Yoğun
düşünceler yorgun bedeninde belirsiz bir titreşimle ağırlık yapıyor, zihninin
düşsel tozlarını damla damla akıtıyordu.
Karanlık
aydınlığa dönüşmeye başlamıştı. Tan ağartısı karanlıktan maviliğe uzanan bir
çizgiydi artık.
Umutsuzluğun
en koyusunu yaşıyordu. Dünün indirdiği ağır sille etrafı kapkaranlık bir sis
mantosuyla kaplamıştı. Gözyaşları artık akmıyordu. Ağlamaktan kızarmış göz
pınarları kurumuştu sanırsın sonsuza kadar. Öylesine hüzün doluydu şafak vakti.
Bankın
üzerinde yorgun bedeni uyuşmuştu. Hafifçe doğruldu. Oğlunun son anlarını,
sevgiyle bakan gözlerini, kurtulma ümidini kaybetmeyişini anımsadı. Yutkundu.
Bir annenin hastane bahçesinde kuşların kanatlarında çıkardığı sessiz çığlık ve
hüzün acıya dönüşmüştü.
Neden
diye sorguluyordu. Neden ilkyaz sürgünü veren topraklarda akan bunca kan, neden
bu kin? Yoketmek yaşamakla eşanlamlı olabilir mi? Bu bir varoluş mudur? Bu
nasıl bir anlayıştır? İnsan kendi olmalıdır. Kendi olmaktan, kimliğinden,
kişiliğinden koparılmış; anti-insan görüntüsü üzerine kurgulu eylem ve
etkinliklere karşı birey olmanın sorumluluğuyla hareket etmeli, düşlerini
çoğaltmalı insanlık adına.
Oğlunu
kaybetmiş bir annenin çığlığı yükseliyordu hastane bahçesinde. Yüreği olan
insanı sarsan.
Donup
kalırsınız o an.
Kıpırdayamazsınız.
Bir
delikanlı ve bir anne.
Bir
bayram günü akşamında gelen hüzün ve acı.
Yıllar
yılı unutulmayacak gerçek bir öykü. Yaşanmış, yılların gerisinde kalmış,
silinip gitmemiş. Sararmış siyah beyaz fotoğrafları her an aklınıza getirir.
Sabahın
ayazında oğlunu düşündü. Ne çok severdi çiçekleri, kuşları, böcekleri, sokak
köpeklerini, kedileri, koyunları, dağların bulutlarla kaplı doruklarını, yeşil
tarlaları.
Ne
de güzel gülümserdi.
Gözleri
bir çiçek gibi pırıl pırıldı.
Aydınlıktı
her daim.
Lakin
hayat denen şey işte böyle bir şeydi. Varlığı ve düşüncesi insani olmayan
birinin hoyrat eliyle kayıp gidiyordu bir anda. Hem de en zorlu acıları geride
bırakarak.
Bu
kör döngünün içine sıkışıp kalan insanlık, insanlar.
Dün
akşamdan bu yana ağlamaktan ne bir yudum su içmiş ne de bir lokma bir şey
yemişti. Ne susuzluğu ne de açlığını hatırlamıştı. Gecenin koyusunda yorgun
düşmüş bedeni hastane bahçesindeki bankın üzerinde sessizliğe bürünmüştü bir
süre sonra. O andan şafak vaktine kadar gözleri yorgun bedene isyan etmişti.
Düşünmüştü
sadece.
Oğlunun
geri getirmenin olanağı yoktu artık.
Büyük
oğlu Recep ve eşi yolda olmalıydılar. Az sonra gelirlerdi onlarda. Burhan ile
anca sığmışlardı taksiye. Ya da o anın karmaşasında Recep’de gelmek istemiş kim
bilir belki de taksici acele etmiş beklememişti. Hatırlamıyordu o an olanları.
Her şey bulanıktı sanırsın. Şoförün “ana”
demesiyle gözlerini açtı. Elinde dumanı tüten bir bardak çayla kesekâğıdı
torbası içindeki poğaçaları uzattı. Ana şoförün yüzüne bir an minnetle baktı.
