15 Ekim 2024 Salı

YÜRÜYECEĞİM YOLUN İLK DURAĞI


 9 Kasım 1979, günlerden Salı.

Saat, sabahın altısı yedisi ya var ya yok.
Odamın kapısını bir dost eli vuruyor. "Daha uyuyormusun?. Kalk, geç kalacağız."
"Geç kalacağız" sözünden tokat yemiş gibi sersemlemiş, hızla giyinmiş, kısa sürede otelin lobisine inmiştim.
Sinan bana "acele et" dercesine lobide dikilip duruyordu.
Bir gün öncesinde, saatler süren otobüs yolculuğunun yorgunluğu , uykusuzluğu sonucu otobüsten inince, garajda kısa bir moladan sonra Sinan öğretmen ile iyi bir uyku çekip dinlenmek için en yakın otele gitmiştik.
Sokağa çıktığımız zaman, yeni doğan güz güneşi, bakır bir sini gibi sabahın erken saatinde yavaş yavaş yükseliyordu. Hava açıktı. Saatler geçtikçe gökyüzünde kara bulutlar toplanmaya başladı.
Buz tutmuş İstasyon caddesinden yukarıya, otobüs garajına doğru yürümeye başladık.
Adımlarımız sanırsın kararsızdı.
Tanımadığımız bir kent, tanımadığımız, kültür ve geleneklerini henüz bilmediğimiz bir yöre halkı.
Dükkanlar, mağazalar kapalı. Kendikendime söyleniyorum sessizce. "Vakit çok erken. Çarşı henüz açılmamış. "
Kasım ayazı insanın yüzüne kamçı gibi çarpıyor. Soğuğun ve ayazın kırılmasını bekliyor olmalı yöre halkı.
Sokaklarda kimseler yok.
İstasyon caddesinden garaj yoluna saptık.
Garaj girişinde sola kıvrılarak, bir kase sıcak çorba içmek için üzerinde "sıcak çorba" yazan yere yöneldik.
Sonra "Hasan'ın kahvesi" yazan yere.
Heyecan bitmiyor. Kaygı ve belirsizlik düşüncesi de.
Kahvecinin kıtlama şeker eşliğinde getirdiği çayı yudumlarken, zihnimden biriken kaygıdan kurtulmaya çalışıyorum.
Ayaz kırıldığında ilk işimiz valilik binasına gitmek olacak.
Bir süre sonra sokaklar kalabalıklaşıyor.
Sinan ile valiğin yerini sorup oraya gitmek için sabahcı kahvesinin boğucu sigara dumanına hoşçakal diyoruz.
Öğretmenlik mesleği meşakkatli ve bir o kadar da kutsal bir meslek.
Yürüyeceğim yolun ilk durağı böyle başladı.
Kadim insanların, kadim topraklarında.

Bilgi notu : Öğretmen arkadaşın ismini değiştirerek yazdım. Gerçek isim Sinan değil.

ÇARESİZLİK


 

Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında belki de en hassas olanı insanoğludur. İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır.
Bunu illaki hastalanınca anlamak gerekmiyor, mevsimlerin döngüsünden, havaların değişkenliğinden de bunu anlayabiliyoruz.
Yaz aylarının sıcaklığından, kış aylarının başlangıcında ise üşüdüğümüzden söz ederiz. Kış ilerledikçe ah vahlarımız azalmaz artar. Hele hele yaşlılarımızda ise bu sızlanma daha bir üzücüdür kimi zaman.
İnsanı bu döngüye iten şey nedir?
Doğa karşısında ki çaresizliğimidir?
Yoksa değişen yaşam koşullarımıdır?
Eskilerde karakışa, yağmura çamura, yaz sıcaklarına daha bir dayanıklımıydı insanoğlu, yoksa şimdilerde mi daha dayanıksız bilinmez çoğu kez.
Benzer özellikleri ağır bassa da her insan ayrı bir evrendir aslında. Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür.
Biri diğerine benzemez, çünkü içgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü ve çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır.
Ne ki o içgüdülerimizi bastırmamız, bencilliklerimize ket vurmamız ve insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir.
Bazen bir olay, bir eylem, bir söylem karşısında çabuk karar veririz. Celalleniriz, eser gürleriz.

Karşıdaki insanın ne dediğini, ne demek istediğini anlamak yerine, o denende kendimize göre denmesi gereken şeyi işimize geldiği gibi algılarız ve işte tam da o anda başlarız ahkâm kesmeye, yel olup esmeye, bora olup geçtiğimiz yeri silip süpürmeye, yanardağ olup yakıp yıkmaya.

