27 Şubat 2012 Pazartesi

ÖYLE BİR İLLET Kİ!

Çocukluğumuzda, oynayacak yer bulamayıp, şimdiki apartman boşluklarında, balkonlarda, oynayan çocukların durumunda kalmaz toprakla haşir neşir olurduk. Teknolojinin varlığı uzaktı o yıllarda. Bırakın televizyonu her evde radyo bulmak bile imkânsızdı. Çocukluk bu ya büyüklerimizin “ajans” başlıyor diye radyo başlarında toplanıp can kulağı ile haberleri dinlemelerine alışmıştık. Sessizce ve merakla bizlerde dinlerdik. En favori ajans saatimiz ise öğle haberlerinin verildiği saat idi.
Kasketleri başlarında radyo başında sigaranın birini bitirip diğerini, bitmekte olan sigara ile yakmalarına şahit olurduk. Şu meret nasıl bir şeydir de bu adamlar ha bire tabakalarında çıkardıkları tütünleri ufak kâğıtlara sarıp büyük bir zevkle içiyorlar diye birbirimize sorardık.
Yaşımız biraz daha büyüyünce babalarımıza özenip, birazda büyüdüğümüzü anlatmak için bizlerde sigara sarmaya ya da o yıllarda gençlerin rağbet ettikleri “birinci” leri içmeye, dumanını savurmaya başladık. Sigara içmekle büyümüştük netekim! Adam da olmuştuk ya neyse. Birde tütün alacak parayı bulmakta zorlanmasaydık keyfimize diyecek yoktu. Ne de olsa serde gençlik vardı !
Sigara bir ayrık otu vazifesi görüyordu aslında. Küçük bir tek kök ayrık otu kısa sürede tüm bahçeyi kaplardı. Yeter ki ona bir karış toprak verilsin. Sigara da ayrıkotu gibidir. İçenin de içmeyenin de ciğerine kurum yollamayı sever. Sinsi bir yayılımla damarlara ve tüm vücuda sirayet etmeye başlar. Yavaş yavaş bir anlamda çaktırmadan yapacağını yapar. Sonrasında damar sorunu, kalp sorunu, nefes almada sorun, güç kaybı, dermansızlık ve sigaraya bağlı rahatsızlıkları keyifle izler.
Bir zamanlar bir dosta demiştim. Bırak şu illeti canına kastetmenin ne âlemi var diye? Aldırmadı. İçti içti içti. Sonrası hastaneler. Sigaraya verdiği paranın kat be kat fazlasını harcayacak belki de.
Lakin sorun şu; eski sağlığına kavuşabilecek mi? Bence hayır. Belki de kavuşur. Peh! Bir de laf ediyor. Mutsuzum diye. Vay be! Sigara adamın içine işlemiş. De gel de üzülme. Kızma bu vatandaşa.
Sigaradan dost olur mu? Ya da sigara mutluluk getirir mi? Okumuş adam. Emekli olmuş. Sigarayı bıraktı diye mutsuzum diyor.
Ne diyeyim. Sigaranın zararlarını bile bile lades ise. Ve tınmıyorsa insanlar. Bırak içsin. Pişmanlık kendisine. Sonuç; iyi etmişsin be dost. Sevindim bırakmana. Hiç olmazsa cepten gitmez. Sağlıktan da.  Hücreler kendini onarmaya başlar. Bir süre sonra balgam olayı filan. Aldırma yine de iyi ki bırakmışsın.
Şu sıralarda şikâyet ediyor. “Bir süredir göğsümde var olan ağrı ve düzensiz kalp atışının verdiği endişe var” diye. Yaşımda ilerledi, iyice duygusallaştım diye de ekliyor.
Sevgili kardeşim; yaşın daha ne ki. Yaşını sorun etme. Göğsündeki ağrıya gelince; doktor ve hastane uzak değil. Gerekli tetkikleri yaptırmalısın. Üzüntü ve stres hastalıklara davetiyedir. Uzak durmalısın. Dünyaya bir daha gelecek değilsin. Üzülmekle de neyi değiştireceksin? Olan sana olur.
Sigarayı bırakman doğru olandı yapmışsın. Lakin kullanmak doğru değildi sigarayı. Bilincinde olmadan çekiştirip durduk yıllarca. Üstünde “sağlığa zararlıdır” yazsının okuya okuya hem de. Duygusallığa kapılmak da çare değil.
Demem o ki kendine dikkat et. Geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

