmak için köy de sokak sokak dolaşmaya
başladık. Evler birbirinin benzeriydi. Yörenin sert iklimine uygun
yapılmışlardı. Ahırlar ve samanlık olarak kullanılan bölümler genelde evlere
bitişikti. Kesme granit taşlardan yapılmış evlerin bağlantı yerleri kireçle
boyanmıştı. Üstleri kalın bir toprak katmanıyla örtülüydü. Toprağın altında “lepik”
adı verilen uzun, geniş yassı taşlar Anadolu’nun çeşitli yerlerinde örtü olarak
kullanılan dal parçalarının yerine kullanılmıştı. Evlerin mimari yapısı yöreye
has özellikler taşıyordu.
Kalacak
boş ve uygun bir ev bulmak mümkün olmadı. Sonuçta ahırdan bozma, tabanı hayvan
dışkılarının alınması sonrası yer yer çukurlaşmış bir yerde karar kıldık. “Çaresizlik”
işte böyle bir şey diyerek gülümsedik birbirimize. Meriç o güne kadar kentte
yetişmiş biriydi. Kırsalın görüntüsüyle ihtimaldir ki ilk defa karşılaşıyordu.
Yüzü “kireç” gibi bembeyaz olmuştu kalacak yerin tabanına ve içine baktıkça.
Adet haline getirmişti artık “morali” bozulunca “gözlüğü” nü silmeyi.
“Eee”
ne diyorsun dedim Meriç’e. “Gayet uygun yer değil mi?”. Kızgın bir şekilde gözlüklerinin
üstünde yüzüme bakıp, eliyle suratıma “okkalı” bir “tokat” atmaya
hazırlanırcasına “burası mı?” dedi. İyice kızdırmak için yüklendim “ne
sandıydın ya ‘ana kuzusu’ ne bekliyordun villa mı?”. Ses etmedi bu sefer. Benim
de moralimin bozuk olduğunu o zaman fark etti. O nedenle de ses etmedi. Şenlik
Cengiz’ e dönüp “haydi gidelim artık” dedi üzgün bir sesle.
Önce
okula uğradık. Akşam olmak üzereydi. Müdüre “yarın bize izin ver arkadaş”
dedik. “Kars’a ranza ve yatak almak için gitmemiz gerek”. Uşak Karahallı’dandı
okul müdürü Selahattin Günay. “Olur, arkadaş “dedi gülerek “ev işini
hallettiniz sanırım”. Gözlerimi kısarak cevap verdim. “Valla müdür bey güzel
bir yer ayarladık. Tam öğretmene uygun bir yer!”. Meriç ses tonu kırık “ epey
bir iş bizi bekliyor yapılacak” diye tamamladı sözümü. Oysaki gerek müdür ve
gerekse diğer Karslı öğretmenler durumu biliyorlardı. İlgisiz davranmalarıydı
bizi üzen. “İyi ya yarın gidin ne gerekiyorsa alın” dedi müdür. Şenlik Cengiz’e
“çıkalım” diye işaret ettim başımla. “Müdür bey bize müsaade “dedi Şenlik
Cengiz. “Arkadaşlar yorgun ve açlar. Bugün de bizde kalacaklar “dedi. Okuldan
ayrıldık. Öğretmenliğimizin ilk günün de “hayatı” öğrenmenin ilk adımını
atmıştık böylece.
O
akşam Şenlik Cengiz’in yaşlı anasının yaptığı sıcak çorbayı içtik. Tadı çok
güzeldi. Üzerine “nane” serpiştirilmiş bolca “yoğurt” la karıştırılarak
pişirilmiş “yayla” çorbası. Porselen kâse içinde önümüze konmuştu. 75
yaşlarında olan nine “bu çorbayı sizin için yaptım evlatlarım” dedi
gülümseyerek. “İçinizi ısıtır” soğuktan geldiniz “üşümüşsünüzdür” dedi. Sevgi
dolu gözlerinin içine bizde “minnet” ve “sevgi” ile baktık ninenin.
Burası “soğuk olur kışın” dedi nine. “Şu karşıda gördüğünüz göl buz tutar
bahara kadar.” “Öylesine acımasızdır
burada havalar.” İlgiyle ve dikkatle
dinliyorduk bu yörenin canlı tanığını. “Siz siz olun dikkatli olun, üşütmeyin. Havaların
ayazına alışana kadar.”
İncecik
bir zincirin ucunda sarkan bir “elmas” gibi keskin sözlerle anlatıyordu yaşama
dair bildiklerini nine. O anlattıkça düşünüyordum. Sahil boyunca ışıl ışıl
parlayan sarp kayalıkların kıvrılarak uzandığı, ılıman, sevimli, soğuk ve
ayazın pek yaşanmadığı; yemyeşil Samsun kıyılarını. Öğretmen okulunu
okuduğumuz o güzel kenti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder