30 Eylül 2024 Pazartesi

UMUDA VE CESARETE İHTİYACIMIZ VAR


Eğer yaşam akan bir ırmak ise. O ırmağın bize öğrettikleri vardır. Şaşkınlıkla karşılanan öğrenilenlerin yanısıra benimsenenleri de bir kenara not etmek lazım.

Bu bağlamda, günlük yaşamda her karşılaşma, her öğrenilen; insan üzerinde bir etkileşimin, durulan yerin sembolüdür.
Lakin, her karşılaşma ve öğrenilen ile etkileşime girmek yorucu olabilir. Bu durumda belirgin, gerçekçi örneklere odaklanmak yaşamımızı kolaylaştıracaktır.
Varlığımızı sürdürmenin yolu, başkalarının bize önerecekleri yöntem ve verecekleri icazet ile olmamalı, kendi düşüncemiz geçerli olmalıdır.
Her insanın duyguları, yargıları vardır. Öyle anlar var ki, kimi zaman yardım etme amaçlı yaklaşımda, kimi zaman da zor durumda bırakma amaçlı yaklaşımda duygular ve yargılar harekete geçer.
Babam çiftçiydi.
Uzun yıllar çiftçilikle uğraştı.
Bizler henüz çocuktuk.
Rahmetli babam, Köydeki ilkokul da değil, ilkokul dahil ortaokul ve liseyi ilçe merkezinde okumamız için elinden geleni yaptı.
Çok iyi hatırlıyorum. Köylüler babama; "okuyup da ne olacaklar, köyde kalsınlar sana yardımları olur. Bak tek başına sıkıntılı anlar yaşıyorsun" derlerdi. Babam hiç birini, çok ağır çalışma koşulları olmasına rağmen dikkate almadı. Kendi duyguları ve yargıları ile hareket etti. Belki çok fazla zorluk çekti ama bizlerin okuyup meslek sahibi olmamız için kararlı duruşundan vazgeçmedi.
Söylenenler karşısında her daim verdiği cevap; "umuda ve cesarete ihtiyacımız var. Umudu kimse bize vermez, kendimiz yaratacağız. Cesareti kendi benliğimizde bulacağız. Çocuklarımın okuması için var gücümle çalışacağım. Söylenenlerin, şunu yap bunu yap diye icazet verenlerin hiç biri umurumda değil. Önemli olan çocuklarımın, benim gibi çok zor ve ağır koşullarda yaşamlarını devam ettirmemesidir" olmuştur.
Geleceği şekillendirecek olan da babamın bu düşüncesidir.
Yetişme, yönlendirme ve bilinçli hareket etme ayakta kalmanın en önemli üçlü sac ayağıdır. Kısacası yol haritasında, doğru bilinenden vazgeçmemektir.

26 Eylül 2024 Perşembe

SÖNEN BİR YILDIZA DOĞRU


 Zamanın kopyası yoktur, tekrarı da.

Yaşanıp hayatınıza izdüşüren herşey, size zaman ayarlarını anlatsa da duyguda,

düşüncede berrak saf olanları size hatırlatan suretleri düşünmeniz kaçınılmazdır.

Bu bağlamda,
Bir kişi ya da olay hakkında yazıya aktarılan şeyler,
resimler ve çizimler elle işlenmiş görsel ifadelerde görüldüğü üzere samimi birer yorumdur.
Dağarcığımızda kişiselleştirmesek de,
yaşananlar parlayan bir yıldızdan sönen bir yıldıza doğru kayıp gidecektir zamanın içinde.
Bu gidişi durdurmak olanaksızdır.
Belki içinizden biri buna karşı çıkacaktır.
Lakin, karşı duruş da zamanın içinde,
zamana karşı duramayacaktır.
Zamanı anlamak için durmak yerine,
çalışmaya ve öğrenmeye devam etmek gerekir.

21 Eylül 2024 Cumartesi

BABAM (O ÇOK SEVDİĞİN OĞLUNLA YAN YANASIN ARTIK)

 

Bir yandan özlemlerin, isteklerin, alışkanlıkların. Diğer yandan vazgeçemediklerin, gözün gibi korudukların, gözlerinin içi gülerek sana bakan baban, sevdiklerin.

