29 Ağustos 2018 Çarşamba

BABALAR GİBİ SATTIK!



1936 dan 2005 e kadar kağıt üreten SEKA özelleştirildi, satıldı. 
Bugün gazete, dergi ve kitap basımı için ihtiyaç duyulan kağıt ithal ediliyor.
 Düne kadar tonu 750 euro iken, 900 euroya çıkmış. 
Gazete, dergi ve kitap basımının sıkıntıda olduğu haberlerde şu günlerde. 
Satarsan, üretemezsin, ihtiyacın olan kağıdı da üretenin koyduğu fiyattan almak zorunda kalırsın. 
Bir zamanlar AKP'nin maliye bakanı olan Kemal unakıtan ne demişti "babalar gibi satacağız". 
Dediklerini yapıp babalar gibi sattılar. 
Şimdi de sıkıntısını çekmek yazılı basına düştü. 
Çin kağıdı, Mısır papirüsü, Bergama parşömeni keşfetti, kullandı hiçbiri kağıdın sırrını dışarıya vermedi. Biz yerli, kamuya ait kağıt fabrikamız SEKA'yı sattık. Dövizle kağıt alıyoruz.
Mahsuni'nin söylediği gibi "bilmem söylesem mi söylemesem mi".

SÖZ SÖYLEMEK İRFAN İSTER, ANLAMAK İNSAN


"Dinlemeyi ve anlamayı bilmiyoruz" maalesef. 
"Dinlemeyi ve anlamayı "çoktan unuttuk.
Sosyal Medya dediğimiz gerçek, yazılı ve görsel basını çoktan bertaraf etmiş durumda.
Tüm dünyada bu böyle.
Teknolojinin önüne de geçmek olanaksız.
Her yetişkinin elinde ve hatta çocukların elinde akıllı telefonlar ve tabletler var.
Sabah kalktığımızda ilk yaptıklarımız arasına girmiş durumda sosyal medyaya göz atmak.
Özellikle Facebook, Twitter gibi alanlarda yazılanların bir kısmı insanı dumura uğratır şekilde, yalan yanlış, gerçekle alakası olmayan paylaşımlarla dolu.
Doğru olmadığını düşündüğünüz ve hatta bildiğiniz bir konuda yazılana müdahale edip doğrusunu yazmaya çalıştığınızda "bırakın anlamayı dinlemeyi ya okkalı bir küfürle, hakaretle karşılaşıyorsunuz ya da engelleniyorsunuz."
Fuzuli'nin dediği gibi "söz söylemek irfan ister, anlamak insan"

24 Ağustos 2018 Cuma

İNSANIN SAF ÇAĞI

On binlerce yıl önce Afrika kırsalında ayağa kalkıp yürümeye başlayan insan aynı zamanda var olma mücadelesine de başlamıştır. 
Lakin insanın ‘saf çağı’ dediğimiz o çağda paylaşım esastı. 
Derleyici ve toplayıcı olan insanlar bulduklarını paylaşıyorlardı. 
Bu bağlamda aralarında rekabet yoktu. 
Şimdi bile Afrika'nın kimi ormanlarında yaşayan yerli halk ve Amazon ormanlarında yaşayan toplumlar, Hint Okyanusunun kimi adalarında modern toplumlardan uzak yaşayan kabilelerde hala bu paylaşım söz konusudur. 
Adalet onlarda kendiliğinden oluşmakta, sorunlar görülmemektedir. 
Modern toplumlarda ‘ben’ merkezli anlayışın yanı sıra kapitalist düzenin insanın insanı yok saymaya başladığı anlayışı ne zamanki palazlandı işte var olan sorunlar o zaman başladı. 
İlkel toplumlarda ne zamanki paylaşım azalmaya, toplumlar kutuplaşmaya başladı işte tam da o andan itibaren sorunlar giderek artmaya başladı. 
Yaşananlar yeni bir şey değil. 
Geçmişin külleri üzerinde yoğunlaşmakta ve zihinleri meşgul etmektedir. 

KÜÇÜK KIZ


Adıyaman'daki ailesi tarafından 2 yıl önce zorla evlendirilen adının açıklanmasını istemeyen bir kız çocuğu;
"annemi, babamı, kardeşlerimi 2 yıldır görmüyorum, çok özledim" diyerek söze başlıyor. 
Küçük kız, kendisini görmeye gelenlerden hangisinin damat olduğunu dahi bilmeden evlendiğini, kısa sürede hamile kaldığını ve geçen yıl bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini anlatıyor....
Haber böyle...
Beş bine satılık çocuk gelinlerden biri o... 
Ya onun gibi yüzlercesi...

