24 Aralık 2019 Salı
17 Aralık 2019 Salı
CİNSİYET EŞİTSİZLİĞİ
Facebook görsel konusunda google'yı sollamış durumda deyim yerindeyse.
Yukarıdaki fotoğrafı bir arkadaşın
sayfasındaki gönderiden aldım.
Şimdi fotoğrafa bakınca insan ne
düşünüyor acaba?
Ne düşünmeli?
Erkek egemen toplumun durumu bu maalesef.
Erkek egemen toplumun durumu bu maalesef.
Kadının adı yok.
Esemesi okunmuyor.
Dört duvar arasına sıkıştırılmaya
çalışılan bir insanın tepki vermesi kolay değil.
Saygı şart.
İnsan haklarını içselleştirmemiş
olanların anasına dahi saygısı yok.
Ya da eşine yada akrabası kadına.
Bu fotoğraf
tam bir ibretlik fotoğraf ne yazık ki.
Kadın bir
toplumun atardamarıdır oysa ki.
Kadının saygı
görmediği, önem verilmediği bir toplumda gelişme olur mu?
Geri kalmış
üçüncü dünya ülkeleri ile Kuzey ülkelerini karşılaştırın.
Hangi ülkeler
daha çok kadın haklarına önem veriyor ve hangi ülkeler daha gelişmiş durumda.
Toplumun
eğitilmesi şart.
Ve en önemlisi
insan haklarını kavrayıp benimsemesi şart.
Bu fotoğrafta
kadına suç bulan kafalar ne yazık ki etraflıca düşünmesini de bilmiyor.
Durumu yeterince
kavrayıp değerlendiremiyor demektir.
Yeniçağ Gazetesinde 17.12.2019 tarihinde
yayınlanan bir haberde ise şu bilgiler veriliyor:
"Dünya Ekonomik
Forumu'nun 2020 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi'nde Türkiye'nin durumu
dikkat çekici.
Türkiye, 153 ülke
arasında 130. sırada yer alırken,
kadınların ekonomiye katılımı ve fırsat
eşitliği kategorisinde 136'ınci,
İş gücüne katılımda
135'inci,
Aynı işe eşit ücrette
106'ıncı,
Eğitim olanaklarına
erişimde 113'üncü,
Sağlıkta 64'üncü,
Siyasi yaşamda
temsilde 109'uncu sırada yer aldı.
Bölgesel sıralamada
ise; Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki 19 ülke arasında İsrail, Birleşik
Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Tunus'un ardından 5'inci sırada yer alıyor."
6 Aralık 2019 Cuma
CEREN ÖZDEMİR
20 Yaşında hayalleri olan, geleceğe umutla bakan bir genç
kız. Ceren Özdemir.
Gözünü kırpmadan öldürmekten zevk alan bir katil tarafından
katledildi. Ülkemizde her yıl her ay, neredeyse her gün bir yerlerde kadınlara
şiddet uygulanıyor, katlediliyor.
Ceren gecenin bir saatinde yolda yürürken takibe alınıp
evinin önünde kalbinden bıçaklanarak öldürüldü.
Katilin bahanesi de yok. Ceren, ne şort giydi, ne boşanmaya
kalktı.
Katil, 3 yaşındayken dedesi tarafından yetimhaneye veriliyor. !8 yaşını tamamladığı 2002 yılında yetimhaneden ayrılıyor.
2005 yılına kadar hırsızlık ve
benzeri suçları işliyor.
2005 yılında 13 yaşında bir çocuğu
bıçaklayıp ağır yaralıyor.
Bıçaklanan çocuk 10 gün komada
kalıyor, bir dizi ameliyat sonucu yaşama geri dönüyor.
Lakin, yaşadığı travma nedeniyle
liseyi yarıda bırakıp eğitim hayatını sonlandırıyor. Katil, bu olayda 20 yıl
hapis cezasına çarptırılıyor.
Bir sure sonra, iyi hal raporu ile
açık infaz sistemine geçiriliyor. Katil burada firar edip Ceren'i katlediyor.
Üzüntümüz sonsuzdur.
Devlet bir katili açık cezaevine
almamalı.
Bireyler için tehlike oluşturan bir
caninin firar etmesi sonrasında kısa sürede yerinin tespit edilmesi ve toplumun
bilgilendirilmesi gerekirdi.
İnsanlar gece sokaklarda yürümeye korkar
hale geldi.
Kadınları katledenlere aldıkları
cezalarda iyi hal indirimi yapılmasına da son verilmesi gerekir.
Kimse kimsenin yaşam hakkını bu
şekilde elinden almamalı.
Adalet gereken caydırıcı cezaları
vermeli.
Vermeli ki bir daha bu tür olaylara
bu toplum şahit olmasın.
Ceren'e Allah'tan rahmet diliyorum
24 Kasım 2019 Pazar
YAZACAKSA DÜŞÜNEREK YAZMALI BİR İNSAN..
Derler ki "her okur kendini okur", "her yazar da
kendini yazar". Dolayısıyla insan kendini kuşatan, varlığını saran dış ve
iç dünyasını yazar. Ve onlarca yılda süregelen ayak izlerinin bıraktığı
öyküleri.
Gazetelerde ve web sitelerinde
yazılanları çizilenleri okuruz. Yazılan çizilenlere farklı görüşlere sahip
olanlar tarafından yorumlar yapılır. Kimi zaman yapılan yorumlar doğru olanı
yansıtmaz. Yapılan yorum yapanın dünya görüşünü, yaşam anlayışını empoze etmek
amaçlıdır.
Sosyal medya hesaplarında bunu yapanlara rastlamak şaşırtıcı
değil.
Bu yaklaşım okurun zihnine soru
tohumları eker, onları yanlış yönlendirip çıkmaz sokakta yalnız bırakır.
Oysa sorumluluk bilinciyle hareket
edenin görevi, toplumsal duyarlılığı göz ardı etmeden düşüncelerini dile
getirmektir. Fikir ve düşünce özgürlüğünün gereği de budur.
İnsanlara sığınak yapmak insanı nasıl
ayakta tutarsa, yazmak ve okumak da insanı ayakta tutar. Varlık sebebimiz
toplumun geleceğidir. Yazılacak her cümle düşünülerek yazılmalı.
Davranışlarımız dünyada tecrübe edilen,
davranışlara sadık olmalı; etik anlayışımız hem kendimize hem çevreye zıt
olmamalı.
Okurun yol haritasını bu davranışlar
yönlendiriyor.
Farklı coğrafyalarda yaşayan insan o
coğrafyanın şartlarına göre, fikirlerini beyan eder. Kendi anlayışına uygun
olan neyse ona göre davranır. Toplum psikolojisinin ve algı yönetiminin bir
sonucudur bu.
Buna algı yanılsaması da diyoruz.
Ancak fikir beyan ederken, yazarken
yada çizerken dönülemeyecek kırmızı çizgiler geçilmemeli. Söylencelerle
gerçekleri bir potada eritirken pek çok insanın bakıp göremediği ama kendi
içinde derinlik barındıran gerçekler okura ulaştırılmalı.
Söz söylenip yazılı doküman haline
gelmişse, velev ki doğru olan yazılmamışsa, aklıselim düşünüldüğünde, nasıl bir
hata yapıldığı görülecektir. Kapsamlı araştırmanın gereğinin yerine
getirilmediği de.
İnsan egosunda bencillik ve ben’lik
kavramları vardır. Bu kavramların baskın olup olmaması da o kişinin ters köşeye
yatıp yatmamasını etkiler.
Üstesinden gelebileceğimiz sorunlar her
daim vardır. Sorunların üstesinden gelip, toplumu rahatlatıcı önlemler alma ve
çözüm üretmekte.
Yaptığımız değerlendirmelerle sorunları
daha da içinden çıkılmaz hale getirmemeliyiz.
Toplumu kutuplaştırmak, diğerini ötekileştirmek
doğru bir yaklaşım değildir. Ortak paydada birleşmemek ve karar vermemek de.
