29 Kasım 2024 Cuma

12 Kasım 1914 ve sonrası Sarıkamış Harekâtı - 4

Avrupa’da savaş başladığında, Almanların Amiral Wilhelm Souchon komutasındaki “Goeben” adlı zırhlısı ile “Breslau” adlı kruvazörü Akdeniz’de İngiliz savaş gemilerinden kaçıp Türk karasularına girmişti.

5 Ağustos günü Baron Von Wangenheim Enver Paşa ile gizlice görüşmüş, onu Goeben ve Breslau’un Osmanlı donanmasına katılmasıyla Rus donanmasına üstünlük kazanılacağına ve Karadeniz’in bir Türk gölü olacağına inandırmıştı.

Enver Paşa hemen Çanakkale Boğaz Komutanı Alman Amirali Weber’e şu emri göndermişti:” Alman gemilerini boğazdan içeri alın, başka devlet gemileri girmeye kalkışırsa ateş açın!” Sonra, İstanbul’daki Alman Deniz Ataşesi Yüzbaşı Hans Humann telsizle Amiral W.Souchon’a kurtarıcı emri ulaştırmıştı. “Çanakkale Boğazına ilerleyin!”  Gemiler Çanakkale Boğazından içeriye girerler.

Uluslararası yansızlık kurallarına göre iki yabancı savaş gemisinin yirmi dört saat içinde karasularından çıkarılması veya silahsızlandırılması gerekiyordu. İngiltere ve Rusya protestolara başlayınca bir açıklama yapılmıştı: “Gemiler Osmanlı donanması için satın alınmıştır.” Osmanlı hazinesinin tam takır olduğu bilindiğinden, buna pek inanan olmamıştı.

Komediler dizisi yeni eklemelerle renkleniyordu. Gemilerin adları değiştirilmiş, Goeben’e “Yavuz”, Breslau’a “ Midilli” denilmiş, sancak direklerine Türk bayrakları çekilmişti. Gel gör ki, gemilerin direği çoktu ve öteki direklerde haçlı Alman amirallik forsları dalgalanıp duruyordu. Alman deniz subay ve erlerinin başlarına birer fes uydurulmuş, böylece Osmanlılaştırılmışlardı.

Enver Paşa tuttu bu kez de Amiral Souchon’u Osmanlı  Donanması Komutanlığına atadı. Gemileri Osmanlılaştıralım derken, donanma Almanlaştırılmıştı.

Zira, Amiral Souchon Berlin’deki Alman Genelkurmayından alacağı emirleri uygulayacağını hiç gizlemiyordu.

Enver Paşa 16 Ağustos günü İstanbul’da Büyükelçi Wangenheim, Alman askeri iyileştirme kurulu başkanı ve Birinci Ordu Komutanı Mareşal Liman Von Sanders, Osmanlı Donanması Komutanı Amiral Souchon, Osmanlı Genelkurmay İkinci Başkanı General Bronsart Von Schellendorf, büyükelçilik ateşeleri ile gizli bir toplantı yaptı.

Enver Paşa’nın bir tek Türk’ü çağırmadığı toplantıda seferberlik tamamlanınca savaşa girilmesi kararlaştırıldı.

Seferberlik işleri yavaş yürüyor, hükümet üyeleri ve üst düzeydeki Türk komutanları arasında savaşa girilmemesi yönündeki eğilim gittikçe güçleniyordu. Alman orduları Marn’da Fransızlara yenilince, savaşa bir an önce girilmesi için Almanlar baskıyı artırdılar.

Sonunda, Enver Paşa donanmaya Ruslara saldırma emrini verdi. Amiral Souchon açıkgözlük edip sözlü emri yazılıya dönüştürdü ve yazılı emri Enver Paşa’ya imzalattıktan sonra Alman Büyükelçiliğine teslim etti. Çünkü gemisi batarsa, Osmanlıların kendi istekleri ile savaşa girdiğine dünyayı inandırmak zor olurdu.