KUŞLAR


Hava sıcak, bunaltıcı. 
Çelik ve camdan gökdelenlerin devasa varlığı da insanı bunaltıyor, yaşamı etkiliyor.
En çok da gidecekleri yere kanat çırpan kuşları. 
Pencere kapalı. 
Şehir dışarıda kalıyor. 
Şehri kuşbakışı misali camdan seyrediyorlar. 
O sırada cama bir kuş çarpıyor. 
Boynunun kırılışını görüyorlar. 
Gözlerinin içine baka baka Usulca kayarak yere düşüp ölüyor. 
Çocuk ağlamaya başlıyor. 
Diğeri, "neden ağlıyorsun", diyor. 
Çocuk, "görmedin mi", diyor, "öldü, kuş cama çarptı ve gözlerimizin içine baka baka öldü." 
Diğeri, çocuğa bakıp, "o kuşu senin, benim tercihim öldürdü" diyor. 
Çocuk cevap vermiyor. 
Diğeri, " o camı oraya, kuşun yoluna takarken düşünecektik. Onu senin, benim tercihimiz öldürdü." diye tekrar ediyor.

12 Ağustos 2018 Pazar

SÖYLESENE HOCAM BEN HAKSIZ MIYIM !


Sabahla birlikte güneş ışığı içeri sızıyordu. Bir yandan açık pencereden evin içine dolan bahar kokusu, diğer yandan göğsümün sol yanında amansız bir sızı vardı. Dalgaların kayalarda patlamasına benzer umarsız bir ağrı bir baş belası!
Bilgisayarın başında uyuyakalmışım. Uyandığımda sırtımda bir ürperti, belli ki üşümüşüm. Geceleri hala soğuk, ayaz. Uyuşan ayaklarımı uzattım açılsınlar diye. Ne zormuş. Tekrar uyuştular. Ardından vücudumun bütün ağırlığını ayaklarıma yükledim. Birkaç dakika sonra uyuşukluk hissi kalmadı. Pencerenin kenarına geldim. Perdeyi hafifçe araladım. Serçelerde bir sevinç bir sevinç ki. Gülümsedim.
Mutfakta fazla durmadım. Apartman merdivenlerini ağır aksak indim. Bahçede yeni tomurcuklanmaya başlayan çiçekler vardı. Aralarında kan rengi çiçeği ile etrafa gülümseyen Şakayık dikkati çekiyordu. Bahçe demirlerinin boyaları yenileniyordu. Gazete almak için bakkala doğru yürüdüm.
Kıştan kalan o boğucu, kirli, kül rengi görüntüler baharla birlikte yok olmaya başlamıştı. Araba homurtuları, korna sesleri, bağırış çağırışlar caddeyi doldurmuştu. Güneş etkisini yavaş yavaş artırıyordu. Mağaza ve bakkalların önleri, park giderek kalabalıklaştı.
Elimde gazete ile parka geldim. Bizim ihtiyarlar her zaman olduğu gibi bir araya toplanmışlardı. Aralarında sıklıkla tartışırlar, bir türlü karara varamazlardı. O zamana kadar bana söz hakkı vermeyenler (daha doğrusu ben karışmazdım), tartışan taraflardan birinin söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem için bana döner sorarlardı.
“Söylesene hocam ben haksız mıyım?”. Karşı tarafta olan durur mu? Daha diğeri sözünü bitirmeden başlardı “Yahu hocam sen ona bakma benim dediklerim yalan mı?” diye laf ederdi. Huylarını bildiğimden “beni karıştırmayın, siz aranızda anlaşın” der işin içinden sıyrılırdım.
Selam verdim yanlarına oturdum. Onlar konuşmalarına geri döndüler, ben de gazetemi okumaya başladım. Bazen gürültüleri dayanılmaz oluyordu. Ama parktaki çocuk seslerinden ve caddede geçen arabaların gürültüsünden pek de dikkati çekmezdi bu durum.
Az ilerde sırtı iyice kamburlaşmış, dizlerini bükmeden, bastonu ile kaldırıma yavaş yavaş vurarak parka doğru gelen bir ihtiyar dikkatimi çekti. Başında kenarları yıpranmış bir kasket vardı. Sırtında rengi solmaya yüz tutmuş bir ceket, gömleğindeki düğmelerin bir kısmı açık, ayağında boyası ve rengi solmuş bir ayakkabı ve ütüsüz pantolonu ile yan tarafta boş bir banka adeta kendini bırakırcasına oturdu.
Ceketinin yan cebinden mendilini çıkardı. Yüzündeki teri sildi. Bastonunu yanına bıraktı. Kasketini hafifçe düzeltti. Yüzü yılların yorgunluğu ile kırışmış, derisi sertleşmişti. Çehresi güneşten yanmıştı. Belliki gün boyu güneşle mücadele ediyordu. Güneş boş durur mu ihtiyarın yüzünü granitleştirmişti. Yerimden kalkıp yanına gittim. Selam verip oturdum. Başını telaşsız kaldırıp yüzüme baktı. Gözleri artık iyice fersizleşmişti. O gözler çok şey anlatıyordu aslında. Avurtları çökmüş, sakalları iyice kırlaşmıştı. Zayıf uzun boylu idi.
Yoksuldu ama onurlu bakışları vardı. Feleğin sillesini yemişti ama isyankâr değildi. İç dünyasında bir fırtınanın koptuğu belliydi. Ama o bunu ne hisleri ile ne de duyguları ile belli etmiyordu.
Olanı biteni sessizce oturduğum yerden izledim. Tüm duygularım felce uğramıştı. Her şey susmuştu. Çocukların gürültüleri duyulmuyordu. Yalnızca uzaktan çığırtkan bir kuşun tiz sesi çınlıyordu. Başkalarının acılarına yabancıyız diye düşündüm. Çünkü günü kurtarmanın peşindeyiz. Çünkü korkağız. Başkalarını anlamaktan korkuyoruz. Korkaklık bizleri kör etti. Etrafımızda olan bitenleri görmüyoruz Ya da görmek istemiyoruz. Farkında bile değiliz bazı şeylerin. Duygularımızın, hislerimizin üzerinde bu denli değişimin olması ürkütücü. Korkakça, hastalıklı duyguların varlığı da. Çünkü yardım etme duygumuz körleşmiş. Çünkü benciliz. Varoşlarda ki yoksul yaşamının yanı sıra villaların ve apartmanların bulunduğu varsılın yaşamı hiç fark etmiyor artık. Duygu körlüğü her yerde.