22 Kasım 2019 Cuma
KIRILMALAR, SAVRULMALAR...
Gözlerimi açtığımda gün ışımıştı. Perdeleri açtım.
Dışarısının gürültüsü bir anda evin içine doldu. Ayazın etkili olmaya başladığı
şu günlerde, sabahın erken saatinde işe gitmenin telaşıyla yola çıkanların ve araçların
doldurduğu caddeye bir göz attım. Gökyüzünde kırlangıçlar, martılar bir o yana
bir bu yana, göklerin efendisi bizleriz dercesine kanat çırpıyordu.
Çoktandır uyumak istesem de uykum kaçıyor. Yaşanan
olayların "bu kadarı da olmaz"
dedirten durumu her insan gibi beni de rahatsız ediyor.
Yeryüzünün farklı coğrafyalarında yaşanan
kırılmalar, savrulmalar, ölümler, ötekileştirmeler hep insan odaklı.
Oysaki insan, davranışıyla, sözüyle, bakış
açısıyla, çevreye, doğaya ve diğer insanlara yaklaşımıyla değerlenir. Bence
insan, hem başkalarıyla hem de kendisiyle uyum içinde olmalı. Başkalarıyla ve
kendisiyle olan kavgasını bırakmalı.
Düşünce ve mantığın kabul ettiği kurallara göre
hareket etmeli. İnsan hakları kavramını ve adalet anlayışını kavramalı. Bulunduğu
çevrede rahat bir yaşamın varlığı buna bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, kimse
kimseden üstün değildir. Birinin sahip olduğu haklara diğerleri de sahiptir. Dolayısıyla
herkes vicdanının kabul ettiği şekilde davranmalıdır. Çünkü, vicdan kim
olduğundur. Yaşanan olumsuzluklara karşı duyarsız kalıp kalmamak da bir vicdan
meselesidir. Her daim, davranışlarımızda kendimizi yansıtırız. Hiç bir şeyi
gizlemek olanaklı değildir. Ne yapılırsa yapılsın insan davranışları
yaptıklarını eninde sonunda ele verir. Hani derler ya "vicdanlı davran" diye. Vicdan varsa varsın, yoksa
yoksun. Bireyin topluma katılmasının görülmez ana yoludur vicdan. Dolayısıyla
vicdan varsa insan vardır.
Yaşadığımız çevreyi, çevrede yaşayan insan
profilini içselleştirmeliyiz. Pişmanlığını duyacağımız hiç bir şeyi bilerek ve
isteyerek yapmamalıyız. Her türlü yalandan, kaygıdan uzak durmalıyız.
15 Kasım 2019 Cuma
ÇANAKKALE CEPHESİ VE GELİBOLU-3
18 Mart öncesi, itilaf devletlerinin boğaz
çevresine yığdığı kuvvetlerin topçu atışlarındaki amacı, Türk tabyalarını imha
etmek, tabyaların imhası sonrasında boğazdaki mayınları temizlemek, Türk
savunmasını manevi yönden çökertmekti.
25 Şubat 1915 günü sabah saatlerinde, başlayan
yoğun top atışı sonucu, Ertuğrul ve Orhaniye tabyaları toprağa gömüldü. Düşman
bombardımanı Kirte'ye kadar bataryalarımızı enkaz haline getirdi.
Ertesi gün ve daha ertesi gün müttefik devletlerin
mayın tarama gemileri boğaza girmiş, lakin istediklerini yapamadan Soğandere
seyyar bataryası tarafından bir kısmı batırılmış kalanlarda geldikleri yere
geri dönmüşlerdi.
Sonraki günlerde, Nusrat mayın gemisi eldeki son
mayınların Boğaz'a dökülmesini tamamlamıştı.
İngiliz donanmasının Boğaz'daki Türk tabyalarını
bombalaması itilaf devletlerinin Boğaz'ı rahat geçecekleri savını güçlendirdi.
Rusya'da harekete geçmişti. Yunanlılar boş durur mu, onlarında 3 tümenle savaşa
katılma isteği, Yunanistan'ın İstanbul'a girmesini istemeyen Rusya tarafından
istenmedi. 4 Mart tarihli nota ile de,
Rusya, İngiltere'den boğazları istedi.