Bu emirden de hükümetin haberi yoktu…

Amiral Souchon 27 Ekim 1914 günü manevra yapacağım bahanesi ile donanmayı Karadeniz’e çıkardı. 29 Ekim’de Rus donanması yerine Rus liman kentlerini topa tuttu ve İstanbul’a döndü. Hemen Rus savaş gemilerinin Osmanlı donanmasına saldırdığı yalanı uyduruldu.

Almanlar amaçlarına ulaşmıştı. Rusya Osmanlı İmparatorluğuna savaş ilan etmiş, 1 Kasım günü de Doğu Anadolu’da saldırıya geçmişti. Hükümet üyeleri ve Türk subayları, savaştan sonra Enver Paşa’nın gizli emri ile savaşın başlatıldığını öğreneceklerdi.

Padişah ise gerçeği öğrenemeden savaşın son yılında ölecekti…

Yararlanılan kaynak: Sarıkamış Dramı /Alptekin Müderrisoğlu/ Kastaş Yayınevi 2006

 

 

28 Kasım 2024 Perşembe

12 Kasım 1914 ve sonrası Sarıkamış Harekâtı - 3


 

1909 yılında 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılmasından sonra, ansızın İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden iki milletvekili gelmiş, kendisine Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ilişkin bir yazı imzalatmışlar ve “Padişah oldun” demişlerdi. Mehmet Reşat, Beşinci Mehmet adıyla tahta çıktığında ve Halife olduğunda 67 yaşında idi. Devletin yönetimi giderek İttihat ve Terekki Cemiyeti’nin eline geçmişti.

 Harbiye Nazırılığı’na yükselen (Milli Savunma Bakanlığı) Enver Paşa bir diktatör gibi ülkeyi yönetmeye başlamıştı.

 Mehmet Reşat, padişahlık görevini kendisine sunulanları görüş belirtmeksizin imzalamak şeklinde anlıyordu. 28 Haziran 1914 günü bir Sırp öğrencisi Saraybosna’da Avusturya- Macaristan veliahdı Ferdinad ve karısını öldürmüştü.

 Bu olay, ekonomik ve siyasal çatışmaların barut fıçısına dönüştürdüğü Avrupa’yı ateşe vermeye yetmişti. Avusturya-Macaristan Almanya’nın desteğine güvenerek Sırbistan’a savaş açmıştı.

Sırbistan’ın koruyuculuğunu üstüne alan Rusya’nın seferberliğe başlaması üzerine, Almanya da Rusya’ya savaş ilan etmişti. Padişah bu olayları dürbünün tersiyle izlerken, Enver Paşa’nın devleti Almanya’nın yanında savaşa sokmak için çabalarını yoğunlaştırdığını sezememişti.

Enver Paşa’nın İstanbul’daki Almanya büyükelçisi Baron Von Wangenheim ile yürüttüğü gizli görüşmeler, 2 Ağustos 1914 günü imzalanan bir antlaşma ile noktalanmıştı.

Enver Paşa’nın dışında yalnız üç kişinin haberi vardı bu antlaşmadan: Sadrazam Sait Paşa, Dahiliye nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa ve Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe. Bu antlaşmadan da, Alman Kaiseri (imparatoru) Wilhelm’e gönderilecek nüshası kendisine imzalatılırken Padişahın haberi olmuştu.

Oysa aynı Talat Paşa, 20 Temmuz 1914’te Erzurum valiliğine gönderdiği yazıda “Ordunun Rusya ile savaşa girmesinin Fransa ve İngiltere’nin de savaş kararı almasına neden olacağı ve başkent İstanbul’un bu tehlikeyi göz önünde tutarak sınır boylarında savaşa yol açacak çarpışmalardan özenle kaçınılmasını bildirir”   (Şerif Köprülü, Sarıkamış Muh.s.25)

Antlaşmanın 2. Maddesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında savaşa katılmasını şöyle bir koşula bağlamıştı. “Rusya, Avusturya- Macaristan’a karşı askeri önlemler alır ve bu yüzden Almanya savaşa girmek zorunda kalırsa, bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa katılması için yeterli neden olacaktır.”