Küçük bir çocuktum henüz onu algılamaya başladığımda. Kibrit çöpü gibi ince parmaklarımı tuttuğunda. Sevgiyle kucağına alıp sıkıca sarıldığında. Sonrasında geçen yıllar. Büyüdükçe, algıladıkça etrafı, öğrendikçe olan biteni anladım ki o benim babamdı. Sıkıca sarılacağım insandı sonrasında. Sıkıntıma ortak olacak, gülümseyişimle mutlu olacaktı. O bir baba idi. Evlat onun için kutsaldı. Yeri doldurulamazdı.

Sadece beni değil diğer çocuklarının da üstüne titrerdi belli etmeden. Bunu şimdi daha iyi anlıyorum. Kardeşim vurulduğunda mezarına her yıl o giderdi. Gözleri şişmiş olarak gelirdi çoğu kez. Susardık. Konuşmaya insanın dili varır mıydı ki zaten. Acı üstüne acı yaşanmıştı o yıllarda. Boylu, boslu, durmasını, konuşmasını bilen bir delikanlıydı kardeşim. Bir rahatlama hissi veriyordu insana. Somut bir güvence idi. Babamın tek dayanağı idi. Diğer çocukları çoktan uzaklaşmışlardı ondan. Baba ocağından uzaklarda olanlar gurbet acısını damarlarında yaşıyorlardı ne yazık ki. Bir tek o kalmıştı yanında. En küçük oğlu, en son umudu. Ama işte kader. Daha fazlasına müsaade etmedi. Kör bir kurşun kalleş bir tetikçinin elinde çıkmıştı bir akşam üstü. Şah damarını parçalamıştı oğlunun. Ağıtlar, feryatlar fayda etmedi o an. Yıllarca da etmeyecekti. 

Oğlu şimdi ücra bir köy mezarlığında yatıyor. Sıklıkla giderdi mezarına. Üzerindeki sararmış otları elleri ile ayıklardı. Etrafını temizler, düzeltirdi. Gözyaşları ile sulardı eminim. Şimdilerde o da gelmesini bekliyordur babamın kim bilir. Yan yana diz dize oturup sohbet etmeyi özlüyordur her ikisi de. Çünkü konuşmak, dua etmek, birbirlerini görmek arzuları hiç değişmedi yıllarca olasılıkla. Babanın evlada hasreti, evladın babaya. Bilmek olanaklı değil ki.

Zaman akıp gidiyordu. Bunalıyordu artık. Görünmez bir el sıkıyordu yüreğini. Oğlunu vuranları gördükçe. Niçini nedeni yoktu onun için çoğu kez. Belki de düşünmek bilmek istemiyordu artık yorgunlukları, kırgınlıkları, üzüntüleri. Bulutlara hasretti artık o. Belki de rengârenk çiçeklerle bezeli çocuk bahçelerine.

Gün geldi dayanamadı oğlunun acısına. Gitmeliydi bu topraklardan. Uzaklaşmalıydı. Zor geliyordu onsuz bir yaşam. Dediğini de yaptı. Yıllar boyu evi ile parklar arasında mekik dokudu Ankara’da. Şu an hastalığın pençesinde o. Gel de yüreğin yanmasın. Gel de ağlama, üzülme. Gözlerin ona baktıkça dolu dolu olmasın. Elleri ile sıkıca elini tuttuğunda nasıl bırakacaksın, ayrılacaksın ki zaten. Televizyonda ki eğlence programlarını izlediğine hiç şahit olmadım yıllarca. Evinin duvarında tek bir resim vardı artık. Ölen oğlunun resmi. Elleri ile çerçeveletmişti. Her gün silerdi çerçevesini camını annem. Tozunu alırdı tozlanmışsa.

Yıllarla birlikte çok şey değişti onlar için belki de. Ama tek değişmeyen yüreklerinin sesiydi belli ki. Özlemler, beklentiler, anılar, acılar onlar için sıradandı artık.