23 Şubat 2012 Perşembe

İNSANIN ÇARESİZ KALDIĞI AN

Uzun yıllar Germencik’te aynı okulda beraber çalıştığım, saygı duyduğum bir öğretmen arkadaşın beş altı yaşlarında ki torununun doğuştan getirdiği “Triküspid kalp kapakçığı” yetmezliği hem çocuğa hem de ailesine yıllarca büyük acı çektirdi.
Doğum sonrasında hastalığın teşhisi ile birlikte ailenin ikinci mekânı olmuştu hastaneler. Uzun yıllar doktora götürdüler çocuğu. Her gidişlerinde içlerinde yeşeren büyük umut vardı. Tedavi ilaçla devam etti. Lakin sonuçta kapakçığın değiştirilmesi için ameliyat olması gerektiği söylenmişti kendilerine. Ameliyat için de çocuğun biraz daha büyümesi gerektiği söylenmişti doktorlarca.
Hafta içinde de İzmir’de kalp kapakçığının değiştirilmesi için ameliyata alınacağını biliyordum. Çocuğun ameliyat sonrası sağlığına kavuşması ailesinin ve bizlerin en büyük dileği idi.
Dün sabah erken saatlerde telefon çaldı. Arayan onlardı. Kendi kendime “çocuk başarılı bir ameliyat geçirdi inşallah “diye düşündüm.  Eşim telefonu açtı. Birkaç dakika sonra yüzü kireç gibi olmuştu. Telefonu kapattı ve ağlamaya başladı. Ben ise soru sormadım. Anlamıştım küçük çocuğun ameliyat masasında yaşamını kaybettiğini. Gözlerim nemlendi. Yüreğim daralmaya, göğsüm sıkışmaya başladı. Koltuğun üzerine yığılıp kaldım.
Kendimize geldiğimizde ilk işimiz otobüsten yer ayırtmak oldu. Birkaç gün önce geçirdiğim bir mide problemi hala devam ediyordu benimde. O nedenle ben küçüğe son görevimi yapmak için gidemedim ama eşimi gönderdim.
Acının tarifi olmaz. Belli bir yaşa gelmiş bir çocuğun ellerimizin arasından kayıp gitmesi acıların en büyüğü. En acımasızı. Nitekim öğretmen arkadaşımın çektiği acı telefondaki sesinden belli oluyordu. Ne diyebilirdim ki kendisine. Diyecek bir tek kelime bulamıyor bu durumda insan. Acısını paylaşmaktan başka ne yapılabilir ki.
Hep umut içinde hastaneye gidip geldiler yıllarca. Gelişen teknoloji ve araştırmalar sayesinde doktorların mucizeler yarattığına inanıyordu. Onlar da bizler de.
Erken tanı, organ nakilleri, insan ömrüne ömür katıyordu. Nitekim geçen günlerde Antalya’da Uğur Acar’a başarılı bir yüz nakli ameliyatı yapılmamış mıydı? O bile umutların artmasına neden olmuştu.
Geçen ay ise aynı acıları ben yaşamıştım. Babamı yakalandığı Alzheimer hastalığı aramızdan almıştı. Babamın ölümü ile çektiğim acı ve stresin sonucu mide şikayetlerimi iyice artırmıştı benimde.
Hastayla birlikte hasta yakınları da acı ve engellerle dolu bir yaşam sürüyorlar. Düşünün, o her zaman her şeyin üstesinden gelen, bir el dokunuşu ile size güven veren babanız artık sizi tanımıyor. Alzheimer hastalığı nedeni ile beyin giderek küçülüyor, diğer bir deyişle çocukluğa dönüş gerçekleşiyor.
Hastalığın ileri safhalarında hastalığa yakalanan anneniz ya da babanız sağlıklı iken yapabildiklerini yapamaz oluyorlar. En güzel yemekleri yapan anneniz o yemekleri artık yapamıyor.  Hastalığın ileri safhalarında, giyinmeyi, yürümeyi, yemek yemeyi, tuvalete gitmeyi unutmuş bir insanla karşı karşıya kalıyorsunuz.
Sonuçta neresinden bakarsanız bakın yaşam bazen acılarla dolu olabiliyor. İçiniz parçalansa da çok sevdiğiniz bir yakınınızı kaybedebiliyorsunuz. Bu gibi durumlarda metanetli olmaktan başka yapacak şey yok maalesef. Acının tarifi olmaz. Unutulması çok zor biliyorum. İnsanların bu tür hastalıklarla mücadele için el ele vermeleri, organ bağışının yaygınlaştırılması kimi hastalara umut olacaktır.
Hastalarımıza umut olmaya devam edelim. Yaşlılarımıza sahip çıkalım. Özellikle Alzheimer hastalığı konusunda insanlarımızı bilinçlendirelim. Çünkü bu hastalık yaşlılarımızda sıklıkla görülen bir rahatsızlıktır.

