30 Ağustos 2025 Cumartesi

ANADOLUDA YAŞAM


 

Anadolu toprakları yeşilliğini, orman örtüsünü yüzyılların acımasızlığına ve açgözlülüğüne kurban etmiştir Elleri nasırlı, yüzleri bronzlaşmış bozkır insanları olağanüstü çabalarla yaşamlarını sürdürmekte; yağız, mert ve yiğit gençleri zor olana omuz vermekte, başarmakta.  Kırsalın günlük yaşam tarzı, gelenek, görenek ve kültürü çok az farkla Anadolu’nun kadim yerleşimlerinde değişiklik gösterir. Anadolu toprağını bilen bilir. Anadolu insanını tanıyan tanır. Mavidir, sarıdır, ışıktır. Yeşildir, buluttur, kanattır. Türküdür, sazdır, sözdür, aşktır. Acıdır, zordur, erdemdir. Düğüm düğüm, dalga dalga insandır. Lakin dertlerini dökmez bir başkasına. Suskundur.

Bir lokma bir hırkadır istedikleri. Yaşam boyu toprakla, bağ bahçe ile sarmaş dolaş, sade ve mütevazı bir yaşamdır vazgeçemedikleri. Tutkularına, aşklarına, özlemlerine, sevgilerine vurgundurlar. Çeşmenin başında su içerken, tarlada bağda, bostanda öküzün peşinde, odunda, ırgatlıkta ararlar nafakalarını. Babalar, analar ve çocuklar kimi zaman bir köşeye çekilir, kimseye görünmeden sessizce ağlar. Belli etmeden sevgisini içinde yaşatırlar. Yaşamımızı delip geçen dipsiz avuntularla oyalanmadan damar damar isyan olur toprakta ararlar geleceğini. Gurur ve onurlarını kurtlar sofrasında bırakmazlar. Mahşer yeri de olsa, sis kaplasa da etrafı dostunu düşmanını unutmazlar.

 

28 Ağustos 2025 Perşembe

DÜRÜST VE ERDEMLİ OLMAK


 Kimi insan etkiler insanı. Efendi duruşu, konuşmaları ile. Bir de bakarsınız boşlukları, yetersizlikleri açığa çıkmış.

Yakından tanıdıkça söner, küçülür sonrasında. Anlarsınız ki acele karar vermiş, yanılmışsınız.
Bazılarının anlaşılması ise zordur. Yüreğinde taşıdığı erdem ve onur azalmaz. Onları tanıdıkça güvenirsiniz, dost bellersiniz belli etmeden.
Kimileri ise kurnazdır, çıkarcıdır. Söylenenlere alternatif getirmezler. Yalaka olduklarını anladığınızda uzaklaşırsınız.
Kısacası insan ritmi ve belli bir ölçüsü olan, dost ya da üçkağıtçı niteliği ağır basan biri olarak kurnazca kendini gösterir kimi zaman.
Yaşam bir şans, bir oyundur aslında. Yağmurun yağması, gök gürültüsü misali daha büyük yağmurlar yağar, insan gümbür gümbür senfoniler duyar içinde.
Her daim dost arar, dürüstlüktür amacı.
Elbette ki dürüst olan, erdemli olan içindir tüm bunlar.

SOSYAL MEDYA


 Artıların ve eksilerin hesabını yaparken söz dönüp dolaşıp eleştiriye ve insanın kendisiyle hesaplaşmasına geliyor. Yaşamın yanımızda taşıdığımız tek bavul olduğunu hatırlayıveriyoruz.

Sosyal medya hayatımızda kapsamlı yer tutmaya başladığında; bir yandan tanımadıklarımızı tanıyor, diğer yandan tanıdıklarımızı tanımadığımızı anlıyoruz.
Benliğimizi yeni yaşamlara uydurma harekâtı devam ediyor.
Kalanlar, terk edenlere ilgi duyuyor, gidenler ise kalanları anlatmaya koyuluyor.
Kibir ve bencillik anlayışının alabildiğine yaygın olduğu gerçeğini gördüğümüzde hayata dair anlayışımız sarsılıyor. Bu sarsıntı geleceğimizi yeniden dizayn etmemize neden oluyor.
Eleştiriyi ve sorgulamayı teğet geçenler ne kültürün gelişmesini ne de küreselleşmenin önemini anlamış değiller. Anlamadıklarını anlamış gibi algılayıp anlamadıklarının da farkında değiller.

ALGI YANILSAMASI


 nsan yaşamı için en tehlikeli güç kuşkusuz silahtır. Ancak silahtan daha tehlikeli olanı ise algılama gücüdür. Bu gücü bir kez ele geçirenler toplumsal belleğimize de yön vermeye başlarlar.

En basitinden yararlı olanı yararsız, yararsız olanı yararlı gösterebilirler. Sanal ile gerçeği karıştırmamıza neden olabilirler. Yenilgiyi başarı olarak algılamamıza neden olabilirler. Gerçeği ve doğru olanı sorgulamamızı engelleyebilirler.
Neyin doğru neyin yanlış olduğuna karar verebilirler ve dahası bizim de kabullenmemizi isteyebilirler.
İnandırdıkları şeyin peşinde koşmamıza neden olabilirler.
Algı yanılsaması öyle bir şeydir ki, yanılsamanın etkisini artırmak ve kalıcı kılmak için müthiş bir kampanya başlatırlar. O kampanyaya direnciniz yeterli gelmezse eğer, kaleminiz, sözleriniz, notalarınız, mısralarınız teslim olur.
Özgüveniniz kaybolur.

ÇANAKKALE GAZİSİ AZMAN DEDE


 Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Sorduklarımı cevapladı . Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı :

-"Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular.
Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?", içlerinden biri; "Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik.
Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı.
Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü, panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak...
Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı . O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık.
İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler.
İşte o an.
Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."
Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu. Kahveci gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı ." Dedi.
C. Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı Çanakkale adlı kitapçıktan

25 Ağustos 2025 Pazartesi

ÇOĞUMUZ YA ŞEHİT ÇOCUĞU YA GAZİ TORUNUYUZ


 

Cehalet okyanusu üzerine kümelenmiş, küçük izole bir şekilde yaşamayı marifet sayan, sayıları ve coşkuları yeterli olmayanların ne yaşadıkları bir yere faydaları var ne de ülkenin ve toplumun geleceğine. Yaptıkları tek şey dar düşünce kalıplarına kendilerini hapsetmektir. Çağdaş dünyada olan bitenlerden faydalanmadan ahkâm kesmek, kendilerini düşünce havarisi sanmaktır. Dar kalıplarına diğerlerini de sıkıştırmanın gayreti ile çalışmaktır.

Oysaki yüzyıllarca Anadolu’nun değişik coğrafyalarında koşup gelen “vatan evlatları”; Çanakkale’de, Galiçya'da, Yemen'de, Fizan çöllerinde bu vatan için toprağa düşmüşlerdi. Yan yana omuz omuza savaşmışlardı. Hiçbiri diğerini ötelememişti. Şuralısın buralısın dememişti. Bir lokma ekmeğini beraber paylaşmıştı.

Düşmanın gücüne, zemherinin en acımasızına, karakışın en zorlusuna, tipinin en çetinine, tifüsün en zalimine, çaresizliğin soğuk yüzüne beraberce direndiler. Anadolu’da nereye gidilse bir başka güzellik karşılar insanları. Şehitliklerde ki mezar taşlarında yazılı olmayan bir tek vatan köşesi yoktur. Çoğumuz ya şehit çocuğu ya gazi torunuyuz.

Bu ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük insanların bir diğerini ötelemesidir. Yandaş edinmesidir. Demokratik ortamda bir diğerinin söz söyleme, düşünce belirtme hakkının “salvolarla” yok edilmesidir. Ne yazıktır ki bu duruma şahit olmanın şaşkınlığını yaşadı insanlar çoğu kez. Kabul edilmesi doğru olmayandı bu yaklaşımlar.