10 Ekim 2024 Perşembe

İNSANOĞLU ÇAKIRDİKENLERİ ARASINDA AÇMIŞ GELİNCİK GİBİDİR


 

Burhan henüz daha çok gençti. Ağabeyi Recep’in nişanlanmasına en çok o sevinmişti. Çünkü diyordu “yakında yeğenlerimi seveceğim”.

Mert ve yiğit çocuktu. Neşeyle ve şefkatle konuşurdu. Yeri geldiğinde çekinmeden lafı gediğine koymasını bilirdi. Altay’la sıkı dosttu. Tıpkı Recep gibi o da Altay’ı sever sayardı, güvenirdi. Doğa tutkusu yanında hayvan sevgisi de fazlaydı. Her gün sürüyü sular, ağılların bakımını yapardı. Her zaman güçlüydü. Az konuşurdu. Saçlarını her daim kısa tutar, özenle tarardı. Gözleri kahverengi ve güleçti. Çok az kaşlarını çattığına şahit olunurdu.

 Baba sıklıkla sürüyü otlatmak için dağa giderdi. Babasının en büyük yardımcısıydı. Daha çocukken bir gün babasıyla birlikte dağa gitmişti. Efil efil esen kuzey rüzgârına dönüp kollarını açmış ve temiz havayı ciğerlerine çekmişti. Daha o günlerde doğaya olan tutkusu belliydi. O gün aniden gök gürlemiş, babası gülerek onu sımsıkı dizlerinin arasında tutmuş ve:

“Korkma bu her zaman olur. Hava da siyah bulutlar toplanır, kırlangıçlar sağa sola kanat çırpmaya, rüzgâr sert esmeye başlarsa bu durumlarda bil ki yağmur yağacak. Korkacak bir şey yok!” demişti.

Ağabeyi ile kırlara gider, üzüm bağları ve kır çiçekleri arasında koştururdu. Kuru dere vadisinin her iki yamacı granit kayalardan oluşuyordu. Dere yıllar önce meydana gelen Gediz depremi sonrasında bir daha akmamıştı. Kayaların ve dere kenarındaki çakıl taşlarının arasında kök salan otlar, çiçekler ve ağaçlar ise büyümeye devam etti. Dere yatağının kenarına her gidişinde terk edilmiş değirmeni mutlaka ziyaret eder tepedeki leylek yuvasını hayranlıkla seyrederdi.

Yüreği insanlık sevgisiyle dolu, mert ve doğru sözlü, yalanı öğrenmemiş olan Burhan ailenin sondan ikinci çocuğuydu. Kendinden küçük bir de kız kardeşi vardı. Kız kardeşini çok severdi. Kırsala çalışmaya gittiklerinde kız kardeşinin yanlarında gelmesine razı olmazdı. Yakıcı güneş altında yorulmasına üzülürdü. Bu durum onun aileye ve kardeşlerine ne kadar düşkün olduğunun belirtisiydi. Evde pek oturmaz, dışarının sihirli havası onu kendisine çekerdi. Evde olduğu zamanlarda kerpiç duvarlar arasına sıkışmış bahçeye iner, ağaçlara ve sonra dallarındaki kuşlara bakar dalar giderdi. Bahçede kendi eliyle diktiği çınar ağacının dibine her sabah su döker, etrafını temizlerdi.

Bahçenin bir köşesinde üzüm asması vardı. Asmadaki salkımların olgunlaşmasının ahengine kendini kaptırırdı. Bahçenin uzak köşesinde anasının civcivleri büyüttüğü kümesin yanına gider yemlerini ve sularını verirdi. Bahçe içerisinde sıkıntılarını gideremeyince sokağa yönelir, kahvelerin oraya gelir, çınar ağaçlarının gölgesinde bir sandalyeye oturur ve Recep’le Altay’ın olmaması halinde sessizce gelmelerini beklerdi. Mehmet amca ise en büyük öğretmenleriydi. Çok sevdikleri Sinan’da  yanlarına geldiğinde okey oynarlar, Burhan sessizce ve ilgiyle hem oyunu hem de konuşmaları izlerdi.

Mehmet amca hayata ve yaşama dair bildiği ne varsa anlatır, öğüt verir, her koşulda mert ve doğru sözlü olmalarını; yoksula ve kimsesize yardım etmelerini söylerdi.

“İnsanoğlu çakırdikenleri arasında açmış gelincik gibidir. Gelincik çakırdikenine nasıl alışıyor, birlikte yaşamaya çalışıyorsa, bizlerde aykırı insanların arasında davranışımızı dizayn edip sorunsuzca yaşamaya çalışmalıyız” derdi.

Ne kadar da haklıydı Mehmet amca.