22 Şubat 2012 Çarşamba

ÇIĞLIK OLUR ZAMAN

Boşuna kahretme üzme kendini
Yorulma acı dolu yüreğinle
Onları ne sen ne başkası utandıramaz
Bırak çırpınsınlar insanlıktan uzak
Onlar bugün var yarın yoklar
Ne onlar tarih yazar
Ne de tarih onları!
Yüzleri kızarmaz onların
Ne diğerini bilirler ne gülü çiçeği
Bilemezler
Çığlık olur zaman
Tüm renklerden uzaktır gözleri
Coşku ve gizem yüreklerindeki kindir
Unutma mor gölgeler yavaş yavaş
Sönecektir kibrit gibi
Ve sen
Omuzlarında sevgi yüklü dalgalarla
Sazlarla türkülerle halaylarla
İnsanlığı unutanlara döneceksin sırtını
Utançlarıyla yaşasınlar diye.

H.Güzel/ 22.02.2012

18 Şubat 2012 Cumartesi

DUR DEMENİN ZAMANIDIR

Alacakaranlıkta bir şafak vakti,
Fena yakalandım yüreğimin sesine.
Dur demenin zamanıdır artık,
Uzun zamandır kuşandığım yalnızlık duygusuna
 Ürkek bir gölgenin peşinde, mavi şafaklarda.

 H.Güzel / 18.02.2012

GİDERSİN

Bir akşam karanlığında,
Yanıp sönen  ışık seli
Biraz kar biraz ayaz
Göç eden kuşlar gibi
Er ya da geç  gider gönül bahçesinde
Ama yanılır kanadı kırık serçe misali
Bütünleşir sevda pınarı
Yanıp sönen ışıklarda
On beş milyonluk insan seli
Görebileceğin her yerde
Evleri caddeleri sokakları
Kırılır kanadı, yok olur seveni
Can acıtır sarmal bir yıldız kümesi
Sıkılırsın üzülürsün
Sonra acıdıkça canın
Sen de gitmek istersin
Ve gidersin
Küçülmüş dar sokaklarda karanlıkta
Pişman olunur mu sonrasında bilinmez.
Lakin gidersin işte
Düşünmeden sabırsızca peşi sıra
Hep böyle olmuştur çünkü
Sen ben var olduk olalı.