 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

İKİ YOKSUL KÖY ÇOCUĞU


 

1944 senesinde Çumra tren istasyonunda , üstü başı yırtık iki yoksul köy çocuğu beklemektedir. Yanlarına bir adam gelir ve çocuklara nereye gittiklerini sorar. On yaşındaki Kemal “Konya’ya! Valiyle görüşmeye!” der.
Adam alaycı bir şekilde güler “Sizi valiyle görüştürmezler be evladım, paranıza yazık, boşa gitmeyin!” diye karşılık verir.
Kemal adamı dinlemez. Altı yaşındaki kardeşi Mehmet’in elinden tutarak istasyona yanaşan trene biner. Bir süre sonra kuşetli vagonda tam karşılarına takım elbiseli bir adam oturur. Çocuklara gülümser ve nereye gittiklerini sorar. Kemal, bu adamın da kendileriyle gülüp dalga geçeceğini düşünür. Konuşmak istemez. Adam ısrarla “Anneniz babanız yok mu evladım, trene bir başınıza binmişsiniz” deyince Kemal kızgın bir ifadeyle; “Amca! Anamız babamız öldü. Biz köy çocuğuyuz ve eğitim alırsak o zaman ‘adam’ olabiliriz. Bu yüzden Konya valisine bizi okut diye yalvarmaya gidiyoruz!”
Takım elbiseli adam ‘anladım’ dercesine başını sallar ve cebinden bir kart çıkarır. Kemal’e uzatır. “Bunu valiye göster, selamımı söyle” Kemal kartı alır, okuma yazması olmadığı için kartta ne yazdığını anlamaz. Dalgacı(!) adam ise yaklaşan istasyonda iner.
Kemal ve Mehmet Konya’da vali binasına gider. Kemal, kapıdaki görevliye valiyle görüşmek istediğini söyler. Fakat görevli çocukları başından savar. Kemal, bu kez son şansını dener ve trende tanıştığı o takım elbiseli amcanın verdiği kartı uzatır. Görevli kartı görünce şaşırır ve hemen çocukları valinin makamına çıkarır. Vali karta bakar, ciddileşir, eli telefona gider. İki görevli gelir ve çocukları İvriz’e götürür. Kemal şaşkındır o takım elbiseli adam dalga geçmemiş, verdiği kart işe yaramıştır. Bu sefer "Kim bu adam?" diye düşünmeye başlar.
Kemal ve Mehmet İvriz’e gönderilmiştir ve bu okulda yatılı olarak okur. Ve seneler sonra… Kemal seneler sonra o takım elbiseli adamla görüşür. Adam yaşlanmış, emekli olmuştur. Kemal yanına gider kendini tanıtır, yaşlı adam anımsar Kemal’i “Demek okudunuz ha?” der, gözleri dolar. 1944’te o gün trenle vilayet vilayet gezip okulları denetleyen o takım elbiseli adam tesadüfen bu iki kardeşi görmüş ve kartını vererek yardımcı olmak istemiştir. Seneler sonra bu kez Kemal kartını uzatır; üzerinde “Gazeteci-Yazar Kemal Bayram Çukurkavaklı”. yazmaktadır.
Evet, Kemal öksüz ve yetim bir köylü çocuğudur, İvriz Köy Enstitüsü’nde okumuş, gazeteci olmuş, kitaplar yazmış, ödüller almış, kendi deyimiyle ‘adam’ olmuştur. İşte köy enstitüleri bu yüzden önemliydi ve köy çocuklarının çağdaş bir eğitimle topluma karışmasına vesile oluyordu. Mamafih zararlı görülerek kapatıldı. Ha Kemal'in kartını verdiği kişi kim miydi? Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi Hasan Ali Yücel, yani trendeki o takım elbiseli adam...

19 Ağustos 2025 Salı

BİLGİ


 Bilgi öyle bir şey ki, anlamsız detaylara bile anlam verip bir anda zihni canlandırabilir.