Oysa, antlaşmanın imzalanmasından bir gün önce, 1 ağustosta Almanya Rusya’ya savaş açmış bulunuyordu. Bir başka deyişle, Osmanlıların savaşa girme yükümlülüğü, antlaşma imzalanmadan doğmuş bulunuyordu.

Dünya siyasal tarihinde ilk kez böylesine garip bir antlaşma yer alıyor; bir antlaşmanın gelecekte doğabilecek bir olaya dayandırılan bir hükmü, geçmişteki bir olayla geçerlilik kazanıyordu.

Enver Paşa, gizli antlaşmayı imzaladığı gün sınırlarımızda savaş tehlikesi belirmiş ve bu nedenle seferberlik ilan etmiş, kararı Padişaha imzalatmıştı. Ardından tüm orduyu avucunun içine alacak örgütlenmeye gitmiş ve “Başkomutanlık Karargâhını” kurmuştu.

Yasalara göre ordunun başkomutanı Padişahtı. Ancak, Padişahın uyuşukluğundan yararlanan Enver Paşa, tutmuş kendisini “Başkomutan Vekili” atamıştı. Artık Padişahın vekili olarak ve onun adına orduyu ve donanmayı istediği gibi yönetecek, gönlünce idare edebilecekti. İlk iş olarak da danışmanlık ve öğretmenlik yapmak amacıyla Türkiye’ye gelmiş olan Alman subaylarını önemli komutanlıklara getirmişti.

27 Kasım 2024 Çarşamba

12 Kasım 1914 ve sonrası Sarıkamış Harekâtı - 2


 

Bu gürültünün, bandolu, davullu, zurnalı şenliğin anlamını bilen yaşlı erkekler ve kadınlar ise suskundu. Çünkü ne zaman kışlalardan, savaş gemilerinden bu sesler yükselse, ardından savaş gelirdi. Kışlalar dolup dolup boşalırdı.

Askerler hep Anadolu’dan ve Trakya’dan çıkardı. Buralarda yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudi’ler askere alınmazdı. Irak, Suriye ve Arabistan halkı da silah altına alınmazdı. Padişah fermanı ile İstanbul halkı hiç askerlik yapmazdı. Bu yüzden bunlar savaşın acısını Anadolu ve Trakya halkı gibi bilemezlerdi.

Suskun yaşlıların sezgisi doğruydu. Bugün Osmanlı İmparatorluğu resmen Rusya, İngiltere ve Fransa’ya  savaş ilan ediyordu. Anadolu ve Trakya Türklerinin dört yıl boyunca kan dökeceği, üç kıtada can vereceği Birinci Dünya Savaşı’na giriliyordu.

Şenlik sırasında komutanlar kışla meydanlarında bayraklarla süslü kürsülere, gemilerin kaptan kulelerine çıkarak Padişah Mehmet Reşat ile Başkomutan vekili Enver Paşa’nın orduyu ve donanmayı savaşa çağıran bildirilerini okudular. Arapça ve Farsça sözcüklerle dolu bildirileri askerler, denizciler zorlukla anlıyordu.

Padişahın uzun savaş çağrısında  (günümüz dili ile) can alıcı nokta şöyle idi: “… Böylece silahlı bir yansızlık yaşarken, Karadeniz Boğazı’na torpil koymak üzere yola çıkan Rus donanması, eğitimle uğraşan donanmamızın bir bölümü üzerine ansızın ateş açtı.”

Enver Paşa’nın savaş çağrısının son kısmında ise şöyle deniliyordu: “… İleri! Daima ileri ki zafer, şan, şehitlik, cennet hep ilerde; ölüm ve alçaklık geridedir….”

Böyle diyordu Enver Paşa. Kimlerin ileriye, kimlerin koskoca bir orduyu karlara gömüp tek başına geriye gideceğini ise zaman gösterecekti.

