27 Aralık 2017 Çarşamba

YAKUP VE KADIN

Kaç gündür üzerimde bir kırgınlık var. Soğuk algınlığıdır herhalde. Geçer nasılsa. Hergün bir kaç internet sitesinde haberlere bakarım. Bakalım bugün neler olmuş diye.  Haberlerin çoğu can sıkıcıdır. İnsanların birbirlerine karşı yaptıklarını haberlerde, TV programlarında gördükçe insan insanlığından utanıyor.
Önceki gün bir haber dikkatimi çekti. Bir an duraksadım. Okuduklarım doğru mu yanlış mı diye gözlerimi kapatıp tekrar açtım. Acaba kırgınlığım mıydı beni yanıltan. Hayır maalesef okuduklarım gerçekti. Habere konu bir öğretmendi. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz bir öğretmen.
Konya'nın Selçuklu ilçesindeki bir Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde görev yapan Felsefe öğretmeni "ya benim çok sapık duygularım var ya da şeytan onlara uğramıyor... Bir genç kızın vücut hatlarını gördükten sonra şeytan size üflemiyorsa ya erkekliğiniz ya da imanınızı kaybetmişsiniz demektir..." mesajını Twitter hesabından paylaşmıştı.
Okuyunca insanın nutku tutuluyor adeta, toplumun ve insanlığın kabul etmeyeceği bu sözler karşısında.
Bir öğretmen bunları söyleyen. Gençleri yetiştirmek için eğitilmiş biri. Bir felsefeci. Nasıl bir felsefe öğretmeniyse artık, felsefeden çok öğrencilerin vücut hatları ile ilgileniyor. Demek ki bunu söyleyenin felsefe anlayışı alan değiştirmiş!
.....
Yakup üniversitede okumaktadır. O yıllarda tanıştığı ve sevdiği bir de kız arkadaşı vardır. Ve kız arkadaşının kardeşi ile de aynı okulda öğrencidir ve Yakup'un can dostudur.
Bir gün öğrenci olayları sırasında yanında bulunan kız arkadaşı vurulup hayatını kaybeder. Yakup yıkılmıştır. Can dostunun yüzüne nasıl bakacaktır.
Kız kardeşinin hayatını kaybetmesine Yakup'un sebep olduğunu düşünen Emre, Yakup'un pişmanlığına aldırmadan o acı içinde silahını çekip Yakup'a doğrultur.
Yakup sevdiğini kaybetmenin acısı ile zaten kendinde değildir. Yaşamına bu şekilde son verilmesini o da ister. Lakin Emre silahı Yakup'un sağ bacağına doğrultup iki el ateş eder. Ve çekip gider. Can dostunu öldürmeye kıyamamıştır.
Yakup uzun süren tedavi sonrasında sakat kalır. Ayağını sürümektedir artık. Yürümek ve merdiven çıkmak onun için çok zordur. Okulu da bırakır Yakup.
Aradan yıllar geçer. Yakup babadan kalma üç beş kuruşla bir lokanta açar. Dürüstlüğü, yoksula yardımı, insanlığı ile çevreden saygı duyulan, güvenilen birdir artık o.
Yıllar, aylar, günler birbirini kovalar.
Yakup evlenmemiştir. Kız arkadaşından sonra bir başkası ile evlenmeyi düşünmemiş, tek başına aldığı evde yaşamakta, lokantasında ki işleri iyi kötü takip etmektedir.
....
Evinin yanında uzun yıllar boş kalmış, bakımsız, yıkık dökük metruk bir ev vardır.