Eğer birileri sorulan bir soruya cevap vereceğine kızıyor, anlamsız yere argo kelimeler kullanıyor ise, bilin ki o, bilmediğini gizlemek için bu yola başvuruyor.
Onlara göre "bir bilen" kendileridir.
Peki, bu durumda kimlere kızmaz o "ben bilirim" diyenler, onlara göre kızılmayacak olanlar, söylenenleri başını sallayıp onaylayan sessizce dinleyenlerdir.
Bilgi belki de, itiraz edecek bir sürü şey varken, susmak ve kendi içine hapsolmak, kendi gölgesiyle başbaşa kalmaktır.

GURUR


 Gurur sözünün halk arasında sıkça kullanıldığını herkes bilir. Lakin, hiç bir kimse bu sözü kendisine yakıştırmak istemez. Bir bakıma görmezden gelir.

Gurur kimine göre "yaygın bir kusurdur". Günlük yaşamımızda gördüğümüz onca şeyden sonra şuna inandım ki, gerçekten çok yaygın.
İnsan doğası gereği gurura eğilimli. Şu ya da bu, gerçek veya hayali bir özellik nedeniyle, kendisinden memnuniyet duymayan insan sayısı azdır.
Bir de "gösteriş" vardır. Gurur ile gösteriş arasında fark olmasına rağmen, sıklıkla aynı anlamda kullanılır.
Gurur, kendimiz ile ilgili görüşümüzün bir yansımasıdır.
Gösteriş ise, hakkımızda başkalarının ne düşünmesini istediğimizdir.
Gurur çoğu zaman insanlar arasında dayanışmaya değil, aksine uzaklaşmaya neden olur.
Geleceği yaşamak bugünün sorunudur.
Gelecek, zaman yolculuğunda her an yeniden güncellenir.
O nedenle gururu bir kenara bırakmak gerektiğine inanıyorum.

GELECEK NESİLLER İÇİN


 Yaşam ve anlayış düne göre çok değişti.

Olumlu yönde değişim, olumsuz değişim karşısında daha az diye düşünüyorum.
Yine de, elimiz kalem tutarken, gözümüz görürken, dizlerimizde derman varken, dik durmaya, doğru bildiklerimizi söylemeye, kısaca kendimiz olmaya devam etmek zorundayız.
Çocuklarımız için, torunlarımız için, gelecek nesiller için bunu yapmaya mecburuz.
Hep derim, geçmişte yoksulluk belimizi bükmüştü, lakin yine de bugünkü gibi sorunlu bir yaşam yaşamamıştık.
Okumak, gözlem yapmak, olayların ve yaşananların gidişatını takip etmek, doğru olanı söylemek zorundayız.

12 Ağustos 2025 Salı

DÜNDEN BUGÜNE DEĞİŞİM


 On binlerce yıl önce Afrika kırsalında ayağa kalkıp yürümeye başlayan insan,

aynı zamanda var olma mücadelesine de başlamıştır.
Lakin,
insanın ‘saf çağı’ dediğimiz o çağda
paylaşım esastı.
Derleyici ve toplayıcı olan insanlar bulduklarını paylaşıyorlardı.
Bu bağlamda aralarında rekabet yoktu.
Şimdi bile Afrika’nın kimi ormanlarında yaşayan yerli halklarda,
Amazon ormanlarında yaşayan toplumlarda,
Hint Okyanusunun adalarında,
modern toplumlardan uzak yaşayan kabilelerde hala bu paylaşım söz konusudur.
Adalet onlarda kendiliğinden oluşmakta, sorunlar görülmemektedir.
Modern toplumlarda,
‘ben’ merkezli anlayışın yanı sıra,
kapitalist düzenin insanın insanı yok saymaya başladığı anlayışı ne zamanki palazlandı sorunlar da o zaman başladı.
İlkel toplumlarda paylaşımlar azalmaya, toplumlar kutuplaşmaya başladığında ise sorunlar giderek hız kazandı.
Yaşananlar yeni bir şey değil.
Geçmişin külleri üzerinde yoğunlaşmakta ve zihinleri meşgul etmektedir.