8 Ağustos 2018 Çarşamba

ZEYNEP; YİRMİ YIL ÖNCE BİR KADIN OLARAK, GERÇEKLERİ GÖRMEK BENİM İÇİN ZORDU

Ulaşabildiği her yeri, her kerpici, her taşı, her ağacı, her canlıyı güzel gösteren altın sarısı akşam güneşinin ışıkları altında kasabanın meydanının etrafını saran kahvelerden birinin kapısından girip boş masalardan birine oturdum.
Kahvede yoğun okey şakırtıları ve gürültü arasında verdiğim selamı duyanların "hoş geldiniz hocam" sözleri arasında söylediğim çayı masanın üzerine koyan kahveci Muzaffer hal ve hatırımı sorduktan sonra işinin başına döndü.
Kahvenin duvarları sanırsın dün yapılmış gibi boyalıydı. İs ve duman kokusu ve lekesinin izlerini kaybetmek için bir kaç ayda bir kahvenin boya ve badanasının yapıldığını biliyordum.
Duvarları boyamakta ki amaç aslında korumaktan çok is ve duman izlerini gizlemekti.
Kahvede okey oynayanlar ve sohbet edenler arasında oturup sohbet ettiğim tanıdık biri olmayınca da kendi düşüncelerime dalıp gittim.
Ortaklar Köy enstitüsü mezunu Mehmet amcayla eşi Hatice ninenin yaşamını; kızları Zeynep'i istemese de dayısının oğluna gönülsüzce vermelerini düşündüm.
Zeynep'in içinde bulunduğu durumu anımsadım.
Yirmi yıla yakın dayısının oğluyla evli kalan, bu zaman zarfında eşinin boş vermişliği, kahve ve içki düşkünlüğü, başka kadınlarla düşüp kalkma ve kazancını buralarda harcama alışkanlığı sonucu çocuklarına hem ana hem baba olmuştu.
"Yirmi yıl önce bir kadın olarak, gerçekleri görmek benim için zordu. Geçen yıllarda eşimin alışkanlıkları, saklı birkaç gerçekle yüz yüze gelmemi sağladı" diye dert yanıyordu Zeynep. 
"Mesele" diyordu "yıllar önce anam kardeşinin oğlunun kasaba dışında kentte yaşadığını, evlenip de kente yerleştiğimizde her şeyin daha güzel olacağını inandırmıştı beni."
"Lakin eşime duyduğum saygı zamanla yok oldu. Masumiyetini kaybetmişti çünkü eşim. Bakış açımızda değişiklikler vardı. O alışkanlıklarından vazgeçmeye yanaşmıyor, evin ihtiyaçlarına ayıracağı parayı başkalarıyla yiyip içiyordu. Uzun yıllar bu şekilde yaşadım. Boşanmayı ilk başlarda hiç düşünmedim. Çevre ne der, anam babam ne der diye düşündüm, bağrıma taş bastım. Apartman temizliğine gittim, merdivenleri sildim, zenginlerin evlerini temizledim. Çocuklarımı kimseye muhtaç etmemeye çalıştım"
Zeynep'in bu anlatımları insanın yüreğini burkuyordu.
Yaşadıklarını "kader" olarak algılıyordu. Her ne kadar eşi eve bakmasa da, sorunlarla ilgilenmese de bu yaşadıklarını "kader" olarak uzun yıllar içinde taşıdı.
