30 Mayıs 2024 Perşembe

KAR YAĞIYORDU YÜREĞİME--- 2


 

Köyünü daha şimdiden özlemeye başlamıştı. Radyodan yayılan türkü Özlemin sıla hasretini derinleştiriyordu. Evin duvarları arasına dalga dalga yayılan müzik sesi, hücrelerine sinmeye başlamış aklına köyünü getirmişti.

Kayınpederi büyük sayılabilecek bir arsayı da almayı ihmal etmemişti. Arsanın bir köşesine tek katlı üstü sac gecekonduyu da büyük bir meşakkatle yapmış, kira vermekten kurtulmuştu. Cemal amcanın iki yetişkin oğlu vardı. Yakup ve ağabeyi Şevket. Şevket Yakup’a göre daha çıkarcıydı. Yakup ise kendisine verilenlere itiraz etmeyen, sakin görünüşlü ve yönetilmeye aday biriydi.

Önce Şevket evlenmiş arsanın diğer köşesine yaptıkları eve taşınmıştı. Yakup’un kazancını da alırdı. Çalıştığı işyerinde her ay aldığı maaşını daha eve gelir gelmez ihtiyacım var diyerek alır bir daha da geri vermezdi. Yakup’da istemez, sesini çıkarmazdı. Oysaki kendiside evlenecekti. Para biriktirmek gibi bir düşüncesi hiç olmadı. Çalış dediler çalıştı. Kazancını getir ver dediler getirip verdi. Özlem’in eşi Yakup işte böyle biriydi.

Arsanın her iki tarafı kabaca alınmış toprakla kaplıydı. Arsa derken bildiğimiz eni boyu düzgün bir yer değildi. Şehrin dış mahallelerinde kalan bir araziydi. Arsanın az ilerisinde granit kayalar vardı. Kayalar arasında çimler ve çiçekler büyümüştü. Arsada ağaç yoktu. Kuşların getirdiği ya da düşürdüğü tohumlar kayalar arasında kök salmıştı. Zaman içerisinde de bu kökler serpilmeye başlamış arsanın kıyısı köşesi yeşermeye başlamıştı.

Etrafta da benzeri evler yapılmaya başlamıştı. İzmir’in yakın olması nedeniyle burasının kısa zamanda yerleşim yeri haline geleceğinin bilincindeydi Cemal amca. Hoş denizde pek uzak sayılmazdı aslında. Cemal amcanın büyük oğlu Şevket tutucu, despot ve dikbaşlı biriydi. Bildiğinden şaşmayan, yalnız kendi doğrularına inanan bir yapısı vardı. Ölçüsüz derecede gururluydu. Bu nedenle Yakup’u pek dikkate almaz, kazancını elinden alırdı. Cemal amca da bu duruma pek ses etmezdi. Zehra kadının ise oğlu Şevket’in sözünden çıktığı pek görülmüş şey değildi.

Bu durumda Yakup’a ses çıkarmamak ve denilenleri yapmak düşerdi, karakteri zayıftı. Geleneklere ve kurulu düzene çok önem veriyordu. Sorumsuz bir yapısı vardı. Evine elinde ekmekle gelen bir tip değildi. Özlem Çiğli’ye gelin geldiğinde bunları kısa zamanda fark etti. Lakin ilk günlerde sesini çıkarmadı, daha doğrusu çıkaramadı.

Elleri kalçasında dolaşan Zehra kadının buyruklarına yetişmeye çalışan Özlem için artık gurbet mekân olmuştu. Gurbet ve sılanın manasını içindeki hüzün tortusunun ağırlığı ile öğrenmeye başlamıştı. En sevdiği an bahçedeki soğanlar ve tereleri sularken ya da aralarındaki ayrık otlarını temizlerkenki andı. Hatta işi bitse bile oyalanıyor eve girmek istemiyordu. Çünkü orda, Zehra kadının buyruklarından uzak, rahatça düşler kurabiliyordu.