Boğazları geçmeden İstanbul ve çevresini
aralarında pay etmeye başlamışlardı.
O sıralarda Çanakkale'ye yeni gelmiş olan Yarbay
Mustafa kemal, sevk ve idaresi ile muharebelere ağırlığını koymaya başlamıştı.
...
Anadolu'dan gelen Mehmetçikler ve İstanbullu yedek
subayların karşısında İngiliz kömür işçileri, İskoçyalılar , Avustralyalı koyun
çobanları, Kuzey Afrikalı çöl bedevileri ,Senegalliler ve Hintliler vardı. Her
iki taraf karşı karşıya gelmeden önce, müttefik devletlerinin Çanakkale'yi denizden
geçme umutlarının tükenmesi gerekiyordu.
Ve bu 18 Mart günü gerçekleşti.
Bir yandan Türk topçusunun yaptığı atışlar sonrası
İngiliz mayın tarama gemilerinin faaliyet gösterememesi, diğer yandan Nusrat mayın
gemisinin döktüğü mayınlar, müttefik devletlerin gemilerine ağır kayıplar
verdirdi.
Balkan savaşları ile sarsılan Osmanlı Devleti'ne,
Çanakkale'yi geçerek son darbeyi indirme amacında olan müttefiklerin iradesi
kırıldı.
Donanmasının büyük bir bölümünün Boğaz'ın serin
sularına gömülmesi sonrası, müttefik devletler, karadan saldırıyı denemiş, bir
çok yerde daha karaya ayak basamadan toprağa düşmüşlerdi.
İngilizler 18 Mart'tan sonra pes edip geri
çekilmemiş, Gelibolu Yarımadası'nı ele geçirip planlarını Gerçekleştirme ısrarını
sürdürmüşlerdir. Lakin, istediklerini bir türlü elde etme olanağı bulamamış,
Her hücumları Mehmetçiğin göğsünde eriyip yok olmuşlardır.
Çarpışmalar devam ederken, her iki taraf için de
büyük çaplı kayıp Anzak çıkarması sırasında yaşanmıştır. Mehmetçik,
Gelibolu Yarımadası ve Çanakkale'de yaptığı amansız savunma ile kendisinden sayı ve
mühimmatça fazla olan salıdır güçlerini darmadağın etmiştir.
Türkler Çanakkale'de bir ölüm kalım savaşı
verdiklerinin bilinci ve tevekkülü ile savaştılar. Conk Bayırı'nda 57. Alay'ın
askerleri birkaç dakika sonra öleceklerini bildikleri halde hiç tereddüt
etmeden ölen arkadaşlarının yerine geçmişlerdi. Bu alay Mustafa Kemal'in
komutasındaydı.
Çanakkale muharebelerinde sayısız kahramanlık
öyküsü yazılmakta, rütbeli veya rütbesiz askerler var güçleri ile düşmana karşı
göğüslerini siper etmekteydiler.
Bunlardan bir tanesi, Seddülbahir bölgesinde bulunan 26. Alay'dan Yahya çavuş'tu. 25 Nisan
1915 günü sabahın erken saatlerinde düşman çıkarması başlar. Çatışma esnasında
10. bölük komutanı Yüzbaşı Hüseyin Bey'in ağır yaralanıp savaş dışı kalması
sonrasında Yahya Çavuş komutayı ele alır. Yahya Çavuş, İngilizlerin bir dizi
çok kuvvetli hücumunu püskürttükten sonra bir süngü hücumu ile kuşatma
girişimlerini önlemiş, durumu kontrol altına aldıktan sonra geri kalan
askerlerini toplayarak çekilmeyi başarmıştır.