İstanbul’da yayınlanan “tanin” gazetesi ise aylardır yaptığı savaş çığırtkanlığı sonucu muradına ermişti.

Osmanlı padişahı Mehmet Reşat, ordusuna ve donanmasına yaptığı savaş çağrısında savaşı Rusların başlattığını söylüyordu. Böylece, altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde ilk kez bir padişah, savaşa yol açan olayın gerçek nedenini bilmeden savaş çağrısında bulunuyordu.

Osmanlı padişahlarının var olan yetkileri arasında “Silahlı Kuvvetlerin Başkomutanı” olmak da vardı. Ne ki, Mehmet Reşat imparatorluğu ilgilendiren işlere uzaktan bakıyor, bazı olaylara seyirci bile olamıyordu. Seyirci olmak, olayları anında izlemek demekti. O ise bir çok olayı olduktan sonra öğreniyor, daha doğrusu, kendisine nasıl anlatılırsa öyle biliyordu. Ordu konusunda da değişen bir şey yoktu.

Mehmet Reşat genç bir şehzade iken, 1876 yılında amcası Padişah Abdülaziz’in tahttan indirilişine tanık olmuştu. İkinci Abdülhamit tahta çıkmış, çıkar çıkmaz da onu bir küçük saraya hapsetmişti. Tam 32 yıl tutuklu kalmış, Avrupa’da sanayi devrimi, sömürge paylaşımı ve teknolojik gelişmelerin olduğu yıllarda kapalı duvarlar arasında kalmıştı.

26 Kasım 2024 Salı

12 Kasım 1914 ve sonrası Sarıkamış Harekâtı - 1


 

Sarıkamış muharebelerinde bir emirle binlerce askerin tipi altında dağlara sürülüşü. Tarihimizin İbretle okunması ve bilinmesi gereken bir sayfası. Yeteneksiz ancak yetkili birinin on binlerce insanın hayatını nasıl tehlikeye atabileceğinin ve bir devleti nasıl yok olmanın eşiğine getireceğinin ders alınacak öyküsü.

Yıllarca öğretmenlik yaptım. Binlerce öğrenci yetiştirdim. Sarıkamış yöresinde Allahuekber dağlarında düşmana tek kurşun atmadan şehit olup kara toprağa düşenlerin hazin hikayesi hep içimi yaralamıştır. Öğrencilerime konuyu anlatırken oluşan hüznü saklamanın çabasını yıllarca sürdürdüm.

Sarıkamış’ın benim için diğer bir önemi ise dedemin canından çok sevdiği kardeşinin yöredeki  Allahuekber dağlarında bir daha geri gelmemek üzere bu dünyadan göçüp gitmesi, şehit olmasıdır.

Yıllarca onun gelmesini bekleyen insanların anlattıkları ile büyüdüm. Aşağıdaki satırlarda, devletin kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalarla Birinci Dünya Savaşı’na sokuluşunu, savaş alanından binlerce kilometre uzakta, 90 bin şehidimizin acı kaderinin nasıl adım adım belirlendiğinin ibret dolu oluşumunu okuyacaksınız.

Sarıkamış faciası ile ilgili araştırmalar son yıllarda yoğunlaşmıştır. Sarıkamış’ta yoğun kar, tipi ve kış şartlarında hayatını kaybedenlerin resimlerinin büyük bölümü Ruslar tarafından çekilmiştir. Kendi arşivlerimizde ısrarlı araştırmalara ve kaynakların taranmasına rağmen sadece bir tek resim bulunabilmiştir.

Aşağıdaki satırlarda Osmanlı İmparatorluğunun, Birinci Dünya Savaşı'na nasıl adım adım sokulduğunu göreceğiz.