Bir gün akşam üzeri lokantadan eve dönerken metruk evde bir ışığın yandığını görür. Merak eder. Yanılıyor olmalıyım diye düşünür.
Ertesi gün işe erken gitmez. Öyle ya uzun yıllardır metruk olan eve birileri taşınmış, komşu olmuşlardır. Kimdir, kimlerdir diye merak edip öğrenmek ister.
Eve gidip kapıyı çalar. Kapıyı açan kadını görünce adeta şok yaşar.
Çünkü kadın, yıllar önce kaybettiği Meryem'ine benzemektedir. Kaşları, gözleri ile adeta o dur. Yakup sararıp, sarsılır, vücudu -70 derece soğukta kalmış gibi zangırdar.
...
Kadın eve yeni taşındığını, yalnız yaşadığını, işe ihtiyacı olduğunu, evde yiyecek bir lokma ekmeğinin olmadığını söyler konuşma sırasında.
Yakup bir lokantası olduğunu söylemez. Çekinir. Sessizce uzaklaşır oradan. Uzaklaşırken "ihtiyacın olduğu zaman kapımı çekinmeden çal" der.
Aradan bir kaç gün geçmiştir. Yakup yaşadığı benzerlik karşısında hala şaşkındır.
Kadın aramasına rağmen bir türlü iş bulamaz. Çaresizdir artık. Evde de yiyecek bir tek lokma bir şey yoktur. Elindeki üç beş kuruşta bitmiştir.
Ne yapacağını, ne edeceğini düşünürken Yakup'un "ihtiyacın olduğunda kapımı çekinmeden çal" sözleri gelir.
....
Yakup o günlerde soğuk algınlığı ile mücadele etmekte, evinden lokantaya gidememektedir. Hastadır.
Kadın sabahın erken saatinden akşam saatlerine kadar Yakup'un evden çıkmasını bekler.
Lakin Yakup çıkmaz.
Kadın iyice meraklanır. "acaba bir şey mi oldu adama" diye düşünüp Yakup'un kapısını çalar. İçeriden ses soluk gelmez. Tam ayrılmaya karar vermişken kapıyı son bir defa çalar.
Kapı yavaşça açılır. Yakup sararmış yüzü ile kadını buyur eder.
Kadın "siz hastasınız" der.
Yakup "soğuk algınlığı geçer" der.
...
Kadın durumunu anlatır. "Evde bir tek lokma yiyecek bir şey yok. İşte bulamadım der." Lokantanda benim yapacağım bir iş var mıdır demeye de çekinir.
Yakup kadının durumunun farkındadır. "Evde bir tek lokma yiyecek bir şey yok.." dediğine göre açtır da.
Kadın ayrılacakken "gitme bana sıcak bir hasta çorbası yap. Mutfakta her şey var. Hem çay da demledim beraber içeriz " der.
Maksadı aç olan kadının karnını doyurmasıdır.
Kadın  büyük bir mutlulukla içeri girer. Mutfakta sıcak bir çorba yapar. Hem kendisi de kaç gündür sudan başka bir şey içmemiş, yememiştir.
Karşılıklı çorbalarını içerler.
...
Yakup kadının iş istemek için geldiğini, ama söyleyemediğini anlar.
O söyleyemiyorsa ben lokantada çalışır mısın diye sorayım der.
"Lokantada yeni bir elemana ihtiyaç var. Temizlik yapabilecek, bulaşıkları yıkayacak birine. Sen iş bulamadıysan gel çalış istersen" der.
Kadın "bilmem ki yapabilir miyim" diye cevap verir.
Yakup "yaparsın. Yarın hemen gel işe başla"
Ve kadın ertesi gün lokantada işe başlar...
...
İki olay.
Birincisinin kadına bakışı ile ikincisinin bakışı ortadadır.