Ertuğrul Koyu çıkarmasının 2. gününde Yahya Çavuş
bacağından yaralanır. Ancak, geri çekilmeyi başarır. O gün, Yahya Çavuş'la
birlikte bölükten sadece 67 Mehmetçik geriye dönmüştür. Ezineli olan Yahya Çavuş tedavisinin tamamlanması
sonrasında cepheye geri döner. 4 Haziran 1915'te yapılan 3.Kirte
muharebelerinde bir süngü taarruzu esnasında ağır bir yara alır ve hastaneye
kaldırılır. Ancak, 5 Haziran 1915'te Eceabat'ta hastanede hayata gözlerini
yumarak şehit olur.
...
İngiliz ve Anzak askerleri, dolayısıyla müttefik
kuvvetleri, Çanakkale'ye Türklerden çok farklı bir havada gelmişlerdir. Türkler
vatanlarını savunmak için oradadırlar. Onlar ise, ülkelerinden binlerce
kilometre uzakta olan bir ülkeyi ele geçirme amacıyla oradadırlar.
Çanakkale'ye gelirken Mısır'da izin günlerinde
piramitlere tırmanmışlar,Nil kıyısında sarhoş olmuşlardır. Onlara göre
Çanakkale'yi geçmek için çok fazla bir çaba sarf etmek gerekmiyordu. Nasılsa
karşılarında Balkan Savaş'ları ve iç
siyasal çalkantılarla zayıflamış, "hasta adam" diye
nitelendirdikleri bir devlet vardı.
...
Türk tarafında ise 57 bin ölü, 97 bin yaralı, 11
bin kayıp(hemen hepsi ölmüştü) ve kalanı hasta olmak üzere 250 bine yakın
zayiat vardı.
Bu Balkan Savaşları'nda yeni çıkmış Türkler için
büyük bir zaferdi. Mağrur İngilizler için ise büyük bir yenilgi.
Türk ordusu güvenini yeniden kazandı.
Buradan çıkan subaylar Kurtuluş Savaşı'nı başarıya
götüren kadroyu oluşturdu.
Rusya'da ise ihtilal sonrası Çarlık yıkılmıştır.
...
Mustafa kemal tarih sahnesine çıkmıştır.
Seyit onbaşı 240 okkalık koca gülle ile koca
gemiyi sulara gömmüştür.
Mermiler havada çarpışmış, Türk kahramanlığını tüm
dünya bir kez daha görmüştür.
Günümüzde Çanakkale ve Gelibolu Yarımadası'nda
muharebelerin yapıldığı yerleri, anıt ve şehitlikleri, orada yaşanan dramı ve
kahramanlık ruhunu içine çekmek için her yaşta insan ziyaret etmektedir.
14 Kasım 2019 Perşembe
ÇANAKKALE CEPHESİ VE GELİBOLU-2
1914 yılı. I.Dünya Savaşı başlamış, devletler
gırtlak gırtlağa kapışmışlardı. Birbirlerini linç etme, bozuk para gibi
cephedeki askerleri harcama gayretleri son hızla devam etmekteydi. Tarihin
sayfalarında var olan binlerce kanlı savaştan ders almayan güçler yeni ve sonu
gelmez bir maceranın kapısını aralamıştı.
3 Kasım 1914'te Çanakkale'ye ilk bombardıman
yapıldı. Bu Çanakkale muharebelerinin yaklaştığının ilk işaretiydi.
Büyük bir kapışma için karşılıklı askeri önlemler
alınırken, Türk ordusunun yarısını oluşturan 21 tümen Trakya ve Boğazlarda
toplanmaktaydı.
İstanbul'u susturarak Süveyş Kanalı ve Hindistan
yolu üzerindeki Türk varlığını tamamen ortadan kaldırmak isteyen İngiltere ve
müttefikleri, Çanakkale Savaşları'na katılmak için değişik etnik ve dinsel
kökenden askerleri Mısır'da toplamaya başladı.
İngiliz ordusunda kimler yoktu ki.
İngilizler, İskoçlar, İrlandalılar, yabancı
lejyonerler, Hindistan'dan gelenler, Yahudi ve Rumlardan oluşan amele
taburları, Kuzey Afrika ve Cezayirli piyadeler, Nepalliler, Yeni Zelanda ve
Avustralyalılar (Anzak askerleri).