H.Güzel / 17.02.2012

15 Şubat 2012 Çarşamba

VİCDANSIZ


Kazansın diye babası
Seninle dost güneşle dost
Utanma duygusu yok ne senden ne benden
Dürtüleri ilkel, gülmek yok insanlık yok
Gözleri katran karası köprüde vapurda
Feodal kültür yargısız infaz tek bildiği
Ne baharı bilir ne aydınlık günü
Kaba kuvvettir beslendiği
Kor ateştir yüreği sokaklarda
Belki düş belki rüya
Sevmek sevilmek ne demek sormak gerekmez ona
Kıpırdanışı tuhaf, beklentisi demoklesin kılıcı
Ranttır isteği insanlardan farklı
Bir çığlıktır yaşamı ışıksız, korku dolu
Bulut olur umut olur kazanmaktır tek isteği
Gül kokusu gözlerden senden benden uzak.

H.Güzel / 15.02.2012

14 Şubat 2012 Salı

BACAKLARIMI SOKAKLAR ALDI



“Bacaklarımı sokaklar aldı” diye başlıyor Ulus Sobacılar Çarşısı’nın ara sokaklarında lobisi köy odalarını aratmayan bir otel odasında. Geçmişte bir kış mevsiminde sokakta iken ısınmak için ateş yakan Aşkın Aydın. Yaktığı ateş bir süre sonra paçalarını, sonra elbiselerini, sonrada bacaklarını yakıyor. Saatlerce ayazda baygın yatan Aydın’ın bacakları soğuğun etkisi ile donuyor. Kangren deyip her iki bacağını da kesiyorlar. Şu an otel odasında protez bekliyor.
O bir madde bağımlısı imiş zamanında. Çektiği balinin etkisinde olduğunu söylüyor çoğu kez. Şimdilerde madde bağımlılığından kurtulmuş. “Evlilik filan bilmiyorum” diye yanıt veriyor sorulan soruya ve ekliyor “Tek bildiğim artık kötü şeylere bulaşmayacağım. Ben uzun yıllar madde kulandım. Kimse madde bağımlısı olmasın. Bakın bu bağımlılık beni ne hale getirdi… Annemi sekiz yaşında kaybettim. Bu kayıp beni o yaşlarda sokağa itti. Caddelerde sokaklarda perişan yıllar yaşadım. Yollarda sürüklendim…”
Sokaklarda rastlarız onlara. Köprü altlarında, köşe başlarında, otobüs duraklarında. Evsizler, kimsesizler olarak bildiklerimiz, sokakların çocuklarıdır onlar. Her birinin ayrı bir hikâyesi vardır. Hüzünlüdür o hikâyeler. Sorsanız da anlatmak istemezler çoğunlukla. İçine kapanık, kıyıda köşede yaşamayı tercih ederler.
Onlar bizim insanımız. Bizden birileri onlar. Yazgıları kötüde olsa, çaresiz de olsalar, madde bağımlısı da olsalar, engelli de olsalar onlar bizim çocuklarımız. Polemiklere konu da olsalar, “tinerci” de denseler, “köprü altlarında” da yaşasalar onlara sahip çıkmalı, tedavi ettirmeliyiz. Kol kanat germeliyiz.
Onların bu duruma düşmesinde, hor görülmelerinde, ötekileştirilmelerinde hiç mi bizim suçumuz yok?
Kimisine zorla mendil sattırırız. Kimisini zorla dilendiririz. Kimisinin parasını gasp ederiz. Yalancılıkta, çıkarcılıkta, üçkâğıtçılıkta birbirimizle yarışırız.  Yarı aç yarı tok yaşamaları, onun bunun verdiği birkaç parça ekmekle karınlarını doyurmaları, geceleri ayazda soğukta sokaklarda, sıklıkla otobüs terminallerinde yatıp kalkmaları umurumuzda bile değildir. Şöyle bir bakar geçeriz onları gördüğümüzde. Düşünmeyiz ne dramlar saklıdır o yüreklerde, o gözlerde, o çaresizlikte.
Oysaki siz, ben, o, biz yani hepimiz. Bir şeyler diktik, ektik, yeşertmeye çalıştık umutla. Bugünün ve yarının yüreklerine. Çocuklarımıza umut olsun, gelecek olsun, ışık olsun; çiçekler solmasın, bahçeler kurumasın diye.
Kimimizin adı Mehmet idi, kimimizin Hasan ya da Ali ne fark eder. Biz hep vardık ve hep olacağız bir yerlerde.
Bozkırın ortasında, çölün sıcağında, ormanların gölgesinde, dağ havasının vazgeçilmezliğinde, suyun serinliğinde, toprağın doğurganlığında. Uzak köylerde, kasabalarda, şehirlerin varoşlarında, köprü altlarında, sokaklarda yaşamayı, özgürlüğü arayacağız her daim.
Belki biraz yağmur arada bir dolu çarpacak yüzümüze.
Çalıp çırpacaklar, rant elde edecekler sırtımızdan. Alın terimizden, kanımızdan, canımızdan beslenecekler. Bir yandan son model arabaları ile yanımızdan geçecekler. Çaresizliğe, yoksunluğa dönüp bakmayacaklar.
Lakin biz her daim insan olacağız. Zor yaşam koşullarında yaşasak da. Huyumuz suyumuz ne ise o. İnsanlığın alacası olduğunu bileceğiz. İyisi de var kötüsü de. Doğrusu da var eğrisi de. İyiyi seçeni de var, kötüye kananı da. Üç kuruşluk çıkarı için köprü altı çocuklarını kullananı da.
Köprü altı çocuklarına, evsizlere sahip çıkmalıyız. Güvenmeliler birilerine. Yaşama küsmemeliler. Yardım etmeliyiz onlara. Tedavi etmeli, iş vermeliyiz. Hasbelkader sokaklara itilen bu çocuklar pişmandırlar eminim yaşantılarından. Elimizi uzatalım bir kez, tutalım ellerinden. Bakın o zaman nasıl da dört elle sarılacaklar yaşama.