Yaşamın, var olmanın, geçmişin ve geleceğin anlamı o resimdi onlar için. Ve öyle de oldu yıllarca. Gerisi sıradan, günlük uğraşlardı. Durağan, hüzünlü. Zaman zaman da üzüntülü. Paylaşamamak acıyı, şöyle gönlünce kopup ağlayamamak. Asıl zor olan buydu işte.

Ve hastalandı aylar önce babam. Uzunca bir süre kimseye bir şey demedi. Hastalandığını anlayana kadar da kimseye tek kelime etmedi. Ama yüzüne baktıkça sıkıntısı belli oluyordu aslında. Bir anlam veremiyorduk. Sorsak da iyiyim diyordu. Gerçeği doktor söyleyinceye kadar da hastalığını belli etmemeye çalıştı. Daima sessiz ve dingindi. Hala da sessizliğini korumakta. Dilinden rahatsızlığına dair tekbir sözcük çıkmadı bugüne kadar.

Her yeni gün bir başka artık. Her yeni gün aynı uğraş, aynı hastane, aynı bakış, sıcak ve gülen gözler, uzanan eller hep aynı. Parkları özlediği belli. Parklarda bitip tükenmeyen çocuk sesleri. Haykırışlar, kuş cıvıltıları, korna sesleri. Oturduğu bankları, konuştuğu arkadaşlarını arıyor belli etmese de. Aylar ne çabuk geçiyor birbiri peşi sıra. Ellerini tutmak, göz göze gelmek acı veriyor insana. Gün gün eriyip gitmesi insanın içini acıtıyor açıkçası.


Sonsuz bir dünyada, sınırlı bir yaşam insanoğlunun ki. Ama kabullenmek çok zor, yaşlı çınarların bir bir göç etmesini dünyadan. Umarım uzun yıllar daha aramızda olursun sevgili babacığım. Daha uzun yıllar aramızda olman bizlere sonsuz güç verecektir. Bundan eminim. Sen aramızda oldukça geceler hep aydınlık olacak inan. Gözlerimiz hep gülecek. Sarılıp seni kucaklayacağız hep birden. Bence daha erken. Gitmen bizim için çok zor olacak emin ol. O daima gülen gözlerine, o kocaman yüreğine ihtiyacımız var. Hem de her zamankinden daha çok.

Böyle yazmışım 17 Kasım 2011 tarihinde. O yakalandığı amansız hastalığın pençesinde gün gün eriyip gitmekte iken. Bir çocuk gibiydi artık. Fazla sürmedi aramızdan ayrılması. Ocak ayının karlı bir kış gününde göçüp gitti bu dünyadan.

Yaşadığımız acının tarifi yoktu artık. Yakalandığı Alzheimer hastalığı aramızdan almıştı. Babamın ölümü ile çektiğim acı ve stresin sonucu mide şikayetlerimi iyice artırmıştı o günlerde.

Hastayla birlikte hasta yakınları da acı ve engellerle dolu bir yaşam sürüyor. Düşünün, o her zaman her şeyin üstesinden gelen, bir el dokunuşu ile size güven veren babanız artık sizi tanımıyor. Alzheimer hastalığı nedeni ile beyin giderek küçülüyor, diğer bir deyişle çocukluğa dönüş gerçekleşiyor.

Hastalığın ileri safhalarında hastalığa yakalanan anneniz ya da babanız sağlıklı iken yapabildiklerini yapamaz oluyor. En güzel yemekleri yapan anneniz o yemekleri artık yapamıyor.  Giyinmeyi, yürümeyi, yemek yemeyi, tuvalete gitmeyi unutmuş bir insanla karşı karşıya kalıyorsunuz.

Sonuçta neresinden bakarsanız bakın yaşam bazen acılarla dolu olabiliyor. İçiniz parçalansa da çok sevdiğiniz bir yakınınızı kaybedebiliyorsunuz. Bu gibi durumlarda metanetli olmaktan başka yapacak şey yok maalesef. Acının tarifi olmaz. Unutulması çok zor biliyorum. Ailenin bu durumda el ele vermesi kenetlenmesi çok önemli.

O çok sevdiğin oğlunla yan yanasın artık. Mekanın cennet olsun. Nur içinde yat. 


