11 Şubat 2013 Pazartesi

ŞAFAĞIN ALACAKARANLIĞI



Yoğun düşünceler yorgun bedeninde belirsiz bir titreşimle ağırlık yapıyor, zihninin düşsel tozlarını damla damla akıtıyordu.
Karanlık aydınlığa dönüşmeye başlamıştı. Tan ağartısı karanlıktan maviliğe uzanan bir çizgiydi artık.
Umutsuzluğun en koyusunu yaşıyordu. Dünün indirdiği ağır sille etrafı kapkaranlık bir sis mantosuyla kaplamıştı. Gözyaşları artık akmıyordu. Ağlamaktan kızarmış göz pınarları kurumuştu sanırsın sonsuza kadar. Öylesine hüzün doluydu şafak vakti.
Bankın üzerinde yorgun bedeni uyuşmuştu. Hafifçe doğruldu. Oğlunun son anlarını, sevgiyle bakan gözlerini, kurtulma ümidini kaybetmeyişini anımsadı. Yutkundu. Bir annenin hastane bahçesinde kuşların kanatlarında çıkardığı sessiz çığlık ve hüzün acıya dönüşmüştü.
Neden diye sorguluyordu. Neden ilkyaz sürgünü veren topraklarda akan bunca kan, neden bu kin? Yoketmek yaşamakla eşanlamlı olabilir mi? Bu bir varoluş mudur? Bu nasıl bir anlayıştır? İnsan kendi olmalıdır. Kendi olmaktan, kimliğinden, kişiliğinden koparılmış; anti-insan görüntüsü üzerine kurgulu eylem ve etkinliklere karşı birey olmanın sorumluluğuyla hareket etmeli, düşlerini çoğaltmalı insanlık adına.
Oğlunu kaybetmiş bir annenin çığlığı yükseliyordu hastane bahçesinde. Yüreği olan insanı sarsan.
Donup kalırsınız o an.
Kıpırdayamazsınız.
Bir delikanlı ve bir anne.
Bir bayram günü akşamında gelen hüzün ve acı.
Yıllar yılı unutulmayacak gerçek bir öykü. Yaşanmış, yılların gerisinde kalmış, silinip gitmemiş. Sararmış siyah beyaz fotoğrafları her an aklınıza getirir.
Sabahın ayazında oğlunu düşündü. Ne çok severdi çiçekleri, kuşları, böcekleri, sokak köpeklerini, kedileri, koyunları, dağların bulutlarla kaplı doruklarını, yeşil tarlaları.
Ne de güzel gülümserdi.
Gözleri bir çiçek gibi pırıl pırıldı.
Aydınlıktı her daim.
Lakin hayat denen şey işte böyle bir şeydi. Varlığı ve düşüncesi insani olmayan birinin hoyrat eliyle kayıp gidiyordu bir anda. Hem de en zorlu acıları geride bırakarak.
Bu kör döngünün içine sıkışıp kalan insanlık, insanlar.
Dün akşamdan bu yana ağlamaktan ne bir yudum su içmiş ne de bir lokma bir şey yemişti. Ne susuzluğu ne de açlığını hatırlamıştı. Gecenin koyusunda yorgun düşmüş bedeni hastane bahçesindeki bankın üzerinde sessizliğe bürünmüştü bir süre sonra. O andan şafak vaktine kadar gözleri yorgun bedene isyan etmişti.
Düşünmüştü sadece.
Oğlunun geri getirmenin olanağı yoktu artık.
Büyük oğlu Recep ve eşi yolda olmalıydılar. Az sonra gelirlerdi onlarda. Burhan ile anca sığmışlardı taksiye. Ya da o anın karmaşasında Recep’de gelmek istemiş kim bilir belki de taksici acele etmiş beklememişti. Hatırlamıyordu o an olanları. Her şey bulanıktı sanırsın. Şoförün “ana” demesiyle gözlerini açtı. Elinde dumanı tüten bir bardak çayla kesekâğıdı torbası içindeki poğaçaları uzattı. Ana şoförün yüzüne bir an minnetle baktı. Lakin belli etmemeye çalışarak içinde “oğlum sende dünden buyana perişan oldun “diye geçirdi. Şoför ananın içinden geçenleri anlamışçasına alması için ısrar edip “al ana bir yudum sıcak çay iç, bir lokma bir şey ye. Eminim ki oğlunda bunu isterdi “dedi.
Ana uzatılanları sessizce aldı bankın üzerine bıraktı. İçi yanıyordu. Kurumuş dudakları ve kavrulmuş yüreğine rağmen ne bir lokma bir şey yiyebilecek dermanı vardı ne de bir yudum bir şey içecek takadı. İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Şoför anayı acısıyla yalnız bırakmak istemiyordu. O kendine emanetti çünkü. Recep ve eşi geldiğinde ancak rahatlardı. Anayı gözden kaybetmeden görebileceği uzak bir noktaya çekildi. Sigara paketinden çıkardığı sigarayı alelacele yaktı. Olduğu yere dizlerinin üzerine çömeldi. Sigarasından derin bir nefes çekti.
Hastane pencerelerinin gri dış kanatları göz alıcı bir şekilde parlıyor, gün ışığını yansıtıyordu. Bahçenin bir kenarında akasya ağaçları ve çam ağaçları iç içe geçmiş yeşillikleriyle bahçeyi örtüyordu. Bahçenin kuytu köşeleri  özellikle yapılmış hissi veriyordu. Acısını akıtmak isteyenlerin gidecekleri bir yerdi sanırsın. Bahçenin etrafı yabani otlarla kaplanmıştı. Kaldırımların kenarlarında otlar fışkırıyordu. Ön kısımda yer alan geniş yerde ise hastane araçlarıyla, ziyaretçilerin ve hasta yakınlarının araçları sıra sıra dizilmişti. Gün yükseldikçe etrafta sesler artmaya, kalabalıklar sel olup hastaneye akmaya başlamıştı.
İnsanoğlu her şeyi dar bir çatlaktan sızan ışık içinde görmek yerine neden daha geniş bir alanı tercih etmez, birey olmanın sorumluluğunu yerine getirmezdi ki. Her şeyi dev mağaranın karanlık dehlizlerinde düşünmek yerine; dağları, güneşi, bulutları, yıldızları, kuşları görebilecek; anlayabilecek bir açıklıkta düşünmezdi?
İnsan olmanın sorumluluğu bu kadar mı zordu?
Heyecan içinde karşılıklı anlayışla bir birine insanca yaklaşmak bu kadar mı zordu?
Bu düşüncelerle şoför az ilerde oturan anaya acıyarak; lakin içinde büyük bir ızdırap hissederek bakıyor, baktıkça da gözleri nemleniyordu.