İngiltere, gelen istihbarat raporlarına göre artık
Osmanlı Devleti'nin tükendiğini, onlarca yıldır durmadan sürdürülen bölme,
parçalama, zayıflatma hamlelerinin sonuç verdiğini, son bir darbeyi vurmanın
zamanı geldiğini düşünmekteydi.
Yıl 1912. Balkanlar siyasi çalkantılarla kaynar
bir kazan gibi fokur fokur kaynıyordu. Osmanlı orduları, cephelerde, tarihin en
ağır ve en acı yenilgilerine, hezimete uğruyordu.
Açlık, susuzluk, hastalık kırıp geçiriyordu
insanları.
Balkanlardaki ecdat toprakları kaybedilmiş,
asırlardır Rumeli'de yaşayan binlerce Müslüman nüfus katliama maruz kalmış, pek
çoğu hunharca katledilmiş, büyük bir kısmı tüm malını mülkünü geride bırakarak
Anadolu'ya sığınmıştı. Yollarda ölüm kol geziyordu.
Bu durumda, İngilizlere göre, içinde dirlik ve
düzenin bozulduğu, siyasal çekişmelerle boğuşan bir devletin, dünyanın en güçlü
donanması olan İngiliz donanmasına ve İngiltere-Fransa ittifakının sahip olduğu
muazzam bir kuvvete direnmesi düşünülemezdi.
...
Çanakkale'nin ilk raundu Şubat 1915'te başladı.
İngiliz donanması kıyı tabyalarını yok etmek için 18 Mart'a kadar durmadan
bombardıman yaptı. Seddülbahir'deki topları yok etmek için uğraştı.
Ölüm bu topraklara dönmüştü. Günlerce süren
bombardıman ve çatışmalarda binlerce asker toprağa düşmüştü.
Muharebe alanlarının hakimiyeti topçunun elindeydi,
yüzbinlerce asker son anlarında sadece
yaklaşan top mermisinin çıkardığı sesi duymuştu.
Asırlardır "Düvel-i Muazzama" ya
karşı mücadele eden Mehmetçik, savaşın başlamasıyla, son bir gayretle silahına
davranmış, geride bıraktığı büyüklerinin elini öpüp helallik almış,
çocuklarını, yavuklusunu, baba ocağına emanet edip yollara düşmüş, Çanakkale'ye
gelmişti. Gün vatanı savunma günüydü. Gün geride bıraktıklarını kurtarma
günüydü.
13 Kasım 2019 Çarşamba
ÇANAKKALE CEPHESİ VE GELİBOLU-I
Birinci Dünya Savaşı öncesi, sanayisini
geliştirmiş ülkeler, az gelişmiş ve sömürge ülkelerde ekonomik ve siyasi
üstünlüğü ele geçirmek için kendi aralarında kıyasiye bir mücadeleye
başlamıştı.
Bu bağlamda, Almanya ile Avusturya-Macaristan
arasında "ikili ittifak" antlaşması imzalanmış, 1882'de İtalya'nın
katılması ile "üçlü ittifak" halini almıştı.
Üçlü ittifak'ın sömürge elde etme, nüfuz bölgeleri
oluşturma çabası karşısında, 1893'te Fransa ile Rusya, 1904'te Fransa ile
İngiltere, 1907'de İngiltere ve Rusya kendi aralarında anlaşmışlar, böylece
İngiltere, Fransa ve Rusya arasında "üçlü itilaf" meydana
gelmişti.
Güç odaklarının karşılıklı silahlanması devam
ederken bir yandan da siyasi anlaşmazlıklar devam ediyordu.
Geniş çaplı bir savaşın taşları döşenmeye
başlamıştı.
Nitekim, savaşın kıvılcımını ateşleyen olay, 28
Haziran 1914'de Avusturya- Macaristan veliahdı ile eşinin Saraybosna'da bir
Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi oldu.
Taraflar birbirlerine peş peşe savaş ilan ettiler.
...
Osmanlı Devleti, savaş başladığında elinde tuttuğu
bölgelerde çıkan sorunlarla uğraşıyordu.