11 Şubat 2012 Cumartesi

ATATÜRK DEVRİMLERİ



18 Mayıs 2002 tarihinde İtalya'nın Perugia kentinin önde gelen kişilerinin oluşturduğu "Felsefe ve Tarih Kulübü" nün üyelerine ve konuklara, genç Türk işadamı Utku Oğuz "1918-1939 arası Türkiye ve Atatürk reformları" konulu bir konferans verilir. Saatlerce süren tartışma ve yorumlar ise şu ortak yargıyla sonuçlanır... "Atatürk Devrimleri bütün ülkelere uygulanabilecek evrensel bir reçetedir... Zira din ve etnik ayrım temellerine dayanmayan çağdaş devlet modeli ne kadar çok ülkede uygulanırsa, dünya o kadar daha huzur ve barış içinde bir yer olacaktır..."

Kaynak : Kim Bu Hainler (V. Savaş), Sf.87-88.

7 Şubat 2012 Salı

FUHUŞ VE DAYAK

Ağırlaşan yoksulluk ve yoksunluk zincirini bir nebze olsun gevşetmenin gayretindedirler. Bu nedenledir ülkelerinden, köylerinden kilometrelerce uzağa gitmeleri. İstemeseler de “ bu işi yapacaksın” demelerine boyun eğerler. Düşledikleri daha iyi yaşam koşullarıdır. Söylenenlere boyun eğmeleri bundandır. Geride bıraktıkları çocuklarına, yaşlılarına, hastalarına bakabilmektir terk dertleri aslında. Bir gün bu amaçla terk ederler ata yurdunu bilmedikleri diyarlara doğru.
Şanslı olanlar hastalara bakar, evleri temizler. Şanslı olmayanlar insan tacirlerinin elinde savrulurlar.
Sonrası insan onurunun elvermeyeceği koşullar. Bedenlerinin satılmasına ses çıkaramazlar. Korku bir yandan baskı diğer yandan itilirler fuhuş bataklığına insan tacirlerince. Yabancı olmaları, dil bilmemeleri duvar gibi çıkar karşılarına. Ne düşündükleri kimsenin umurunda değildir. İlgiyi çeken onların kazanacakları paradır. Onlarınsa kazanacakları para ile geride bıraktıklarına bakmaktır. Devran böyle devam eder yıllardır.
Para kazanmak, daha iyi yaşam koşullarında yaşamak niyeti ile yerini yurdunu terk edenlerin binbir türlü acıları göz pınarlarında sel olur akar. Gören olmaz. Feryatlarını işiten olmaz çoğu kez.
Yabancı kadınların sorunlarını irdelemek bir yana, yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen kadim topraklarımızda kadınların sorunları nelerdir?
Hangi sorunlar ataerkil anlayışının hâkim olduğu bu topraklarda kadınların karşısına çıkmakta, çıkarılmaktadır?
Hangi birini anlatacaksın bu sorunların?
Gazetelerin üçüncü sayfalarına bakmak kadınların yaşadıkları sorunları görmeye yetiyor da artıyor bile.