HAYATTA EN ZOR OLAN ŞEYLERDEN BİR ÖRNEK VER DESELER YAŞLANMAK DERİM


 Sabahla birlikte güneş ışığı içeri sızıyordu. Bir yandan açık pencereden evin içine dolan bahar kokusu, diğer yandan göğsümün sol yanında amansız bir sızı vardı. Dalgaların kayalarda patlamasına benzer umarsız bir ağrı bir baş belası!

Bilgisayarın başında uyuyakalmışım. Uyandığımda sırtımda bir ürperti, belli ki üşümüşüm. Geceleri hala soğuk, ayaz. Uyuşan ayaklarımı uzattım açılsınlar diye. Ne zormuş. Tekrar uyuştular. Ardından vücudumun bütün ağırlığını ayaklarıma yükledim. Birkaç dakika sonra uyuşukluk hissi kalmadı. Pencerenin kenarına geldim. Perdeyi hafifçe araladım. Serçelerde bir sevinç bir sevinç ki. Gülümsedim.
Mutfakta fazla durmadım. Apartman merdivenlerini ağır aksak indim. Bahçede yeni tomurcuklanmaya başlayan çiçekler vardı. Aralarında kan rengi çiçeği ile etrafa gülümseyen Şakayık dikkati çekiyordu. Bahçe demirlerinin boyaları yenileniyordu. Gazete almak için bakkala doğru yürüdüm.
Kıştan kalan o boğucu, kirli, kül rengi görüntüler baharla birlikte yok olmaya başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar caddeyi doldurmuştu. Güneş etkisini yavaş yavaş artırıyordu. Mağaza ve bakkalların önleri, park giderek kalabalıklaştı.
Elimde gazete ile parka geldim. Bizim ihtiyarlar her zaman olduğu gibi bir araya toplanmışlardı. Aralarında sıklıkla tartışırlar, bir türlü karara varamazlardı. O zamana kadar bana söz hakkı vermeyenler (daha doğrusu ben karışmazdım), tartışan taraflardan birinin söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem için bana döner sorarlardı.
“Söylesene Hocam ben haksız mıyım?”. Karşı tarafta olan durur mu? Daha diğeri sözünü bitirmeden başlardı “Yahu Hocam sen ona bakma benim dediklerim yalan mı?” diye laf ederdi. Huylarını bildiğimden “beni karıştırmayın, siz aranızda anlaşın” der işin içinden sıyrılırdım.
Selam verdim yanlarına oturdum. Onlar konuşmalarına geri döndüler, ben de gazetemi okumaya başladım. Bazen gürültüleri dayanılmaz oluyordu. Ama parktaki çocuk seslerinden ve caddede geçen arabaların gürültüsünden pek de dikkati çekmezdi bu durum.
Az ilerde sırtı iyice kamburlaşmış, dizlerini bükmeden, bastonu ile kaldırıma yavaş yavaş vurarak parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kenarları yıpranmış bir kasket vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafta boş bir banka adeta kendini bırakırcasına oturdu.
Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yanına bıraktı. Kasketini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu il kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmıştı. Belli ki gün boyu güneşle mücadele ediyordu. Güneş boş durur mu ihtiyarın yüzünü granitleştirmişti. Yerimden kalkıp yanına gittim. Selam verip oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri artık iyice fersizleşmişti. O gözler çok şey anlatıyordu aslında. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boylu idi.
Yoksuldu ama onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yemişti ama isyankâr değildi. İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belliydi. Ama o bunu ne hisleri ile ne de duyguları ile belli etmiyordu.
Olanı biteni sessizce oturduğum yerden izledim. Tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Çocukların gürültüleri duyulmuyordu. Yalnızca uzaktan çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm. Çünkü günü kurtarmanın peşindeyiz. Çünkü korkağız. Başkalarını anlamaktan korkuyoruz. Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz Ya da görmek istemiyoruz. Farkında bile değiliz bazı şeylerin. Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı duyguların varlığı da. Çünkü yardım etme duygumuz körleşmiş. Çünkü benciliz. Varoşlarda ki yoksul yaşamının yanı sıra villaların ve apartmanların bulunduğu varsılın yaşamı hiç fark etmiyor artık. Duygu körlüğü her yerde.