Lakin, cepheye koşan milyonların umudu, İsviçre
sınırından Manş Denizi'ne kadar uzanan siperlere çakılıp kaldı.
....
Almanya'nın Rusya'ya savaş açmasının ertesi günü,
2 Ağustos 1914'te, İstanbul'da Osmanlı Devleti ile Almanya arasında gizli bir
ittifak antlaşması imzalanmıştı. Aynı gün Osmanlılar umumi bir seferberlik ilan
ettiler.
Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalma düşüncesi, 10
Ağustos 1914'te Akdeniz'de İngiliz donanmasından kaçan Goeben ve Breslau adlı
iki Alman kruvazörü Çanakkale Boğazı'na girerek Osmanlı Devleti'ne sığındılar.Devletin tarafsızlığı Alman gemilerinin Türk
karasularını terk etmelerini gerektiriyordu. Lakin, iki gemide Osmanlı
Devleti'nce satın alınarak meseleye çözüm getirildi.
...
Birinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken,
İtilaf devletleri, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını geçersek, Osmanlılar
savaştan çekilir, Rusya'ya destek götürülebilir ve bu sayede Almanya cephelerde
sıkıştırılabilir düşüncesindeydi.
12 Kasım 2019 Salı
MUSTAFA KEMAL'İN VERDİĞİ KURTULUŞ MÜCADELESİ
Genç yaşında Ordular Komutanlığı rütbesine
yükselen Mustafa kemal Atatürk hiç kuşkusuz 20.yüzyılın en önemli devlet
adamlarından biridir. Osmanlı İmparatorluğu, Ekim 1914'te girmemesi gereken bir
savaşa, I.Dünya Savaşı'na girmiş, aradan geçen dört yılın sonunda 30 Ekim
1918'de Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmış ve büyük
kayıplar vermiştir.
Mustafa Kemal, Mondros'un imzalanmasından kısa bir
süre sonra, 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelmiştir. İstanbul'da memleketin
içinde bulunduğu durumdan kurtulması için çalışmalar yapmış, İttihat Terakki
Partisi ve İttihat Terakki'ye tam karşıt olan Hürriyet ve İtilaf Partisi ileri
gelenleriyle, Anadolu'dan gelen komutanlarla, Trakya'dan gelen örgütlerle
görüşmüştür.
İstanbul'da devletin içinde bulunduğu durumdan
kurtulması için yeni yollar bulmak ve neler yapılabileceği konusunda çalışmalar
yapmıştır.
Yapılan değerlendirmeler sonucu, Anadolu'ya geçme
kararı alındı, işgalci güçlere karşı verilecek bağımsızlık savaşının kadrosunun
oluşturulması için çalışmalara başladı.
16 Mayıs 1919'da İstanbul'dan ayrıldı. Bağımsızlık
mücadelesini vermek için Bandırma Vapuru ile 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı.
Adriyatik kıyılarıyla Çin arasında, Hindistan yarımadasının
kuzeyi ile Rusya'nın güneyi arasında kalan uçsuz bucaksız Avrasya topraklarında
yer alan en güçlü devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'ni kurmuş ve
şekillendirmiştir.
Alev Coşkun'un yazdığı "Samsun'dan Önce Bilinmeyen 6 Ay
İşgal, Hüzün, Hazırlık" adlı kitabında Alemdar gazetesi yazarı
(Ulusal Kurtuluş Savaşı sürerken, Anadolu direnişine karşı sert yazılar
yazmıştır), gazeteci Refi Cevat Ulunay'ın Şişli'de Mustafa kemal ile görüşmesi
şöyle anlatılır.
Mustafa Kemal'in düşüncesi konusunda bir fikir vermesi
açısından, çok daha uzun olan söyleşinin kısa bir bölümünü aktaracağım.
"Çanakkale ile ilgili sorularımı bitirip not ettikten sonra
ayrılmak üzere ayağa kalktığım zaman, Mustafa Kemal 'biraz daha oturunuz,
lütfen' dedi."
"Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda:
- Soracağınız sualler bitti mi?- Bitti paşam.