20 Eylül 2024 Cuma

ESKİDEN YETERDİM KENDİME


"Eskiden yeterdim kendime

Artardım bile
Şimdi ne yapsam nafile!
Ve
Kim demiş ´can eskimez´ diye
Bu can tedirgin tende
Can da eskimiş
Ben de..."
Bedri Rahmi Eyüboğlu "Eskici" adlı şiirinde böyle der...
Gerçekler.
Her yaşın bir güzelliği vardır.
Tartışılmaz bu.
Lakin, fiziki değişiklik tartışılmaz dediğimiz gerçeği tartışılır hale getirir.
Yaşlılık zordur.
Bir an gelir bakıma muhtaç olursun .
Eli ayağın tutmaz , gücün kuvvetin yetmez olur.
Varsa sahip çıkıcak biri şanslısın.
Yoksa...
Ya yoksa...
İşte o zaman başlar yaşlının sıkıntısı, sığıntı gibi yaşaması.
Şairin dediği gibi gün gelir "can da eskir" o zaman.

AĞITLAR ,BOZLAKLAR, UZUN HAVALAR


 

Anadolu toprakları kültür açısından her zaman büyük önem taşıdı. Uzak coğrafyalardan birçok topluluk bu topraklara yerleşti. Günümüze ulaşan izler bıraktı. Dönemsel kalıntılar, anıtlar; ülkemizin ve dünyanın ortak kültürel zenginliği olarak günümüzde de ilgi odağı olmaya devam ediyor.

Bozkırın ortasında kimi zaman kurgunun gerçek, gerçeğin kurgu olarak sunulduğuna şahit olundu.

Anadolu bozkırlarında kavruk yüzlü, nasırlı elleri ile geleceğe can vermeye çalışan insanların; acılarını, özlemlerini, hasretlerini, sevdalarını buldukları türküler vardır.

Hepimizin bir şekilde sessizce dinleyip kendinden bir şeyler bulduğu, bulmaya çalıştığı türküler.

Ağıtlar, bozlaklar, uzun havalar.

İşte bunlardan en çok sevdiğim bağlama eşliğinde türkücünün dudaklarında yavaş lakin etkili bir şekilde etrafa yayılan uzun havalardır.

Onlardan her daim kendimden bir şeyler bulmuşumdur.

Bağlamanın sesini büyük bir dikkatle, tam bir sessizlik içinde dinlemek gerekir.

Müziğin sesi uzaklardan gelen bir sel gibi akar, duvarların aralıklarından sızar, kalplerimizi coşturur.

Yüreğimizde iç sızlatıcı garip bir etki bırakır, hüzünlenmemizi sağlar.

Müziğin çarpıcı etkisi hem kendinize hem de başkalarına karşı bir acıma duygusu uyandırır.

Dinleyenler içlerine kapanır, sessizce dinler, oturdukları yerde kıpırdamadan durur; büyükler de yüzleri ellerinde saklamaya çalıştıkları acılarıyla hüzünlenirler.

Müzik evrenseldir.

Gitarın sesi, neyin sesine; kemanın sesi bağlamaya karışır.

Bunları niye yazdım?

Her insanın mutlaka kendinden bir şeyler bulduğu, bulmaya çalıştığı şeyler vardır.

Bu bazen bir kitaptır okunur; bazen bir müziktir dinlenir, bazen bir sanat eseridir imrenerek bakılır; bazen bir sinema filmidir, dizidir ilgiyle izlenir; bazen bir tarihi eserdir gezilip görülür.

Herkes kendinden bir şeyler bulmaya çalışır, hoş bir vakit geçirmenin telaşındadır.

Demokrasilerde belli kesimlerin isteği ile müdahalesi ile gazete, tarihçi geyikleriyle bu durum değiştirilemez.

19 Eylül 2024 Perşembe

ATAKÖY İSTASYONU


 


Geride kalan bir anıdır Ataköy İstasyonu

Şirinevler meydanı

Ataköy İstasyonunda bir akşam üstü

İncecikten bir yağmur yağıyordu  yolllara

Yeni baştan yaşıyorduk kaderimizi

Soğuk bir karamsarlık

Yüreğimizin başına bağdaş kurup oturmuştu

Acımsı, buruk

Mühürlenmişti dudaklarımız bir sessizlik içinde

Sessizliği atamıyorduk üzerimizden

Bir saçak altında kararsız

Yorgun

Saatlerdir duruyorduk

Kimse  görmüyordu bizi

Atatköy İstasyonunda bir akşam üstü

Bir başka türlüydü insanlar...