 Doğada vahşi yaşam kendi mecrasında devam eder. Kurt ile kuzu, aslan ile ceylan, diken ile gül hep bir arada yaşar, var olur. Güçlü ya da baskın olan güçsüzü kendi varlığının devamı için yok eder. Böylece kendi varlığının ve soyunun devamını sağlar.

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özellik “düşünebilme” yetisine sahip olmasıdır. Bu bağlamda çakırdikeni ile yan yana yaşam alanı bulan gelinciğin var olma mücadelesi elbette insan yaşamından farklıdır. İnsanoğlu güçlü ise güçsüzü ezer, kendi yönetimine alır. Zalim kralın güçsüz halka yaptığı gibi.

Lakin iyi ile kötü her daim yan yana olmuştur, olacaktır. Bunu değiştirmenin olasılığı neredeyse yaşam alanımızda yok denecek kadar azdır. İnsanın bir yanı zalimdir. Ben merkezlidir her daim. İyileri bir yere kötüleri de diğer yere toplama lüksümüz olmadığına göre, iyilerle kötüler olarak kategorize ettiğimiz grupları ya da bireyleri bir arada yaşatmanın, sorunları en aza indirmenin çaresini aramalı ve bulmalıyız. Sanırım Mehmet amcanın anlatmak istediği buydu.

9 Ekim 2024 Çarşamba

YOL HARİTASI VE DAVRANIŞLAR


 

Derler ki "her okur kendini okur", "her yazar da kendini yazar". Dolayısıyla insan kendini kuşatan, varlığını saran dış ve iç dünyasını yazar. Ve onlarca yılda süregelen ayak izlerinin bıraktığı öyküleri.

Gazetelerde ve web sitelerinde yazılanları çizilenleri okuruz. Yazılan çizilenlere farklı görüşlere sahip olanlar tarafından yorumlar yapılır. Kimi zaman yapılan yorumlar doğru olanı yansıtmaz. Yapılan yorum yapanın dünya görüşünü, yaşam anlayışını empoze etmek amaçlıdır.

Sosyal medya hesaplarında bunu yapanlara rastlamak şaşırtıcı değil.

Bu yaklaşım okurun zihnine soru tohumları eker, onları yanlış yönlendirip çıkmaz sokakta yalnız bırakır.

Oysa sorumluluk bilinciyle hareket edenin görevi, toplumsal duyarlılığı göz ardı etmeden düşüncelerini dile getirmektir. Fikir ve düşünce özgürlüğünün gereği de budur.

İnsanlara sığınak yapmak insanı nasıl ayakta tutarsa, yazmak ve okumak da insanı ayakta tutar. Varlık sebebimiz toplumun geleceğidir. Yazılacak her cümle düşünülerek yazılmalı.

Davranışlarımız dünyada tecrübe edilen, davranışlara sadık olmalı; etik anlayışımız hem kendimize hem çevreye zıt olmamalı.

Okurun yol haritasını bu davranışlar yönlendiriyor.

Farklı coğrafyalarda yaşayan insan o coğrafyanın şartlarına göre, fikirlerini beyan eder. Kendi anlayışına uygun olan neyse ona göre davranır. Toplum psikolojisinin ve algı yönetiminin bir sonucudur bu.

Buna algı yanılsaması da diyoruz.

Ancak fikir beyan ederken, yazarken ya da çizerken dönülemeyecek kırmızı çizgiler geçilmemeli. Söylencelerle gerçekleri bir potada eritirken pek çok insanın bakıp göremediği ama kendi içinde derinlik barındıran gerçekler okura ulaştırılmalı.

Söz söylenip yazılı doküman haline gelmişse, velev ki doğru olan yazılmamışsa, aklıselim düşünüldüğünde, nasıl bir hata yapıldığı görülecektir. Kapsamlı araştırmanın gereğinin yerine getirilmediği de.

İnsan egosunda bencillik ve ben’lik kavramları vardır. Bu kavramların baskın olup olmaması da o kişinin ters köşeye yatıp yatmamasını etkiler.

Üstesinden gelebileceğimiz sorunlar her daim vardır. Sorunların üstesinden gelip, toplumu rahatlatıcı önlemler alma ve çözüm üretmekte.

Yaptığımız değerlendirmelerle sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmemeliyiz.

Toplumu kutuplaştırmak, diğerini ötekileştirmek doğru bir yaklaşım değildir. Ortak paydada birleşmemek ve karar vermemek de.

 

SORUNLARLA YÜZLEŞMEK


Kaygı denince akla ilk gelen şey, başa çıkmakta zorlandığımız sorunların bizde yarattığı tedirginliktir.