“Padişahım çok yaşa” nidaları ile yer gök inliyordu İstanbul’da. Selimiye kışlasından hep bir ağızdan yükselen sesler daha sonra Maltepe, Maçka ve Davutpaşa kışlalarında bulunan askerlerin de katılması ile; Üsküdar’da, Boğazın kıyılarında, Beyazıt meydanında, Topkapı ve Karaköy’den Haliç’e kadar olan geniş alanda yankılanıyordu.

Kışlaların yanısıra savaş gemilerinden bando, davul ve zurna sesleri yayılmaya başlamıştı. Kışla avlusu duvarlarının dibine, deniz kıyılarına toplanan halk olağanüstü bir şeyler olduğunu seziyor, günlerdir dolaşan söylentilerin etkisiyle “Hayırdır İnşallah diyerek dualar fısıldaşıyordu…

./..

24 Kasım 2024 Pazar

ZİHİNLERE KAZINANLAR


 

İnsan yaşamı yol haritasıyla başlar. Önemli olan o yol haritasının doğru olana götürmesidir.

Yol haritasında öyle bir an gelir ki, insanın içinde anlatılmayı bekleyen lakin anlatılamayan, dile getirilemeyen sorular varsa bunu taşımak zorluğu görülür. Bazen de halının altına itilen ama dile getirilse insanı rahatlatacak sorularda.

Günümüz dünyasının hızla değişen ritmi, tanıdığımızı sanıp yanıldığımızı anladığımız insan ilişkilerinde ki gelgitler karşımıza çıkar.

İnsan hayatında hiçbir olay, hiçbir his yarım kalmıyor. Ya istenilen olay başarıya ulaşıyor ya da yok olup gidiyor.

Dünyada yaşananlar. Savaşlar, yoksul insanlar, kırda bayırda, ücra bir vadi tabanında, deniz kenarında hayatta kalma mücadelesi verenler, ata yurdundan göçüp bilinmeyen coğrafyalara gidenler. Gün geliyor insanı umutsuzluğa itiyor.

Diğer yandan şehrin varoşlarında gecenin ilerleyen saatlerinde bile büsbütün kesilmeyen sesler. Şehrin uğultusunu yaratanlar. Şehrin bir ucundan diğerine uzanan hayat hikayeleri. Fabrikalar, iş yerleri. Vardiyalara işçi taşıyan otobüsler. Evlerde gecenin bir yarısında televizyonların loş ışığında uyanık olanlar.

Yazılanlar, yazılmayanlar. Yaşananlar, yaşanamayanlar. Kimi zaman bir camın ardından izlenen insan hareketleri.

İnsanın tüm yaşanan olumsuzluklardan kendini koruması gerektiğini zihinlere kazıyor. Atılan her adım, söylenen her söz bilinçsizce değil aksine bilinçli bir şekilde atılmalı o yol kulvarında.

18 Kasım 2024 Pazartesi

KARDA KIŞTA ÇALIŞAN


 Bizler Anadolu kadınını fotoğraftaki resimlerde olduğu gibi tanıdık.

Anadolu kadını hala benzer şekilde yaşamını devam ettiriyor.
Zorluklara eşi ile birlikte direniyor.
Çoluk çocuğunun geleceği için mücadele ediyor.
Kadını dört duvar arasına sokmaya çalışanlar mı haklı yoksa eşi ile birlikte tarlada, tapanda çalışan kadının davranışı mı doğru?


Kadının çalışma hayatına katılması, eğitim görmesi, toplumun ekonomik yönden gelişmesini sağlayacaktır.
Bakınız "Gazali" kadını nasıl değerlendiriyor: "Kadın evinde oturup yününü örmeli ve ev işleriyle meşgul olmalıdır. Yüksek yerlere çıkıp etrafı uzun boylu gözetmemeli, komşulara, gelen geçene bakmamalıdır...."
Karda kışta çalışan, tarlada tapanda çalışan kadınlar mı doğruyu yapıyor, yoksa Gazali mi doğruyu söylüyor?
Bunların yüzyıllarca kadına bakış açısı bu...
Bu zihniyet ile yan yana olmayı doğru bulmuyorum, onlar yoluna bizler yolumuza, bizler yolumuza Atatürk 'ün benimsediği kadın erkek eşitliği bağlamında devam edeceğiz, kadının dört duvar arasına sıkışıp kalması bizim düşüncemizle bağdaşmaz, bizler Anadolu'da evinin her türlü işini eşi ve çocukları ile birlikte yapanların doğru davrandığı düşüncesindeyiz..
Bizim kadına bakış açımız her daim kadının bilgisi , yaptığı işe olan inancı , çalışkanlığı , vicdanı, merhameti ve sevgisi bağlamındadır.