24 Mayıs 2024 Cuma

KAR YAĞIYORDU YÜREĞİME / 1


 

Yirmi yaşındaki Yakup ile on yedisindeki Özlem aile büyüklerinin ısrarı üzerine köylerinde evlenir.  Bu evlilik sonrasında Özlem yıllarca gözyaşı döker. Çünkü bir başkasını sevmektedir. Babası ise onu akrabası ile evlendirmiştir. Bu evlilikten üç çocukları dünyaya gelir.

Özlem tutumlu, ciddi ve çalışkan biridir. Yakup ise geçici işlerde çalışmakta, kimi zaman evden uzak kalmaktadır. Yakup’un olmadığı zamanlarda tüm işleri Özlem yapmaktadır. Çocuklarının ve evin tüm sorumluluğu ondadır. Bir yandan da işe girmiş Tekel işçisi olarak çalışmaktadır. Akşama kadar yorulan Özlem, akşam eve geldiğinde de dinlenme fırsatı bulamamaktadır. Bu durum yıllarca böyle devam eder.

Eşi ile arasındaki ayrımlar ve çelişkilerin bitmediğini, yıllar geçtikçe çoğaldığını söylüyor Özlem. Çocuklarına hem ana hem baba olduğunu eklemeyi de ihmal etmiyor. Son derece gururlu ve ödünsüz bir yaşamı benimseyen Özlem; kısaca hayatımın özeti bu diyor.

Ardahan’ın en büyük köylerinden birinde yaşıyorlardı. Düğünleri de köyde yapılmıştı. Eşinin babası ve kardeşleri İzmir’in Çiğli ilçesine yerleşmişti yıllar önce. Özlem’de eşi ile birlikte düğünden sonra Çiğliye taşınmıştı. Bir bakıma düğün yapılır yapılmaz Özlem’i elinden tutup İzmir’e getirmişlerdi.

Köyde okuyup büyümüştü, babası liseye göndermemişti Özlem’i. Oysa en büyük tutkusu okumaktı. Babası da yoksul sayılmazdı. Köyde yeterli geliri vardı. Kardeşlerinin en büyüğü olan özlem şehre geldiğinde sevemedi buraları. Soğuk, kasvetli bir görünüşü vardı. Ne bir tutam yeşillik ne bir ağaç. Etraf beton yığını evlerle kuşatılmıştı.

Köyünün yaylası, çayır çimeni; akşam saatlerinde damların bacalarından yayılan gri dumanlar yoktu burada. Birbirini tanıyanları, yardım edenleri, yan yana tek katlı taş binalarda hayatın kaynaşmışlığını boşuna aradı Özlem. Yabancıydı ona buralar. Alışmak kolay olmayacaktı.

Köy yaşamı bir başkaydı onun için. Umuttu, inançtı, erdemdi, bilgelikti. Uzaktan gelen bir yolcuysanız eğer, orada insanlar sizi güler yüzle karşılar, yüreğinizi ferahlatır, dinlenebileceğiniz bir köşe bulabilirdiniz orada. Lakin şehir öylemiydi ya. Ne bacalarından akşamları gri dumanlar çıkmakta, ne de sokaklarında insana huzur veren bir yaşam kımıldanışı var.

Düğün sonrası İzmir’e gidecekleri söylendi Özlem’e. Haftası olmamıştı duvağını çıkaralı. Sislerin arasından tebessüm eden güneşe baktı. Bulutlar üzülüyordu sanırsın, ona öyle geldi. Dışarısının havası kendine çekti onu. Dışarı çıktı, evlerinin yanında ağaçlara baktı kıpırdamadan uzunca bir süre. Çocukluğunun özgür günlerini geçirdiği evin taş duvarlarına elini sürdü.