Yanıldığını ve yaşamın insanın kendi eliyle şekillendiğini anladığında ise aradan yirmi yıl geçmiş, kızları evlenme çağına gelmişti.
Yaşadığı acıyı anasına bir gün şu sözlerle açıklamıştı:
stemediğim bir evliliğe beni zorladınız. Geleceğime ben değil siz karar verdiniz. Hayır demedim, kaderime boyun eğdim. Başka da çare yoktu. Fakat siz bu durumu vicdanınıza nasıl sığdırdınız bilemem.
Her an dudaklarınızda acı ve buruk bir tebessümle yaşayacaksınız." 
İşten çıkmasıyla babamın işini kaybetmesi, yeterli toprağa sahip olamayışımız benim hayatımı dönülmez noktaya getirdi. Eğitimimi yarıda kesmek zorunda kaldım. Yetmedi evlendirildim. Dayımın oğlu ile evlenmemi bana sormadınız bile. Yüreğimde taşıyacağım bir hançeri bana hediye ettiniz. Ömrünüzce bu vicdan azabından kurtulamayacaksınız bunu biliyorum."
Zeynep'in gönlünde komşusunun oğlu Recep vardı. Lakin bunu kimseye anlatmadı, anlatamazdı, hiç bir zaman anlatmamak kaydıyla içine attı. 
Zeynep doğru olanı yapmıştı.
Kırsalda ya da kentte yaşayan halkların yüz yıllar boyunca kadına verdiği değer bu mu olmalıydı diye düşündüm. 
Feodal ilişkilerin yoğun olduğu dönemlerin artık geride kalması gerekmez miydi?
Kadının kendi yaşamını paylaşacağı eşini seçmesine neden müsaade edilmiyordu?
Toplumların gelişmişliği kadına verdikleri değer ile anlaşılır. Kadını zayıf gören ve hak ettiği değeri vermek istemeyenler kuşkusuz komplekslidirler. Unutulmamalıdır ki erkeğin kadına kadının da erkeğe ihtiyacı vardır.
Nasıl ki doğada güzellik aranırsa kadında da güzellik aranır. Bu güzellik sadece yüz güzelliği değildir. Akıl ve mantık güzelliğidir. Kadının varlığının olmadığı evi düşünmek bile istemem. O nedenle kadına gereken değeri ve önemi vermeli toplumumuz.
Bu duyguların yoğunluğu altında dalmış gitmişim. Kahveci Muzaffer'in "Hocam daldınız. Yeni çay demledim. İster misiniz ?" sözleriyle irkilip kendime gelene kadar.
Uzun süre uykusuz kalmışcasına gözlerimi ovaladım bir süre. Ses vermeyince uzaklaşan kahveciye Muzaffer'e;
"getir getir elbette içmez olur muyum."
Çayı içince az da olsa duygu sersemliğinden kendimi sıyırıldım.
Saate baktım. 
Vakit epey geçmişti.
Sabah kahvaltısı sonrasında evden çıkmış bir daha da uğramamıştım. 
Yaptığım "ihmalkarlık" diye hayıflandım. 
Çay parasını kahveciye verip kendimi dışarı attım.
Lakin eve gidinceye kadar da düşünce yoğunluğu yaşayacağımı biliyordum. 
Kafamın içi karma karışıktı.

Hüseyin GÜZEL