8 Ağustos 2025 Cuma

ATATÜRK SORDU


 - Bu villa kimin?


- KİRKOR EFENDİ'NİN PAŞAM!


Şu Köşk?


- DİMİTRİ EFENDİ’NİN PAŞA HAZRETLERİ!


Ya şu ilerideki konak?


- SALAMON EFENDİ'NİN


ATATÜRK bu kez,


az ötedeki toprak damlı,


virane bir evin sahibini öğrenmek için sorunca,


ADANALI gazi cevap verdi:


-RECEP ÇAVUŞ'UN PAŞAM


ATATÜRK,


bu duruma biraz üzülmüş,


biraz da sinirlenmiş idi.


Yanındakilere emir verdi:



-ÇAĞIRIN ŞU RECEP ÇAVUŞ'U!


RECEP ÇAVUŞ gelince;


Bir asker selamından sonra, "EMREDİN PAŞAM" dedi. Ata, bu kez Recep Çavuş'a sormaya başladı:


-Bu villa KİRKOR Efendinin, bu köşk DİMİTRİ Efendinin, şu konak SALAMON Efendinin, o virane de senin! Bu ERMENİLER, RUMLAR, YAHUDİLER ŞU BİNALARI DİKERKEN SEN NEREDEYDİN? Recep Çavuş,yıllarca savaş meydanlarında koşturmanın verdiği gönül yorgunluğuyla cevap verdi: SİZİNLE BERABERDİM PAŞAM!TRABLUSGARP'TA, ÇANAKKALE'DE, SAKARYA'DA!......... MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, bu cevap karşısında gözyaşlarını Hem yanaklarına, Hem de yüreğinin ta derinliklerine akıtır!


............


“ Evet, RECEP ÇAVUŞ HAKLIDIR.


Trablusgarp'ta, Çanakkale'de, Sakarya'da, Dumlupınar’da TÜRK'ÜN istiklalini korumak için savaşırken Adana'da toprak damlı bir kulübe yapmaya ancak zaman bulabilmiştir. “ RECEP ÇAVUŞ, TÜRK'ÜN YALNIZ İSTİKLALİNİ DEĞİL; NAMUS VE ŞEREFİNİ DE KORUMUŞTUR. MEMLEKETİN BÜTÜN ZENGİNLİKLERİNE SAHİP OLAN AZINLIKLAR DAPARA VE MÜLKLERİNİN ÜSTÜNE YENİLERİNİ YIĞMAKLA MEŞGUL OLMUŞLARDI !.. “


Bu ülkenin 7 düvele karşı geçmişte hangi şartlarda mücadele verdiğini, bu uğurda toprağa düştüğünü, bugün kime sorsanız ya bir şehit, ya bir gazi torunu olduğunu gören gözü, işiten kulağı, okuyan gözü olan herkes bilmektedir.


Osmanlı Devletinin son günlerinde Anadolu’nun işgale başlanması ile işgalci kuvvetlere çanak tutmuş, onların işgallerini alkışlamış Türk olmayan unsurların Anadolu toprakları üzerinde yüzyıllarca rahat bir yaşam sürdüğünü de bilmeyen yoktur.


Geçmişte Anadolu insanına yaşam hakkı tanımak istemeyen ve bugünde çeşitli platformlarda ellerine geçen her fırsatta kendi çıkarları için her türlü girişimi mubah sayan devletlerin, milletimiz üzerinde oynamaya çalıştığı oyunlara karşı uyanık olmamız lâzım.


Kurtuluş savaşı sırasında göğsünü bu ülkeye ve bu Bayrağa siper etmiş olan vatan evlatları, çeşitli cephelerde düşmana karşı, soğuğa, ayaza, açlığa, tifüse, kavurucu sıcağa karşı mücadele ederken Türkiye’de bulunan Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ise yaptıkları ticaret ile zenginliklerine zenginlik katmıştır.