Eşinin babası amcasıydı. Özlem’in gözünün yaşına bakmadı bile. Anasından, köyünden ayrılmanın gözyaşlarıdır diye düşündü. Yakup’da yanlarında bindiler otobüse. Yol uzun, meşakkatli. Erzurum, Erzincan derken Sivas’a oradan da Ankara geldiler ilkin. Yol bitmek bilmiyordu. Özlem hayatında ilk defa bu kadar uzun bir yolculuğa çıkmıştı, hem de hiç bilmediği yerlere götüren bir yolculuktu bu. Yol çizgileri İzmir otobüs terminaline girince sona erdi. Oradan da Çiğli’ye gittiler.

15 Mayıs 2024 Çarşamba

YAŞAM ATEŞİNİ ÖLÜM SÖNDÜRDÜ


 

Öğrencilerin her biri bir çiçekti Sinan için. Küçük ve çelimsiz olanlar daha bir ilgiye muhtaçtılar. Kar bir yana, yağmurlu havalarda sabah iliklerine kadar ıslanarak okula gelirlerdi. Islanmış ceketlerini üşümemeleri için çıkarttırırdı öğretmenler. Sobanın etrafına kuruması için bırakır derse dalarlardı çoğu zaman.

İçlerinden Hasan hatırladığı kadarıyla, çelimsiz ve ürkek bir çocuktu. Fakir bir ailenin umut bağladığı tek çocukları idi. Öğrenciler için okulun çok özel bir yeri vardır. Kıpır kıpır bir sevinç, yazan kalemin durdurulamaz bir heyecanı, onlar için her yer okul kokar. İyi bir yaşama kavuşma beklentisi. Onlar için bir tutku ve haklı bir gelecek özlemidir.

Çıldır Gölü’nün kıyısında gölü takip ederek gelirdi arkadaşları ile. Kimi zaman yolu kısaltmak için buz tutan gölde kestirmeden okulun yolunu tutarlardı.

Hasan kendi iç dünyasında suskun, güzel gözlü, güleç, kumral, çalışkan, ince yapılı biriydi. Temiz ama yıkana yıkana solmuş giysilerini fark etmezdiniz…

Yine o gün kar yağıyordu. Geç geldi öğrencileri.  Anlatın dedi öğretmenler.

Anlattıklarına göre sabah erkenden yola çıkmışlardı. Ayazdan korunmak için birbirlerine sokularak yürüyorlardı. Hasan rüzgârın etkisinden olacak arkalarda kalmıştı. Arkadaşlarına yetişmek için adımlarını hızlandırdığı oluyordu. Ama çok geçmedi tipi başladı. Yağan kar fırtınaya dönüşmüştü. Etraf acımasız doğa koşullarının hâkimiyeti altında idi.

Bir süre sonra Hasan’ın yanlarında olmadığını fark ettiler. Okula da iyice yaklaşmışlardı. Dönüp Hasan’ı aramakta ikirciklendiler önceleri. Sonra birbirlerinin yüzüne baktılar sessizce. Çantaları ellerinde geldikleri yöne döndüler. Bir süre sonra Hasan’ın beyaz örtü içinde yığılıp kaldığı yere ulaştılar. Hasan elinde sıkı sıkıya tuttuğu çantası ile kalakalmıştı öylece. Geç kalsalar donmuş bir Hasan’la karşılaşabilirlerdi kuşkusuz. Düşünmeden Hasan’ı kucakladılar. Hasan ise çantasını bırakmıyordu. Yarı baygın haldeydi. Güç bela götürdüler köylerine. Ne var ki hem Hasan hem de kendileri soğuktan ve tipiden oldukça etkilenmişlerdi. Gözleri yaşararak anlattılar çektikleri zorluğu.

Fakirlik bir yandan; kar ve tipi diğer yandan. Kar ve tipi günlerce dinmedi. Uzun süre okula gelmedi Hasan. Sorduğumuzda hep “hasta yatıyor” cevabını almıştık arkadaşlarından. Durmadan öksürüyor dediler Hasan için.  Anlamıştık zatürre olduğunu.

13-14 yaşlarında bir genç çocuk. Kaderine terk edilmiş topraklarda yaşam mücadelesi verdi günlerce. Kar ve tipinin dinmesini bekledi umutsuzca. Başları yere eğik, çaresizliğin “yüzlerinde şark çıbanı kadar derin izler bıraktığı” insanlar. Ve sonra sonsuzluğun son voltasının kahpece yakaladığı bir yaşam.