19 Aralık 2017 Salı

BEN BİLİRİM ORALARI

Akşamın alacakaranlığından gündüzün aydınlığına… İri ıslak kar taneleri. Yeni yakılmış soba bacasının etrafında tembelce dönüyor… Evlerin damlarında, insanların omuzlarında ve şapkalarında ince bir katman oluşturuyor…
Kadınlar, erkekler, çocuklar düşünceli…
Ben bilirim oraları…
Yıllar yılları, aylar ayları kovalasa da insan gördüklerini unutmuyor…
Yassı lepik taşları ve kalın bir toprak örtüsü ile oluşturulan düz damlı evler…
Bağlantı yerleri beyaz badana ile özenle belirlenmiş taş duvarlar…
Önlerinde kaz sürülerinin kaygısızca volta attığı evler…
Korkunç bir havada bulutlar kâbus gibi üstlerine çökerken, sıcaklık hızla düşer.
Rüzgâr anaforlar çizerek kayaların tepesinde uğuldar.
Sonrası biraz yağmur, belki biraz dolu…
Nisan ayı bile soğuktur oralarda… Kar diz boyu.
Soğuğun ürkütücü gücü ve aylar sürecek bir beyaz örtü…
Yollar kapanır…
Yollarda dozer uğultuları,
Ovayı seyreden aç kurt sürülerinin uğultusuna karışır,
Orası gölün yamacına sırtını dayamış Çıldırdır.
Ardahandır,
Doğruyoldur,
Yakınsudur,
Buzun ve balığın yurdu Çıldır Gölüdür,
Orası insandır, sevgidir, kültürdür
Şafağın erken söktüğü, güneşin erken battığı yerdir…
Konuşmazlar susarlar
Gözleri yollarda hasretle gurbete gideni arar
Derin uykularındadır çocuklar
Hastaları kızaklar taşır
Gözler bir açılır, bir kapanır
Orası Hanaktır, Posoftur.
Gün gelir göl buz tutar
Buzu delen kazma sesleri alın terine karışır.
Çocuklar kızaklarıyla kayar… Sert rüzgârlara inat.
Taş evler… Küçük pencereler… Etrafta tezek yığınları.
Kuş uçmaz, kervan geçmez oralarda.
Kuzey kışının acımasızlığında… Gün boyu Tezek dumanlarının eksilmediği ocak başlarındadır çocuklar, yaşlılar.
Geceleri Ay yüzünü gösterip parlasa da, yıldızlar ulaşılmazdır oralarda.
Sadece yıldızlar mı?
Varın siz sorun onlara.
İnsanlar işsizdir çoğunlukla, türküler yanık.
Gecenin o beyazlığı içinde, yıldızların bile göremediği bir yerde işitilmez sesleri.
Tilkinin bakır döktüğü topraklarda kuşlarda, hayvanlarda açtır… Aynı kaderi paylaşırlar insanlarla.
Buz kesen havalarda insanlar ekmek peşindedir…  Sabahın alacakaranlığında… İşçi kahvehaneleri dolup dolup taşar.
Kimisi o gün günü kurtarmıştır, kimisi bir sonraki günde arar umutlarını,
Çamura, kara, poyraza, soğuğa aldırmadan.
Eli koynunda boynu büküktür oraların insanı…

Ben bilirim oraları…

3 Aralık 2017 Pazar

BİR YOL HİKAYESİ (BAKIŞ ACISI)