Daha dün Adapazarı’nda otuz yaşında ki “bedensel engelli” Şenay Oktar’ın maruz kaldığı insanlık dışı muameleyi okuduk o sayfalarda. Eşi ile tartışan Şenay Oktar eşi tarafından kaynar su ile haşlanır. Keserle başına ve ayaklarına vurulur. Hastaneye götürmeyip günlerce evde tutulur. Tehditlere maruz kalır. Vücudunda kırıklar, kesikler ve yanıklar olan Şenay Oktar verdiği ifadede : “ O gece esrar içtiği için çok kötüydü. Eve gelerek odalarda başka erkek aradı. Benim eve başka erkek aldığımı iddia etti. Evde kimseyi bulamayınca bana saldırdı…”
Şimdi bu duruma ne denir?
 Kadına üstelik bedensel engelli bir kadına bu yapılanlar hangi vicdana sığar?
Vicdanları kanatmaz mı bu olanlar?
İşte tam da burada insanın yüreği burkuluyor. Gözleri nemleniyor. İnsan hakları, ahlâk anlayışı, eşitlik, adalet anlayışı, kadın hakları kavramlarını düşünüyor insan. Kimi zaman insanımızca görülmek istenmeyen kavramlar, hiçe sayılan kavramlar.
Bu bir kırılma noktası değil midir?
Ve üçüncü sayfa da yer alan bir başka haber dikkatleri üzerine çekti şu günlerde.
Ne diyordu Çorum Belediye Meclisinde “Haydi Kızlar Okula” kampanyasının çalışmaları görüşülürken AKP’li il genel meclisi üyesi Erhan Ekmekçi: “Evet, kızlarımız okuyor ama bu seferde erkeklerimizi evlendirecek kız bulamıyoruz”.
Bu söyleme katılmıyorum.
Ülkemizde kadına bakış açısını gösteren bu söyleme katılmak ne kadın hakları bakımından ne de insan hakları ve eşitlik bakımından doğru değildir. Eğitim öğretim hakkından yararlanmadan tutunda çocuk sözleşmelerine kadar değişik platformlarda da onaylanmayacak bir söylemdir.
Say ki kızlarımızı okutmayalım. Bilinçlenmesinler, cahil kalsınlar.
Sonra da kocalarından dayak yesinler, işkence görsünler, kaburgaları kırılsın, yüzleri morartılsın, üstlerine kaynar su dökülsün.
Sesleri çıkmasın!
Haklarını aramasını bilmesinler!
Bu vicdanları kanatmaz mı?
Lakin ülkemizde küçük yaşta evlendirilen “çocuk gelinler” gerçeği ile kadınlara yönelik “töre, aile meclisi kararı” gibi nedenlerle yapılan şiddetin varlığı, sokak ortasında sudan sebeplerle işlenen kadın cinayetleri ile kadına bakış açımız kabul edilebilir değildir.
Derin kuyulardan gelir bir sestir işitilen.
Sesin geldiği yöne kulak kabartılır. Kısa ya da uzun bir sessizlik çöker etrafa.
O ses misal “Ben Selin” diye yükselir gök kubbeye.
Kırgın, yılgın lakin çaresiz bir sestir bu. Usulca devam eder sonrasında “bana sormadan hakkımda verdiğiniz karar doğru değil”.

