
“Bu düşünce bir yanılgı, bir
hatadır” diye düşünülebilir. Ya da “yerden
göğe kadar haklısın” da
denebilir. Tartışma kültürünü benimsemiş biri ile eli palalı birini elbette bir
tutamayız. Diğerinin düşünce ve duygularına saygıyı kabullenmiş olanla
külhanbeyi havasında olanı bir kefeye koymak doğru değildir.
Otobüs garajında olacaklar bir rastlantı, sıradan
bir olay mıydı yoksa bilinçli yapılmış bir kurgu muydu? Neden kavga etmişlerdi?
Önceden tanışıyorlar mıydı? Acımasız birer evsiz, yersiz yurtsuz, gözlerini kan
bürümüş insanlar mıydı, yoksa sıradan garibanlar mıydı bilinmez… Bilinmez çünkü
yaşanan arbede bir kaç dakika içinde olup bitmişti.
İnce belli küçük çay bardağı elimde dalıp gitmişken, bir
anda bağrışmalar arasında sandalyelerin havada uçuştuğunu gördüm. İnsanlar neye
uğradıklarını şaşırmış, olup bitenleri anlamaya çalışıyordu. Az önceki sıcak
ortam yerini buz gibi bir havaya bırakmıştı. Arbede sonrasında iki adam yaka
paça dışarı atıldı. Her ikisi de birer mezar taşı gibi dikilip kaldı öylece. Ünlü Külhanbeylerinden Seyrekbasan Osman,
Çiroz Ali, Leşçi Mehmet, Kavanoz Abdullah mısınız kardeşim. Yoksa Külhan-ı
Layhar mısınız. Hadi diyelim sorumsuz ve vurdumduymaz bir yaşam
sürdürüyorsunuz. Lakin birbirinize omuz vurmak, dirsek çarpmak size ne
kazandırdı be kardeşim. Bu davranışınız olsa olsa “Külhanbeyliğinin
acı sonucu” dur.
İnsanın inanası gelmiyor. Sırtı pek , karnı tok olsalar derim ki hadi bir
konuda anlaşamadılar. Oysa her gün, her ikisi de garaj bekçiliği yapıyorlar
belli ki. Sohbet anında birbirlerinin sözlerine itiraz etmiş, incitici sözler
sarf etmiş olmalıydılar… Kim bilir belki…
Gürültü patırtının bitmesiyle herkes masasına dönmüştü.
Aklıma dahi getirmeyeceğim bir olaya şahit olmuştum. İnsan tanımadığı, belki de
bir daha karşılaşmayacağı biriyle neden kavga eder ki? Velev ki tanışıyorlar.
Kavgalarının sebebi neydi acaba?
Demek ki bal gibi kavga da oluyormuş gürültü de. Havada
uçuşan sandalyeleri görünce bir anda sinirlerim gerilmiş, kargaşanın ortasında
kalmıştım. Üstelik olayın ne olup olmadığını da bilmiyordum. İçerisi biraz
sakinleşince garsondan çay getirmesini istedim. Uzun favorileri ve kısa
kesilmiş saçlarıyla yorgun ve yaşlı izlenimi veren garson çayı getirdi. Çay
tabağının kenarındaki şekerler yarıya kadar ıslanmış, dağılmak üzereydiler.
Elime alınca dağılıp gittiler. Tekrar şeker alıp masaya geldim. “Böylesi
gereksiz bir olayı görünce dışarıda yaşadığınız stresi yanınızda
getirmediyseniz dünyanın en huzurlu yeri insanın kendi evidir” diye düşündüm…
Kırsalda yılın bu zamanları sıkıcı geçer, kışın etkisiyle
dışarıda pek durulmaz, insanların çoğunluğu baharın gelmesini ve işlerin
açılmasını bekler. Gün geçtikçe bunalan insanların bir kısmının sinirleri
gerilir, bir kısmı ise tevekkülle günlerin geçmesi için dua eder. Köyünde,
kasabasında işlerini bitirenler büyük şehirlere gidip inşaat işlerinde çalışır,
inşaatlarda yatıp kalkar, zor şartlarda para kazanmanın mücadelesini verirler.
Bu döngü, her zaman hüzünlendirmiştir beni. Ne zaman
toprağa kırağı düşmeye başlasa yüreğime belli belirsiz bir keder çöker, kendimi
o insanların yerine koyarım. Kimsesiz çocukların ve evsizlerin sokaklarda
yaşamasını hatırlarım.
Kimsesiz çocukların ellerinden tutsam, gurbetin yolunu
kurtarıcı görenlere sorsam… Hayatta beklentilerini anlatırlar mıydı?
Anlatsalar, onları anlar mıydım? Acıyı, yokluğu, kimsesizliği karnı tok olan
değil benzer acıları çeken bilir derler ya…