Bazen insan sabah kalkınca alacakaranlığın dinginliğinde, perdeleri çekili odanın bir köşesinde bulunan masanın başında yazmaya başlar. Yazmak, düşünmek, okumak, kurgulamak bir tutkudur artık.
Yazar Hanife Mert'in "Bakış Acısı" romanını elime aldığımda; yazarın önsözde yazdığı "Halkın yazarlardan, akademisyenlerden, sanatçılardan, siyasilerden beklentisi; halk arasında doğru ya da yanlış olduğuna bakılmaksızın, sorgusuz sualsiz kabul edilen kemikleşmiş bazı sorunların gün yüzüne çıkarılabilmesi için, gerçeklerin anlatılarak, kapı aralanması ve devamında kendilerinin araştırarak, sorgulayarak gerçeğe ulaşmasını sağlamaktır. Ben de üzerime düşeni yerine getirmek için "Bakış Acısı" isimli kitabımı kaleme aldım." satırları dikkatimi çekti.
Yazar neden bunu yazmak gereğini duymuştu? İşte tam da bu soru belleğimizdeki yerini korurken İlerleyen sayfalarda okuyucu bunun nedenini daha iyi anlıyor, yorumluyor.
Yazar, farklı bir anlatım tarzı ile klasik anlatım tarzından uzak üzerinde düşünülmesi gereken olayların dökümü ile karşımıza çıkıyor.
Eser yer yer otobiyografik özellik taşıyor. Yazar süreç içinde roman kahramanı Elif'in yerini alıyor. Bir genç kızın gözünden bir yol hikayesi anlatılıyor. Çoğumuzun yakından bildiğini düşündüğümüz bir yol hikayesi. Hikaye okuyucuyu adeta kendine çekiyor. Bir yandan satırlar bir biri ardına akarken, diğer yandan düşündürüyor.
Varoluş sorunları roman kahramanlarının yaşadığı olaylarda karşımıza çıkıyor. Nedeni sorgulanıyor. "Alevi olmak evlenmeye engel mi ?" sorusu ile yüzyıllardır toplumun içinden çıkılması zor bir sorununu dile getiriyor.
Yeryüzünde varlığını devam ettiren milyarlarca insanın farklı inançları, kültürleri, yaşam tarzları vardır. Bunlar arasında  elbette birbirine benzemeyen farklılıklar söz konusudur. Önemli olan o farklılıklara saygı duyup birlikte sorunsuzca yaşamaya devam etmektir. Gerçekleri araştırıp öğrenmeden, kulaktan dolma yalan yanlış, doğruyu yansıtmayan bilgilerle hareket etmek doğru değildir. Toplum artık bunu aşmalıdır.
Yazar bu gerçeği vurguluyor. Anadolu binlerce yıldır bağrında yaşayanları ile bir mozaiktir. Hem de paha biçilmez elmas değerinde bir mozaik...Her parçası ayrı bir değerdir. Yüzyıllar boyunca yan yana duran bu değerler birbiriyle kaynaşmış, özleşmiştir...Hepimiz Allah'ın yarattığı kullarız. Elbette aramızda farklılıklarımız olacak. Farklılıklarımız zenginliğimizdir, birini diğerine üstün yapmaz."   Cümleleri bir gerçeği dile getiriyor. Sorunu detaylı ele almasa da anlattıklarından anlıyoruz.
Dolayısıyla bu varoluşsal sorunlar nedeniyle insanlar arasında iletişim sorunları karşımıza çıkıyor. Alevi bir genci seven genç kızın ailesi ile anlaşamaması sonucu bunalıma girmesine rağmen mantıklı düşününce, aşk ve sevginin varoluşsal sorunlarının saygı çerçevesinde üstesinden gelinebileceğini duyumsatıyor.
Yazarın,"Özetle Hilal, insanları olduğu gibi kabul etmek, onları değiştirmeye çalışmadan, kendi doğrularımızı dayatmadan, karşılıklı saygı çerçevesinde yaşamımızı sürdürmeye çalışmak zorundayız...Olaylara ve insanların fikirlerine müdahale etmek, insanlara karşı ön yargıyla yaklaşmak insanı her daim yanıltabilirdi" söylemi de sevgi ve saygının önemsenmesinin altını çiziyor.
Elif'in ailesi ve yakınları ile çocukluğunda, öğrenim hayatında, iş hayatında yaşadığı sorunlar; üvey annesinin Elif'e kültürel dokudan kaynaklanan nedenlerle "yeter artık" dedirten davranışları, ötelemeleri, küçük görmesi, eziyetleri okuyucuya bu kadarda olmaz dedirtiyor. Bencilliğin, sorunlu davranışın sonucunda acı çeken bir genç kız, hayatının baharında baş edemeyeceği düşünülen sorunlarla mücadele ediyor. Zaman zaman hiç bir tepki vermeden olayları izliyor, içine kapanıp kalıyor, kaçış yolları arıyor.
Bu tür yaklaşımların toplumda olmaması gerektiğinin altını çiziyor yazar.
Bu arada en büyük aşkı, can dostu Engin'den aldığı mektuplar bir nebze de olsa rahatlamasına, kendisini mutlu hissetmesine neden oluyor.
Romanın konusunu kaçış oluşturuyor. Egemen ve yerleşmiş sorgulanamayan, dayatılan, bir bakıma reddedilemeyen kültür anlayışından kaçış. Acılardan, yaşanan dramlardan kaçış. Roman kahramanının başkaldırısı bireyseldir. Değişimi kabul etmeyen bir geleneğin, yerleşmiş kültür anlayışının  sorgulanmasını sağlıyor.
Aile ilişkilerinde yaşanan istenmeyen zorlukların "yok artık bu kadar da olmaz" yaklaşımlarının, kendi yaşamını sorunsuz hale getirmek için bir diğerini yok sayan anlayışın, tüm zorluklara baş kaldıran eğitimli anlayışın;  yaşanan olaylara sebep olanlarla muhalefet olanların mücadelesi sorgulanıyor.
Hukuk eğitimi gören  geçmişini yaşadığı olaylarla özdeşleştirmeye, kaderci çizgi anlayışına yormaya çalışan, kısacası yol haritasında rotasını arayan roman kahramanı aradığı yaşam biçimini bulabilecek mi?
Ya da mağlup mu olacak?
Ötekileştirmeye yenik mi düşecek?
Sonuçta okunması, irdelenmesi ve sorgulanması gereken bir roman "Bakış Acısı".
Teşekkürler Hanife Mert.