3 Şubat 2012 Cuma

MAHALLENİN ŞÖVALYELERİ !

Sedir ağaçlarının yaprakları altında duran hava kızıldı; otlar ışığın rengine bürünmüştü. Uzaklarda yansıyan ışıklarda müthiş bir dinginlik ve izleyeni alıp götüren bir korlaşma vardı. Işık demeti sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze sedir yaprakları ile serinlemiş öylece kıpırtısız duruyordu. Işığın hüznü gözlerime vuruyor, akkelebekler gibi gök kubbeye doğru parıldayıp yükseliyordu.
Böylesi günde hüzünlenir insan. Kelimeler düğümlenir, sessizleşir bir süre. Hayatı düşünürsün. Varsılı, yoksulu. Arsızı, hırsızı. Erdemliyi, dürüst olanı. Sonrasında yalancıyı,  yalakayı, çıkarcıyı, üçkâğıtçıyı, goygoycuyu, ukalayı…
Her şeyi bilirim havasında ukalalar vardır. Bu zat-ı muhteremlere toplumun her kesiminde sık sık rastlanır. Rastlanır çünkü bu zatlar aşırı bir merak içinde tüm yeteneklerini ve meziyetlerini, akıllarını bir noktada toplarlar.
Çağdaş düşünce, aydınlanma kavramlarını teğet geçen, toplumun sorunlarına duyarsız olan bu ukalalar aslında yeterli düşünme kapasitesine de sahip değillerdir.
Yetersiz kapasitelerine rağmen “her şeyi” bilme ve öğretme telaşındadırlar. Mahalle ağzıyla “dedim ki dedi ki”  türü sınırlanmış kapasite ile çalışmayı pek severler. Densiz, yapışkan ve arsızdırlar.
Her olaya maydanoz olma durumunu asla kaçırmazlar. Karganın burnu misali burunları vardır.
Memur emeklisidir, çalışandır, işçi emeklisidir, bağ-kur’ludur şudur budur. Erkektir, kadındır. Kibarlığı konuşma olarak algılarlar. Aptalca davranışı onur sayarlar. Mekânları ya bir gecekondudur, ya da apartman dairesidir. Lakin alacakaranlıkla terk ettikleri evlerine gece yarısı girmek alışkanlıktır onlarda.
Mahalle yetmez bazen, mücavir alanlara uzandıkları da olur. Varsa böyle birkaç kişi mahallede alimallah koca mahallede tek bir gazete dahi satılmaz. Gazete satan bayilerde nal toplarlar.
Nerede bir olay var, nerede bir cenaze, mevlit var. Nereden bir AVM açılıyor, nerede kimler bir toplantı yapıyor, yeni bir mekân açıyor bunlardan sorulur. Kulakları camii hoparlörünü asla ıskalamaz. Mahalle aralarında ki seyyar satıcılar has dostlarıdır.
Falanca nerede çalışır, ne iş yapar, kaç para kazanır, kimlerle arkadaştır, ne kadar malı mülkü var, karısı kızı ne iş yapar, akrabaları kuzenleri kimlerdir sorsanız tek tek söylerler. Tek hata yapmadan hem de.
Lakin bu ukalaların yaşamlarına yakından bakıldığında lüp lüp konuşmalarının, bunca bildiklerinin aksine paçaları ve dirsekleri yırtıktır daima. Kıt kanaat geçinirler umurlarında olmaz.
Tam manasıyla yaptıklarından ve yaşamlarından hoşnutturlar. Gönülleri ferahtır, her gün amaçlarına ulaşmış olarak başlarını yastığa kor ve derin bir uykuya dalarlar. İhtimaldir ki rüyalarında birilerine gerekli gereksiz bir şeyler anlatmakta, karşısındakini ikna etme ve söylediklerine inandırma çabasındadırlar.
Ne dersiniz çevrenize sıkıca bir bakın, göz kulak olun mutlaka böyle birini ya da bir kaçını mutlaka göreceksiniz.
Kim bilir belki de aynı apartmanda ya da yan yana gecekonduda da yaşıyor olabilirsiniz.
Havada şiddetli bir yağmur sağanağı, su yüklü kül rengi bir bulut sedir ağaçlarının yaprakları altında duran havanın kızıllığını, otların rengini grileştirdi.  Uzaklarda yansıyan ışıklardaki dinginlik ve izleyeni alıp götüren korlaşma belleklerde kaldı.
Sık dal hevenklerinden geçerek temizlenmiş, taze sedir yaprakları ile serinlemiş öylece kıpırtısız duran ışıktan eser yoktu artık. Geride kalan bir yumak hüzündü.  Akkelebekler gibi gök kubbeye doğru parıldayıp yükselen.