15 Kasım 2024 Cuma

BAZEN SÖZ HÜKMÜNÜ YİTİRİR


Bazen söz hükmünü yitirir.

Günlerce, aylarca, yıllarca
Belki de bir ömür
İzi kalır zamansız gidişlerin...

Kurgulanmış yaşamlar, yaşanacaklar insan belleğinde bir kaygıdır. Düşünemezseniz, anlayamazsınız. Düşünmek ve anlamak ciddi bir deneyimdir. O deneyimin gücünü hissedemeyenler savrulur gider yaşam çizgisinde amaçsızca.

Önemsiz diye nitelenen ayrıntılar, hayatta kilit rol oynar.
Ayrıntı diye nitelendirilen, önemsiz deyip geçilen yaşanılanlar gün gelir devran döner sıkıntı oluşturur.
Etrafta olan bitenler ve insan davranışları hayatı doğrudan etkiler.
Bu bağlamda, etrafımızda ki insan davranışlarına dikkat etmekle oluşabilecek olumsuzluklara meydan vermemiş oluruz.
Bu davranışlar, hayatı kolaylaştıracağı gibi zorlaştırabilirde.
Sonuçta yaşanacak hüzün ve kafa karışıklığı, beraberinde çözümsüzlüğüde getirebilir.


5 Kasım 2024 Salı

DÜN OLDUĞU GİBİ BUGÜNÜMÜZE DE KENDİMİZ KARAR VERMELİYİZ...


 

Yaşam bütünseldir. O bütünsellik içinde yaşanan acılar, coşkular vardır. Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır sessiz ve derinden gelen. Bunlar yaşamın gerçeğidir. O gerçeklerden uzak durmak, o gerçekleri anlamamak şaşırtıcı ve bencilce bir duygudur.

Geçmişimiz, bugünümüz ve özümüz yani öz benliğimiz, düşüncemiz önemlidir. Yaşadığımız şeylerde önemlidir. Fakat asıl olan, onları kendimizde niçin ve nasıl yaşattığımızdır. Dünü olduğu gibi bugünü de nasıl yaşayacağımıza kendimiz karar vermeliyiz. Kendimizle ya da diğerleri ile ilgili kararlarımızda vicdanımızın doğru bildiğini yapmalıyız. Başkalarının beğenmesi için karar alıp yola çıkmamalıyız.

Yaşam bütünseldir dediğimde bir arkadaşım aynen şunları söyledi. “‘Özlemler, isyanlar, çığlıklar, kopuşlar vardır. Susmalar, ağıtlar, gözyaşları vardır’ diyorsunuz. Bence önemli olan hayatımızda bu duygulardan hangisinin ağır bastığıdır. Kaçınılmaz gerçekler olsa da bu duygulardan ne kadarı yaşamımızı etkiliyor, bu çok önemli bence. Hayatta yaşanacak ne varsa yaşıyoruz ama buna kendimiz karar veremiyoruz. Dün de biz karar veremedik bugünde.”  Ve ekliyor “eğer kararı biz kendimiz verebilseydik son yıllarda yaşadıklarımı asla yaşamak istemezdim”. Sözünü ise şöyle bitiriyor “hayatımda hak etmediğim olumsuzluklara engel olur onları yaşamazdım”.