Yüksek binalar

Bulutları şal yapmış

Boynuna dolamıştı sanırsın.






18 Eylül 2024 Çarşamba

YAŞADIĞIMIZ ÇAĞ



Yaşadığımız çağ,

teknolojinin galebe çaldığı lakin cehaletin, bilgisizliğin,

vizyonsuzluğun,
basitliğin özgüven patlaması yaşandığı çağdır...
Neden mi?
Çünkü,
İnsanda zeka yüze yansır
Söylediği söze yansır
İnsan yaşamında her daim doğru olanı bulmak, çağdaş toplumlardan bir nebze de olsa geri kalmamak için,
duygu ve düşünceler evrilmeli,
yenileri eklenmeli,
eskiler değişmeli,
dar kalıplar içine hapsolup kalınmamalıdır.
Yeni ve doğru olan zaten bir devrimdir. Geçmişin önem taşıyan,
günümüzde de geçerliliğini koruyan fikir ve düşüncelerine sahip çıkmasını da bilmeliyiz eskiler değişmeli derken.

15 Eylül 2024 Pazar

HAYAT ACIMASIZDIR


Bir beyaz saçın içinde, karşılaştığımız çok insan vardır.

Hayatımıza yön veren anılarımız ve olaylar vardır.
Şahit olduğumuz adalet ve adaletsizlikler vardır.
Mutluluklar ve acılar vardır.
Kaybettiklerimiz vardır.
Çocukluğumuz, gençliğimiz vardır...
Bu bağlamda, halk arasında bilinen şu sözü unutma, "kendine ağır geleni başkasına yapma"...
Sonu belli olmayan bir yoldur hayat.
Neyin ne zaman nerede karşına çıkacağını bilemezsin.
Öyle bir an gelir ki, bir şeyler alır götürür senden engel olamazsın.
Bazen hayatın getirdiklerinden kaçmak istesen de kaçamazsın...
Yapman gereken "seçme ve karar verme hakkını doğru kullanman" olmalıdır...
Gidilen yolun iki yanında dikenler var diye o yolun özelliği değişmez.
Yolcu yoluna gider.
Dikenler de kötülükleriyle baş başa kalır.
Yürünen yolda hayalperest olmaya da gerek yok. Bütün gün, bütün hafta, bütün yıl, gerçekle hayali karıştırmamak lazım...
Dikenler bir yana, gidilen yolda, gidenin yol haritasında yükümlülükleri devam eder,
hayata, kendisine, çevresine, ailesine karşı.
Gün gelir ellerinde nasır, alnında çizgilerle kavruk yüzünde mutluluk duygusu kendisini ele verir.
Hayat acımasızdır, çile, acı, huzur yan yana gelmez bir türlü.
Dikenlerden koruduğumuz insanları gün gelir kaybedersiniz.
Bu size vurulan en acımasız darbedir.
O acımasız darbe sizi düşündürür "neden buradayım" diye...

11 Eylül 2024 Çarşamba

ÇOCUKLARIMIZ

 

Çocuklar. Yarının büyükleri, geleceğimiz, göz nuru çocuklarımız. Hiç biri dünyaya gelmek için sormadılar. Nazlı bir çiçek gibi doğdular bu dünyaya. Her yerde, her ücra köşede, uçsuz bucaksız bozkırda, bir vadi yamacında, metropolde, bir ormanın kuytu köşesinde yarınların başlangıcı oldular...
Öldürülen, istismara uğrayan, dilendirilen, küçük yaşta çöp arabasıyla köşe bucak çöp toplayan, şiddet gören çocuklar...
Vay yavrum vay çocuğum...
Bugün Narin, yarın bir başkası...
Yüreğimize ateş düşüren...
Ölümler, acılar, cinayetler...
Hak, hukuk, özgürlük...
Onların hakkı değil mi?
Bazen söz hükmünü yitirir
Günlerce, aylarca, yıllarca
Belki bir ömür
İzi kalır zamansız gidişlerin...
İnsanların duyguları bu denli körelmemeli, duygusal bir kopuş yaşanmamalı, vicdanlar kara toprağa gömülmemeli...
Nasırlaşmış yüreklere ihtiyacımız yok...
Oğullarımızın, kızlarımızın, evlatlarımızın geleceği her şeyden önemlidir.