O yıl mazlumlara mezar arayan topraklarda kar ve tipi hiç dinmedi… Yaşam ateşini ölüm söndürdü… Ya bedenlerdeki yangını?

10 Mayıs 2024 Cuma

MEHMET AMCA 'DAN DİNLEYELİM... GENÇLİK...


 

Mehmet amca yılların ağır yükünü omuzlarında taşımış biriydi. Feleğin artılarına pek rast gelmediğini söylerdi. Kızı Zeynep’i büyütmüş, çalışmış çabalamıştı kendince. Kim bilir başka daha hangi zorlu işlerin üstesinden gelmişti, pek anlatmazdı. Nasırlı elleri ve bronzlaşmış kavruk yüzündeki derin çizgiler geçmişin tanıklığını yapıyordu.

“Gençlik nasıl bir duygu” diye sorduğunda Sinan.

“Hocam” diye başlardı, böyle hitap etmeye alışmıştı.

“Hocam, gençlik taze filiz açmış bahar dalı gibidir. Pırıl pırıl, taze ve yıpranmamış renkleriyle göz kamaştırır. Yüreğin kuş gibi hafiftir. Pek bir şey düşünmek istemezsin, sonsuza dek öyle kalacak sanırsın. Ama bahar çabuk geçer, taze yaprakların, dalların suyu çabuk çekilir, çiçekler çabuk solar. Taze olan sararır, buruşur, geriye kuru bir dal bir yaprak kalır” diye bildiğini, düşündüğünü söylerdi.

“Yani şunu mu anlamalıyız; gençliğin kıymetini bilmek lazım.”

Görmüş, geçirmiş, çalışmış, yorulmuş Mehmet amca “evet” anlamında başını sallardı.

“Tam da söylemek istediğim bu. Gençliğinin kıymetini bilmeyen bir insan, yaşlılığında tutunacak dalı hazırlamakta zorlanır. Asırlık bir çınarın kökleri nasıl ki damar damar, saçak saçak sararsa toprağı; gençlikte de gelecek için toprağı damar damar, saçak saçak işlemeli insan. Gününe, geçmişine sahip çıkmalı, geleceğine yön vermeli.”

“Peki, o halde, gençlik konusunda yerleşik düşünce nedir?”

“Hayat şartları toplumu zorluyor. Toplum artık gençliğini düşünecek vakit bulamıyor. Günü kurtarmanın peşinde. İşsizlik, topraksızlık, susuzluk insanların belini gençlikte büker oldu. Bak Recep’e genç yaşta solmaya başladı. Niye? Hayat şartları zorluyor. Gelecek kaygısı genç filizleri çabuk yıpratıyor.”

“Göç olgusu kasabada yaşanan bir gerçek. Bu konuda da işsizliğin etkili olduğu biliniyor. Genç yaşta gurbete çıkanların bir kısmı gittikleri yerlerde ya günü birlik işlerde, inşaatlar da geçici iş bulup çalışıyorlar ya da kapıcılık gibi kira, elektrik, su giderleri olmayan işlere kapağı atma peşindeler.”

“Doğru dersin Hocam. Şehirlerin varoşlarında gidenlerin gençliği kaybolup gidiyor. Onların durumu daha zor. Geri de dönme olanakları yok. Kendileri dönmek isteseler, çocukları istemiyor. Tam bir çıkmaz sokaktalar.”

Kimi kravatlıların, ütülü pantolonluların anlayamadıkları, anlayamayacakları bir olgunluktaydı Mehmet amca. Onunla konuşmak insanın ufkunu açıyor, bilincini aydınlatıyordu. Yaltaklanmak, küçültücü davranışlarda bulunmak, sıradanlığı kabul etmek saygınlığını kaybetmek, onun kabullenmeyeceği bir durumdu.