YİNE GELİRSİN


Kendi rengince pembeleşir mor düşler
Körfeze bakarken Kordonbuyunda
Martılara taş atan çocuğu görürsün
Sonrasında, rüzgârla geçip giden gü,nlerde.

Yine gelirsin Kordonboyuna
Ayazda üşürken ellerim
Vurur kıyıya dalgalar
Dost bulmak, derman istemek için.



Hüseyin Güzel /  03.02.2012

1 Şubat 2012 Çarşamba

DEMOKRASİDE ANLAYIŞ FARKI...


Demokrasi nedir?
Kalıplaşmış tarifini bir yana bırakırsak başta "çağdaşlaşma" ve "aydınlanmadır". Üçüncü bin yılın ilk çeyreğinde çağdaş dünyanın ve insan haklarının, mazlumların, yoksul halkların vazgeçilmezidir.
Faşizm ve Teokrasiye giden yoldaki en büyük engeldir.
Kirli ellerine demokrasi eldivenini geçirmeye çalışanların son uğrak noktasıdır.
Çağdaşlaşmayı özümsememiş toplumlar bir çok şeyi "teğet" geçerler.
Tıpkı erdemli olmayı teğet geçmek gibi.
Tıpkı çağdaş toplumlarda yaşanan insan hakları kavramını, insana saygıyı teğet geçmek gibi.
Tıpkı bilinçsiz ve düşünemeyen bir toplum yaratmak için bilinçlenmeyi, çağdaş hukuk normlarını teğet geçmek gibi.
Gazete ve televizyonlarda yapılan değerlendirmelerin hangisine itibar edileceğine bilgi dağarcığımızla yani düşünsel birikimimizle karar veririz.
Doğru olan ile olmayanı, saptırılan ile sulandırılanı, gerçek ve faydalı olanı ayırt etmemiz bilinçli olmamıza bağlıdır.
Cahil, okumayan, soru sormayan, araştırmayan, demegojiye inanan, biat kültürünü özümsemişlerin toplumu ilgilendiren söylemlere  seslerini çıkarmaları olanaklı değildir.
Toplumda yaşananlar karşısında yaşam yine de acısı  tatlısı ile devam ediyor.
Sorunlar karşısında kimse "yemeden içmeden" kesilmiyor.
Çoğu insan olan bitenlerin farkında olmadan yaşıyor.
Farkında olanların "cılız" eleştirileri ise eleştiri seslerinin çıktığı yerden fazla uzaklaşmadan "buhar" olup yok oluyor.
Bu bağlamda, okuyan, sorgulayan, düşünen, eleştiren, geleceği konusunda kendisini ilgilendiren konularda karar veren bilinçli bir toplum mu, yoksa akıntıya kendisini bırakmış , az okuyan, sorgulamayan, araştırmayan, erkek ve baba baskısı, kadın kulluğu ile yetişmiş; çağdaş dünyayı teğet geçen, sözde demokratların izlerini yol edinen bir toplum mu geleceğimizi şekillendirecek, dünyaya yön verecek.
Zamanın cevaplayacağı en önemli soru bence bu olacaktır.
Tüm dünyada...