-'Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır,
istiklaline (bağımsızlığına) nasıl kavuşturulur?' diye bir sual sormanızı
isterdim.
Kurtuluşu mümkün görmeyen bir gazeteci, kurtuluş ile ilgili bir
soru sorma gereğini dahi aklının ucundan geçirmiyor.
Yılgınlığı, kaybedişi kabullenmeyi, var olmayı başkalarının
boyunduruğu (mandası) altında kabullenen bir zihniyeti, verdiği amansız
mücadele ile yerle bir eden Mustafa Kemal'in büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor.
9 Kasım 2019 Cumartesi
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Mustafa Kemal
Atatürk, her an yüreklerimizde varlığını sürdürecek kadar büyüktür. Büyüklüğünü
anlamak için yok olmakta olan bir milletin nasıl ve hangi zor şartlarda
kurtarıldığına bakmak yeterlidir.
Mustafa Kemal, sadece Kurtuluş Savaşı sırasında askeri anlamda emperyalist güç odaklarına karşı verdiği müthiş mücadele ile değil; savaş sonrasında siyasi, kültürel ve ekonomik anlamda da aldığı önlemlerle ve yaptığı uygulamalarla da büyüklüğünü kanıtlamıştır.
Mustafa Kemal bir direniştir. Türk milletinin var olma mücadelesinin çelikleşmiş ifadesidir. Vefa ve namus borcumuzdur. Varlığımız, bağımsızlığımız, yarınlarımız, onurumuz, toprağı vatan yapan düşüncemiz, bilgimiz, enerjimiz, aydınlanmamız ve erdemimizdir.
Bu nedenle Mustafa Kemal’in bize sunduğu gerçek zenginliğimizin, özgür birey olma erdeminin, bağımsız ve çağa uygun yaşam tarzımızın öneminin bilincinde olmalıyız.
Bu zenginliklerimizin ve Mustafa Kemal’in milletimize
kazandırdığı kavramların, devrimlerin ve değişimlerin ayırdında olmalı onlara
sıkı sıkıya sarılmalıyız.
O’nun vurguladığı gibi; düşünce, bilgi, beden yönünden güçlü ve yüksek karakterli birey olmalıyız.
O’nun vurguladığı gibi; düşünce, bilgi, beden yönünden güçlü ve yüksek karakterli birey olmalıyız.
Emanet ettiği cumhuriyete, fikirlerine ve düşüncelerine sahip
çıkmalıyız.
O’nu yaşıyor ve yaşatıyor olmalıyız.
O’nu yaşıyor ve yaşatıyor olmalıyız.
8 Kasım 2019 Cuma
TARİHİ GERÇEKLERİ SAPTIRMA GAYRETLERİ BEYHUDE BİR ÇABADIR
Özgürlükler ve demokrasi tarihimizin neredeyse 200 yılı aşkın
bir geçmişi vardır. Bu, bir çağdaşlaşma ve anayasal hakları elde etme
tarihidir.
Peki,
tarihimizin bu yönü tam olarak biliniyor mu?
Ne yazık ki hayır!
Alternatif
tarihçiler, yakın tarihimizi altüst ediyorlar; gerçekleri saptırarak
yansıtıyorlar.
Örneklerini ve gayretlerini yazılı basından takip ediyoruz.
Ülkemizde herkes her şeyin uzmanı kesilmiş.
Kimi sivri zekalılar tarihi olayların ele alındığı yerli ve
yabancı arşivleri tam olarak ve tarafsızca tarayıp görüş belirteceklerine,
tarihi olayları saptırmanın gayretindeler.
Bir örnek vermek gerekirse, yüz yıl önce yaşanan 31 Mart gerici
ayaklanmasını, basit, sıradan bir olay olarak değerlendiriyorlar. Bu gerici
kalkışmaya son veren "Hareket Ordusu"nu küçümseyen, aşağılayan yorumlarda bulunuyorlar...
Oysa hiçbir tarihi olay, oluştuğu koşullar bir kenara itilerek
irdelenemez. Böylesi bir yaklaşımla yapılan çözümlemelerin ayakları havada
kalır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)