Topluma kendi bildiğini kabul ettirmeye çalışanların, dediğim dedik düşüncesinde olanların aksine insanların gelecekleri için, hayatlarının idamesi için mücadele etmeleri; gurbette de olsa, köyünde de olsa çağdaşlığa yoğunlaşmaları gerektiğine inanıyor, inanılması gerektiğini vurguluyordu.

“Değişime ve bunun sonuçlarına hazırlanmalı insan. Hayatta sorunlar da var, değişimlerde. Farklı düşüncelere tahammül etmeli insan. Sosyal yaşam artık bunu gerektiriyor. İnsanlar birbirlerini ötelememeli, yardımlaşmalı. Karanlıklara teslim olmamalı, çocuklarımıza ve gençlerimize güvenmeli, onlara saygı duymalı.”

Üzüm bağlarının hafif rüzgârda yaprak ve dalları birbirine vururken düşüncelerini aktarırdı. Konuşmalarını kendine has ve özgün anlatımıyla dinlemek insanı yormazdı. Anlatımlarından, tanık olduğu olaylardan, cumhuriyete ve Atatürk’e olan bağlılığından söz açıldığında güneş ışıklarının etkisini kaybetmekte olduğu geç fark edilirdi.

 NOT: Yıllar öncesine ait bir sohbet... SİNAN karekteri benden başkası değildir....

6 Mayıs 2024 Pazartesi

İSTANBUL'DA YAŞAM --4


 

İçlerinden emekli olanlar aldıkları üç beş kuruş emekli maaşını oğluna kızına veriyor, evin geçimine karınca kararınca katkıda bulunuyordu. Emekli olmayanlar ise boynu bükük oğlunun kızının eline bakıyordu.  Ne acı bir durumdu bu. Yıllar yılı çalış çabala yaşlılık belini bükünce bir kenarda sessizce otur. Yaşlıların ikide bir laf arasında "ah gençlik!" demelerinin altında yatan gerçek yaşlanınca kendilerine gençlikte olduğu gibi söz hakkı verilmemesiydi. Yüzlerindeki çizgilerin konuştukça derinleşmesi, başlarını önlerine eğerek iç çekişleri başka nasıl açıklanabilirdi ki.

Köylerinde, kasabalarında ve hatta kente ilk göç ettikleri yıllarda, bu kadar sıkıntı çekmediklerini söylerlerdi sıklıkla. Hele şu bir iki yıldır sıkıntılarının iyice arttığından şikâyetçiydiler. Çoğu bin bir umutla geldikleri kentte çocuklarının iş bulamadığından yakınır, ailenin geçiminin emekli maaşlarına baktığını söylerdi. Emekli maaşları da zaten yeterli değildi. Kıt kanaat geçinmelerine ancak yetiyordu. Şehirde bir yerden bir yere gidip gelmek kolay değildi. Yol parası bütçelerini zorlar duruma gelmişti. Yiyeceklerini, giysilerini mahalle pazarından alıyorlar, ucuz sebze ve meyvelere, gıdalara yöneliyorlardı. Alışveriş merkezlerine gitmek, çarşı pazar gezip zaman geçirmek onlara göre değildi. Sokak aralarında akşam pazarın dağılma saatlerinde ellerinde pazar arabaları ile pazara gidenleri görmek sıradandı. Pazardan arta kalanları ucuzca almaya alışmışlardı. Bazılarının da kirada oturan çocukları kirayı karşılayamadıkları için yanlarına taşınmış, zaten dar olan evlerinde aynı odada yatar kalkar olmuşlardı.

Her biri ayrı bir hikâyenin, ayrı bir sorunun kahramanıydılar… Hikâyelerinin ipuçları ise konuşmalarında saklıydı.