10 Eylül 2024 Salı

YAŞANANLAR YENİ BİR ŞEY DEĞİL


 

Yaşananları akıl süzgeciyle tartan Recep zayıf karakterli insanların yönetilebilir olduğunu düşünüyordu. Kısık bir sesle:

“Vicdanların sustuğu yerde, adaleti sağlamak kolay değildir. İyilik iyiliği getirir. Kötülük kötülüğü. Doğru doğruyu getirir, yanlışta yanlışı. Lakin kötülükten ve yanlıştan uzak durmak için iyilerle ve doğrularla birlikte olmak gerekir!”

“Bunca yaşanmışlıkları gözlemliyoruz, okuyoruz, duyuyoruz. İyi ve doğruyu ayıklayıp benimsemek kolay değildir. İnsanın erdemli ve onurlu olması gerekir.” diye söylendi Altay.

Gözlerini sıra sıra duran çınar ve meşe ağaçlarına; dalları akşamın alaca karanlığına bürünmeye başlayan, etrafına güzel kokular saçan akasya ağaçlarının uzayan gölgesine bakarak ağır aksak konuştu Mehmet amca:

“On binlerce yıl önce Afrika kırsalında ayağa kalkıp yürümeye başlayan insan aynı zamanda var olma mücadelesine de başlamıştır. Lakin insanın ‘saf çağı’ dediğimiz o çağda paylaşım esastı. Derleyici ve toplayıcı olan insanlar bulduklarını paylaşıyorlardı. Bu bağlamda aralarında rekabet yoktu. Şimdi bile Afrika’nın kimi ormanlarında yaşayan yerli halk ve Amazon ormanlarında yaşayan toplumlar, Hint Okyanusunun kimi adalarında modern toplumlardan uzak yaşayan kabilelerde hala bu paylaşım söz konusudur. Adalet onlarda kendiliğinden oluşmakta, sorunlar görülmemektedir. Modern toplumlarda ‘ben’ merkezli anlayışın yanı sıra kapitalist düzenin insanın insanı yok saymaya başladığı anlayışı ne zamanki palazlandı işte var olan sorunlar o zaman başladı. İlkel toplumlarda ne zamanki paylaşım azalmaya, toplumlar kutuplaşmaya başladı işte tam da o andan itibaren sorunlar giderek artmaya başladı. Yaşananlar yeni bir şey değil. Geçmişin külleri üzerinde yoğunlaşmakta ve zihinleri meşgul etmektedir.”

Doğru söylüyordu Mehmet amca. Doğrusu insan farklı anlayışları düşünmekten kendini alamıyor.

NOT: Yazmakta olduğum "Bozkırda Akan Irmak "  çalışmamdan bir bölüm //Sayfa/:188


4 Eylül 2024 Çarşamba

O İNCE ÇİZGİDE


 

Penceremden o vakitsiz karanlığı seyrediyorum,

Göğsümün sol yanında ağır bir sızı.

 Taa uzaklarda utanılası, ağlanası bir sefalet.

 Uzansam tutuverecekmişim gibi

Öfkeyle karışık bir hüzün

Kahrolası bir acı.

 Yaşamla ölüm arasında ince bir çizgi.

 Yağmurlu bir günün içinde

Dağlarla çevrili dört duvar arasında

Güneşe doğru

Serçelerin havalanışı

Sanki bir öfke yangını.

 Gözlerim

Solgun, çaresiz ve hüzünlü

Yüreğimdeki aşk

Sanki dumanlı bir hatıra.

 Güneş,

Doğmadan titrek sahillere henüz,

İnerken uzaklardan uçurumdan aşağı

Kaybetme gözlerindeki ışık dalgasını

Bir gün yıldızlara ulaşacak,

Zalim yüreklere inat.