6 yorum:

  1. Yeni bir hikaye mi hocam? Allah kimseye evlat acısı vermesin:((doğur, büyüt, sonra kaybet:(( elinize sağlık...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Irvın Yalom; eş , dost, kardeş kaybı obje kaybıdır, evlat kayıbı ise proje kayıbıdır, bu nedenle acıların en büyüğüdür der. Sevmiyorum böyle hikayeleri okumayı ama yine de kaleminize sağlık.

      Sil
    2. Hayır yeni bir hikaye değil Müjde hanım. Recep adını hatırlarsınız sanırım. Lakin yazdıklarımın tamamını buraya aktarmak istemediğimden daha önce yazılanları okuyanların anlayacağı şekilde bazı kısımları aktarıyorum sadece.

      Sil
  2. Teşekkürler asyayazar. Bu tür yaşanmışlıklar acıdır. Kolay değildir elbette. Lakin okumak, bilmek yeni olaylara meydan vermemek ve toplumu bilinçlendirmek bakımından önemlidir diye düşünüyorum.

    YanıtlaSil
  3. En acı kayıp evlat kaybı imiş. Asya Yazar Hanıma katılıyorum. Çünkü acısı ilk günkü tazeliğini sonsuza kadar taşırmış. Alla hiç bir anne babaya yaşatmasın. Yaşayanlara da gani gani sabır versin. Kaleminiz daim olsun Hüseyin Hocam..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Amin . Söylediklerine katılıyorum.
      Bilmek ve algılamak...
      Gelecekte benzer olayların önlenmesinde önemli olacaktır.
      Saygılar.

      Sil