Mahallenin renkli simalarından Tokatlı memur emeklisi Recep Amcanın oğlu çoktan babasının yanında soluğu almıştı. Evin içine sığmayan eşyalar mutfak balkonuna yerleştirilmiş, rutubetten etkilenmemesi için balkon taksitle pimapenciye kapattırılmıştı. Yine de bir kısım eşya haraç mezat eskiciye satılmıştı. Bu durumu kabullenemeyen gelin ise soluğu baba evinde almış, tüm yalvarma ve çabalara rağmen açtığı dava boşanma ile sonuçlanmıştı. İki çocuğundan kız olanı kendi yanında oğlan ise babasının yanında kalmıştı. Krizin ağır yükünü Recep amca ve çocukları şimdilerde içlerine sindirmeye çalışmakla meşguller. Emekli maaşı ile geçimini sağlamaya çalışan Recep amca artık oğlu ve torununun da karnını doyurmak zorundaydı.

Evlerinde Doğalgaz sistemi ve kombi olmasına rağmen geçen kış odun yakmışlardı. Emekli diye bedava dağıtılan kömürden de alamamıştı. Recep amca bu yıl da soğuklar bastırmadan inşaatlardan el arabası ile odun kırıntısı toplamaya başlamıştı.

 Apartmanda çoktandır Recep amcanın yüzünde bir gülümsemeye tanık olan olduğunu sanmıyorum. En azından güler yüzüne alıştığımız Recep amcanın gülümseyişine son zamanlarda ben rastlamadım.

 Şu sıralar Recep amcanın evinde tam 6 nüfus emekli maaşına bakıyor.

    Zaman zaman Recep amca beni çay içmeye davet ediyor. Bu nedenle olan bitenlere yakından tanık oluyorum.

    Berat yedi sekiz yaşlarında sevimli bir çocuk. Recep amcanın torunu. Babası ise işsiz. İş arıyor ama… Kapıların yüzüne kapandığını söylüyor…

4 Mayıs 2024 Cumartesi

İSTANBUL'DA YAŞAM --- 3


 

Gürültücü çocukların canhıraş bağırışları, mahalle sakinlerinin soluk aldığı parklarda kulakları tırmalar.

Sohbetlerinde geçmişteki anıları, köylerindeki yaşamları, sıkıntıları ve dertleri eksik olmaz. Siyasal gündemi irdelemek çoğu zaman “kaderci” yaklaşımlarla yapılır.

Anadolu'nun yoksul ve ücra köşelerinden, karlı dağların vadilerinden kopup gelmişler. Mehmet, Mustafa, Ömer, Satılmış amcalar ve diğerleri. Zamanlarının büyük bölümünü parklarda geçiriyorlar. Yaşlı kadınlar, küçük torunlarına, bütün gün, anne babaları işten gelene kadar bakıyor. Onlara, bildikleri türküleri söylüyor, masallar anlatıyorlar. Çocuklar doğdukları andan itibaren aile büyüklerinin öğrettiği kültürle yetişiyorlar.

Yaşları 60'ın üstünde olan bu insanlar, toplumsal refahın ve toplum düzeninin ne denli önemli olduğu konusunda akıl ve mantık yürütüyor, karşılıklı tartışıyorlar. Parklar Hyde Park olmasa da gününü parklarda geçirenlerce bu tartışmalar içselleştirilmiş.

Zaman ve mekân değişikliklerinin yanısıra, geçen yıllar boyunca radikal değişikliklerin yaşanmasına da şahit olmuşlar. İletişim ağındaki hızlı değişim bunlardan biri. Toplumun kutuplaşması ise diğer bir değişiklik.

Parklarda sorulacak "Nerelisin?" sorusunun cevabı Erzurum, Gümüşhane, Sivas, Kastamonu, Çankırı, Diyarbakır’dır.

Kırsal kesimden kente aktıklarında yabancı oldukları bir kültür dünyası, farklı bir yaşam tarzı karşılamış onları. Taşradan kopup gelmenin yeni adı varoşlardır onlar için. Fukaralıktan kurtulmanın adıdır ilk başlarda derme çatma gecekondular!