Son günlerde ülkemiz üzerine oynanmak istenen oyunlara karşı uyanık olmalıyız. Doğulusu ile batılısı ile kuzeylisi ve güneylisi ile bu ülke insanı Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen çöllerinde, Trablus’ta omuz omuza mücadele etmiş bu uğurda şehir olmuşlardır.

BÜYÜDÜKÇE ANLAYACAKSIN


 Bahçenin uzak köşesinde yüzünü güneşe vermiş düşünüyordu. Kuşkular ve tedirginlikler içinde kıvranıp avuçlarını kan ter içinde kalırcasına sıkarak düşünüyordu. Gözlerinin etrafı hafiften morarmıştı. Beklenmedik bir yağmurun ılık, ama serinletici damlalarına nasıl söz anlatılamazsa o da yüreğine söz anlatamıyordu. Ve kendisine uzanacak o ince narin parmakları hayal ediyordu.

Oysaki saçların rüzgârla dağılırken, sen onun içindeki acıdan habersizdin. Nasıl bir hüzün ve ızdırap içinde olduğunu hesap edemiyordun. Edemezdin de zaten. Çünkü farkında bile değildin… Farkında değildin içten içe yüreğini kuşatan, kimi zaman mutluluk, kimi zaman bir damla gözyaşı olan acı, hüzün ve mutluluğun.
Ve sen doğaldır ki sessizce yaşanan acıları, coşkuları, beklentileri ne izliyor, ne görüyor ne de biliyordun.
Uzunca bir zamanı geride bıraktığında çektiği acılar dayanılmaz olmuştu. Ne güzel bir söz söylemesini becerebilirdi, ne de sevgi sözcüklerini mırıldanabilirdi.
Sonra… Evet, sonra mektuplar geldi aklına. Kokusu, tadı, insanı alıp dağlara, kırlara götüren mektuplar. Giz dolu, sır dolu mektuplar. İnsanın içini sızlatan, yüreğini burkan, duygu seline bırakan mektuplar. Anaların oğullarına seslendiği, özlem ve gözyaşı kokan mektuplar.
Gözlerinde mutluluk ışıkları yandı söndü. Mürekkebi kâğıda iyice sinsin diye sözcükleri yavaşça ve bir sanatçının titizliğiyle oya gibi işledi mektubuna. Acı ile birlikte sevgiyi de yüreğinde hissetsin diye özenle seçti kelimeleri. İstedi ki incinmesin, kırılmasın. Acı biber yemiş gibi yüreği yansın, burkulsun. Biliyordu ki acı güzel şeydi. İnsanın içi yanardı ama bir türlü vazgeçemezdi acıdan.
Ne ki, acıyı da sevgiyi de, insanlığı da çok gördüler. Yalansız yaşamak isterdim dediğinde bile yüreğini cehaletin en onulmaz yalanları ile doldurduklarının farkında bile değildin. Oysa yıllarca kendi yalanımızın da başkalarının yalanının da yükünü taşımıştık omuzlarımızda. Bedeller ödenmişti ortaçağda da günümüzde de. Ödemeye de devam ediyorduk.
Yalan söyleyen gazetecinin, politikacının, kitapların, büyüklerin yalanları ile geleceği yakalamayı başarabilmek çok zordu. Kuşkular ve korkular bir kez yüreğine işlemişti.
Sen batıya diğeri doğuya gittiğinde yalan imparatorluğu hâkimiyetini çoktan kurmuştu. Günün birinde yıkılmaman ve yok sayılmaman için direnmen gerektiğini biliyordun. Ama direnemedin.
Şunu hiç unutma ki geleceği inşa ederken yalanlardan kurtulmanın yolu geçmişi iyi anlamaktan geçer. Kendileri gibi düşünmeyenleri, kendilerine karşı olanları temizleyebilmek ve hesaplaşabilmek için yine yalanlara ve korkulara başvuracaklardır. Hiç günahı olmayan insanlara, dağlara, ormanlara, derelere saldıracaklardır. Öfkeleri geçinceye kadar, korku imparatorluğunu kuruncaya kadar esip gürleyeceklerdir.
Oysaki ince narin parmaklarınla sen bir damlacıksın daha…