Bir başkası “vicdanım rahat” diyor “çünkü vicdanımı rahatsız edecek bir yanılgıya düşmedim”. İnsanların kendi özünü ve geçmişini, geleceğini aramasında ve sorgulamasında şaşılacak bir şey yok. Çünkü insanlar kimlikleri ile yaşarlar. Hangi yaşta olursa olsun kendilerini ararlar, sorgularlar. Yaşamlarında olan bitenleri mantıklarıyla bütünleştirmeye çalışır, akıl süzgecinden geçirirler. Tüm bu olgular olurken güven duygusunu aramak ve o duygu ile bütünleşmek önemlidir. Kimisi bu duyguyu asla bulamaz kimisi içinse sorun olmaz.

İnsanlarda sevgi ve anlayış, sevildiğine ve sayıldığına olan inanç da önemlidir. Bu inancı aramaktan asla vazgeçmezler. Tıpkı şairin şiirin gizeminden vazgeçemediği gibi.

Yaşamımızda kadın, erkek, genç, yaşlı hiç fark etmez. İnsan olması gerektiği gibi yaşar. Bu yaşamında çevresi etken olduğu gibi ailesi ve sokak da etkendir. Aldığı eğitimin yanı sıra içinde yetiştiği kültürde önemlidir. Edindikleri ya da edinmeye çalıştıkları misyon da önemlidir. Misyonun yaşama katkısı gri görüntüyü azaltır. İnsan bir şekilde kendisini anlatmak durumundadır. Bunu yaşam hattında zaten yapar. Gri bir yaşam tarzında sıkılmak, sıradanlık, boşluk hissi hayatta gelgitler yaratır. O gelgitlere maruz kalmamak için doğru karar vermek, olan bitenleri doğru okumak, volkanlara, tsunami ve depremlere yenik düşmemek için misyonumuzu doğru yöne kanalize etmemiz çok önemlidir.

Toplumumuzun kadına bakış açısını ele alalım. Bir yandan çocuk yaşta evlenmeye zorlanan ya da evlendirilen, o yaşta sorumluluk almaya çalışan kız çocukları, diğer yandan “töre” denen orta çağ kalıntısı bir kültür anlayışı içinde gidip gelmeler. Kaburga kırmalar, yüzlerde morartılar, cinayetler. Bunun sonucunda oluşan dramlar ve sendromlar. Görücü usulü ile evlenip, hem de erken yaşta, anlaşamayan ve bir şekilde yaşamları zindan olanlar. Deyim yerinde ise bileklerine aile çevresince kelepçe vurulanlar. Ve yaşamlarını dizayn ederken istediği ile değil diğeri ile yaşamak zorunda kalanlar. Hırpalanan, ötelenen, sevme ve sevebilme ihtimalini unutanlar.

Adıyaman’da ailesi tarafından iki yıl önce zorla evlendirilen bir kız çocuğu “annemi, babamı, kardeşlerimi iki yıldır görmüyorum, çok özledim” diyerek söze başlıyor. Küçük kız, kendisini görmeye gelenlerden hangisinin “damat” olduğunu bilmeden evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini anlatıyor. Beş bine satılan çocuklardan biri o. Ya onun gibi yüzlercesi. Bu bir “köle pazarı mıdır” diye manşet atan gazete yanlış mıdır?

Bu ve benzeri yaşananlar, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanlar. Doğaldır ki insan dimağında yerlerini alacaktır, almıştır, almaktadır.

Yaşam savaşçısı olmak, güven duygusunu kaybetmemek lazım. Velev ki bir hata söz konusu, bu durumda, “kıyamet kopuyor” yerine insanların birbirlerini anlamaları, birbirlerine saygı duymaları gerekir. Kendimize ve başkalarına “vize” uygulamak doğru değildir aykırı olmak da. Yaşamı değiştirmek için başkalarını “anlama” ya çalışmak, diğer renkleri görmeye çalışmak için çok da fazla bir gayret gerekmez aslında. Yeter ki anlayışlı olalım. Düşüncelere saygı duymasını bilelim.