Lakin belli etmemeye çalışarak içinde “oğlum
sende dünden buyana perişan oldun “diye geçirdi. Şoför ananın içinden
geçenleri anlamışçasına alması için ısrar edip “al ana bir yudum sıcak çay iç, bir lokma bir şey ye. Eminim ki oğlunda
bunu isterdi “dedi.
Ana
uzatılanları sessizce aldı bankın üzerine bıraktı. İçi yanıyordu. Kurumuş
dudakları ve kavrulmuş yüreğine rağmen ne bir lokma bir şey yiyebilecek dermanı
vardı ne de bir yudum bir şey içecek takadı. İçinden hiçbir şey yapmak
gelmiyordu. Şoför anayı acısıyla yalnız bırakmak istemiyordu. O kendine
emanetti çünkü. Recep ve eşi geldiğinde ancak rahatlardı. Anayı gözden
kaybetmeden görebileceği uzak bir noktaya çekildi. Sigara paketinden çıkardığı
sigarayı alelacele yaktı. Olduğu yere dizlerinin üzerine çömeldi. Sigarasından
derin bir nefes çekti.
Hastane
pencerelerinin gri dış kanatları göz alıcı bir şekilde parlıyor, gün ışığını
yansıtıyordu. Bahçenin bir kenarında akasya ağaçları ve çam ağaçları iç içe
geçmiş yeşillikleriyle bahçeyi örtüyordu. Bahçenin kuytu köşeleri özellikle yapılmış hissi veriyordu. Acısını akıtmak isteyenlerin gidecekleri
bir yerdi sanırsın. Bahçenin etrafı yabani otlarla kaplanmıştı. Kaldırımların
kenarlarında otlar fışkırıyordu. Ön kısımda yer alan geniş yerde ise hastane
araçlarıyla, ziyaretçilerin ve hasta yakınlarının araçları sıra sıra
dizilmişti. Gün yükseldikçe etrafta sesler artmaya, kalabalıklar sel
olup hastaneye akmaya başlamıştı.
İnsanoğlu
her şeyi dar bir çatlaktan sızan ışık içinde görmek yerine neden daha geniş bir
alanı tercih etmez, birey olmanın sorumluluğunu yerine getirmezdi ki. Her şeyi
dev mağaranın karanlık dehlizlerinde düşünmek yerine; dağları, güneşi,
bulutları, yıldızları, kuşları görebilecek; anlayabilecek bir açıklıkta
düşünmezdi?
İnsan
olmanın sorumluluğu bu kadar mı zordu?
Heyecan
içinde karşılıklı anlayışla bir birine insanca yaklaşmak bu kadar mı zordu?
Bu
düşüncelerle şoför az ilerde oturan anaya acıyarak; lakin içinde büyük bir
ızdırap hissederek bakıyor, baktıkça da gözleri nemleniyordu.
Yeni bir hikaye mi hocam? Allah kimseye evlat acısı vermesin:((doğur, büyüt, sonra kaybet:(( elinize sağlık...
YanıtlaSilIrvın Yalom; eş , dost, kardeş kaybı obje kaybıdır, evlat kayıbı ise proje kayıbıdır, bu nedenle acıların en büyüğüdür der. Sevmiyorum böyle hikayeleri okumayı ama yine de kaleminize sağlık.
SilHayır yeni bir hikaye değil Müjde hanım. Recep adını hatırlarsınız sanırım. Lakin yazdıklarımın tamamını buraya aktarmak istemediğimden daha önce yazılanları okuyanların anlayacağı şekilde bazı kısımları aktarıyorum sadece.
SilTeşekkürler asyayazar. Bu tür yaşanmışlıklar acıdır. Kolay değildir elbette. Lakin okumak, bilmek yeni olaylara meydan vermemek ve toplumu bilinçlendirmek bakımından önemlidir diye düşünüyorum.
YanıtlaSilEn acı kayıp evlat kaybı imiş. Asya Yazar Hanıma katılıyorum. Çünkü acısı ilk günkü tazeliğini sonsuza kadar taşırmış. Alla hiç bir anne babaya yaşatmasın. Yaşayanlara da gani gani sabır versin. Kaleminiz daim olsun Hüseyin Hocam..
YanıtlaSilAmin . Söylediklerine katılıyorum.
SilBilmek ve algılamak...
Gelecekte benzer olayların önlenmesinde önemli olacaktır.
Saygılar.