YAKLAŞMAMAK

Ben ne diyorsam doğrudur seçeneği kabul edilecek doğru bir seçenek değildir.
Karşıdakinin söylediği yaşamın gerçeklerine ters de olsa, söylemine saygı duyarsın.
Yani ötelemeden, kırıp dökmeden.
Söylediklerini dinledikten sonra, doğru olanı ona anlatır, zihnine yerleştirmesine yardımcı olursun.
Bu her zaman gerçekleşmese de geri adım atmadan doğru olanı anlatmaya devam edersin.
Yine de anlamaz kendi düşüncesinde devam ederse o zihniyetten uzaklaşır yaklaşmazsın.
Sonunda da en doğru seçeneği bulursun.
Yaklaşmamak

 

ARADA BİR DOLU ÇARPACAK YÜZÜMÜZE


Yaşam kulvarında yürünen yol haritasına bakıldığında,

yeryüzünün tüm coğrafyalarında,
birilerinin çalıp çırptığını, sırtımızdan rant elde ettiğini, alın terimizden, canımızdan beslendiğini, çaresizliğe, yoksunluğa dönüp bakmadıklarını görmek zor değil.
Lakin, biz her daim olması gereken insan olacağız. Zor ve meşakkatli yaşam koşullarında yaşasak da.
Huyumuz suyumuz ne ise o.
İnsanların alacası olduğunu da bileceğiz.
İyisinin de kötüsünün de olduğunu.
Doğrusunun da eğrisinin de var olduğunu.
İyiyi seçenin yanısıra kötüye kananın da varlığını, üç kuruşluk çıkarı için insanları kullananında olduğunu.
Yürünen yol haritasında, belki biraz yağmur arada bir dolu çarpacak yüzümüze.

İSTANBULDA YAŞAM


Sabah ve akşamları işe gidişlerde ve iş çıkışlarında insan selinden oluşan bir ordu beklenmedik bir şekilde ana arterlere yayılıyor.

Her yer hınca hınç insan dolu.
Sükunet içinde yalnız kalacağınız bir yer bulmak çok zor.
Paranın geçim aracı olduğu bir dünyanın kurbanı olanlar, ikiyüzlü modernitenin kıskacında hastalıklı bir anlayışın tanıdığıdırlar artık.
Bir çok insan zamanlarını "serseri mayınlar" misali şehrin sokaklarını amaçsızca dolaşarak, çığırtkan sokak satıcılarının, simit ve piyango satıcılarının hareketlendirdiği meydanlarda ve parklarda geçiriyorlar.
Hoş artık parkların yerini üç tarafı açık cafeler almış durumda ya.
Kalabalığı kendine çeken kimi yerlerde, birbirine dolanmış gölgesine sığınılan ağaçların dallarına konmuş, gizemli kuşlar görünür bazen.
Martılar, kırlangıçlar denizin ritüelini anlatırlar çığlıklarıyla uzaklarda
İstanbul öyle kalabalık ki, evsizler parkları, köprü altlarını, seyyar satıcılar üst geçitleri ve caddeleri ele geçirmişler.
Sabahın serinliğinde yürüyüşe çıkanların karşısına, banklarda sabahlayanların varlığı çıkar. Semt pazarlarında pazarın dağılmasına yakın sebze meyve toplayanlar, çöpleri karıştıran kağıt toplayıcıları, yardım toplayanlar dikkati çeker.
Varoşlarda zor durumda varlığını sürdürmeye çalışanların yapacakları başka bir şey de yok.
Bir şekilde hayatta kalmak zorundalar.
Devasa kentin getirdiği sorunlar insanın insana saygısını yok etmiş.
Ve İstanbul'un sorunları devam ediyor.
Dramlar, acılar devam ediyor.
Sessiz bir çığlık sanki yaşananlar.