Fukaralık bu ya, yakasını bir kaptıran bir daha kurtaramıyor. Şehirde de sıkıca yapışmış yakalarına. Ata yurdunu arar olsalar da geriye döndüklerinde ne başlarını sokacakları bir ev kalmış, ne de işleyecekleri toprak. Evleri yıkılmış, tarlaları satılmış zamanında, bir göz gecekondu için.

Bu döngüye uzun yıllar kaldığım Ankara’da ve son iki senedir de İstanbul’da şahit oldum.

Öğretmen olduğumu bildikleri için oturdukları parka gittiğimde beni her daim gülerek karşılar, "Gel hele hocam gel. Bu Dr. Ali yine 'dediğim dedik’ diyor da başka bir şey demiyor'" diye takılırlardı. Dr. Ali dedikleri Sivaslı Hacı Ali amcaydı. Zamanında köylerde elinde pense dişçilik yaptığından Dr. Ali diye çağrılır olmuştu.

Dr. Ali serzenişe itiraz eder "yok be hoca inanma bunlar ağız birliği yapıyorlar böyle. Doğruyu söyleyince işlerine gelmiyor bu ihtiyarların" diye cevabı yapıştırırdı.

Gülerek yanlarına selam verip yaklaşır "yine tartıştınız anlaşılan" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışırdım. Tel çerçeveli gözlük takan ve yakası düğmeli mavi bir gömlek giyen 75 yaşındaki Çankırılı Satılmış amca gülerek ayağa fırlar “hocam gel, bunların tartışmadığı gün mü var?” diyerek bana yer gösterirdi. İlkokuldan sonra okuyamamış olsa da asırlık çınarın bu davranışı hem içtenliğinin hem de aldığı "yâran” kültürünün bir sonucuydu.

Yıllar önce köyden kente göç etmişler. Bir kısmı yaşlılığın verdiği yorgunlukla mecburen oğlunun kızının yanına sığınmış.

2 Mayıs 2024 Perşembe

İNSANI ANLAMAK


 

 

İnsanların geleneksel yaşamı zorlu evet ama bugün insanları zorlayan güç koşullar insan yaşamını daha da zorlu hale getiriyor.

Zorlukları anlamak için insanı anlamak lazım.

İnsanı anlamak için geçmişi ve bugünü anlamak lazım.

Geçmişi ve bugünü anlamak içinse elinde doğru ve gerekli bilgi olmalı. Eğer gerekli ve doğru bilgi yoksa, gerekli ve doğru bilgiye ulaşılamıyorsa o zaman verilecek kararlarda sonuçlar daima hatalı çıkacaktır.

Peki doğru ve gerekli bilgiyi nasıl elde edeceğiz.

Bunun cevabı, geçmişi iyi anlamaktan geçer.

İnsanlar geçmişte neler yapmış, neden yapmış anlamak için çok çaba sarf etmek gerekir.

Geçmişi iyi anlamayan, geçmişte yapılan hata ve doğruları sorgulamayan insan bütüne varmak için gerekli ve doğru bilgiyi asla bir araya getiremez. Ve bunun sonucu da insanlığın bugün içinde bulunduğu zorlukların çığırını açar.

Bunu yapacağımıza, bir araya gelip sorunlara çözüm arayacağımıza, insanların gelecekte daha mutlu ve sorunsuz yaşaması için çaba sarf edeceğimize, ne yapıyoruz, oturup bilgi sahibi olmadan etrafımıza bilgi dağıtmayla uğraşıyoruz.

Ahkâm kesip ver yansın ediyoruz.

Bir bilen olup etrafımızda doğruyu bilenleri dikkate almıyoruz.

Oturup birbirimizi dinleme gereğini dahi hissetmiyoruz.

Birkaç cümle ile kendimizi anlatmaya çabalıyoruz lakin onu da yeterince beceremiyoruz.

Tek bir kitap okumadan cümleleri art arda sıralıyoruz.

Zorlukların üstesinde sadece kendimiz için gelmek istiyoruz.

Başkalarına acı veren şeyleri dikkate dahi almıyoruz.

Ve işin tuhaf olan yanı ise yaptıklarımızı normal karşılıyoruz.