Ne yazık ki, insanlar karşılaştığı sorunlarla yüzleşmek yerine kaygıya sığınıyor.
Oysa ki, sorunlardan kaçmak yerine, yapılması gereken ilk iş, sorunlarla yüzleşmektir.
Sonuçta ise, var olan sorunun çözümü için çaba sarfetmeyi düşünmek gerekir.
Eğer, çözüm için bir bedel ödemek gerekiyor ise, o bedeli göze almalıyız.
Toplumsal sorunlar için çözüm, toplumsal destek ile mümkündür.
Günümüzün insanı ise kaygılı
tedirgin
huzursuz...
İşsizlik ve pahalılık önü alınamaz bir yaşam sorunu.

6 Ekim 2024 Pazar

BANA HİÇ BİR ZARARI YOK DÜŞÜNCESİ...


 

Mine Söğüt bir yazısında şunları yazıyor. "Yıllar önce, mimari usulsüzlüklere savaş açan bir derneğin üyeleri, yüksek yerlerdeki tanıdıklarına güvenerek yaptırdığı kaçak katlı (binayı) bir türlü yıktırtamadıkları nüfuzlu bir gazeteciyi alt etmek için dava açmaya hazırlanıyorlardı. Etkili olur diye gazeteciyle aynı apartmanda oturan ünlü bir yazardan da açılacak davaya müdahil olması için yardım istediler. Bir kafede buluşuldu. Olayın hukuksuzluğuyla ilgili detaylar yazara anlatıldı. Yazar anlatılan süreci sonuna kadar dikkatle dinledi. Hukuksuzluğuna ikna oldu. Ve "o kaçak katın bana hiçbir zararı yok. O yüzden bu davaya müdahil olmayı düşünmüyorum" diyerek toplantıyı bırakıp gitti.

Çok uzaklara gitti..."

Hukuksuz ve kaçak olarak inşa edilen bir binaya "o kaçak katın bana hiçbir zararı yok” düşüncesi ile seyirci kalınması toplumsal ve bireysel duyarsızlığa iyi bir örnek. Bireyler şahsi çıkarlarını bir tarafa bırakıp toplumun çıkarlarını öncelikle gözetmesi gerekmez mi. Bugün o yazar soruna duyarsız kalır, yarın bir başkası başka bir soruna duyarsız kalır. Bu doğru bir yaklaşım değildir.

Bu sadece bir örnek. Yaşamın her anında yaşanan sorunlar diz boyu. Sokakta, caddede, toplu taşım araçlarında, parkta, trafikte uyulması gereken ve çok da zor olmayan kurallara itibar eden yok.

Kabadayılığa gelince ufak bir sorundan devasa sorun çıkartmakta da üstümüze yok. Misal seyir haline bir araç sollama yaptığında “vay arkadaş sen beni nasıl sollarsın" deyip levyeyi eline alanın haddi hesabı yok. Maazallah külhanbeyliği kimseye kaptırmamak için elimizden geleni yapıyoruz.

Lakin, yardımseverliğin, yaşlıya büyüğe saygının anımsanmadığı bir kuşak yetişiyor. Ellerinde düşürmedikleri ve kim bilir ne zorluklarla alınan akıllı telefonlardan gözlerini ayırıp çevreye baktıkları bile yok.

Özellikle büyük metropollerde duyarsızlık tavan yapmış durumda.

Ataköy- Yenikapı metro hattını olduğu gibi, Ataköy- Uzunçayır Metrobüs hattını da sık kullanırım.

İlgili toplu taşım araçlarına engelliler, yaşlılar, hamile ve çocuklu kadınlar da binmektedir.

Oturma yerlerinde bu insanlara yer vermesi gerekenler kılını bile kıpırdatmaktan uzak, akıllı telefonları ile oyun oynamanın derdindeler. Çevrelerine dikkat ettikleri bile yok.

Vagonda ya da otobüste izlediğim gençler oldukça rahatlar.

Kimilerinin kulaklarında kulaklık kim bilir hangi türkünün keyfini sürmekteler.

Aslında sorarsan herkes şikayetçi. Ama uygulamaya gelince "bana hiçbir zararı yok" varsın yaşlı, hamile, çocuklu, engelli olan zor şartlarda yolculuk yapsın bana ne düşüncesi yaygın gibime geliyor.

 

 

5 Ekim 2024 Cumartesi

ONBİNLER Mİ, YOKSA YÜZBİNLER Mİ....



 

Her insanın kalbinin ve aklının bir köşesinde çocuksu bir güvenle benimsediği, inanıp güvendiği yaşama dair inançları vardır. İnançlarının doğruluğuna inanır. Varlığını sarsmaması için bir tekini bile soru konusu yapmak istemez.

Oysa ki yaşamın ana arterinde ve kılcal damarlarında zamana karşı akıp giden bir iz vardır. Iyi ve kötü vardır. Öfkeler ve kavgalar vardır.

Direncimizi artıran özlemlerimiz vardır.

Kendimizi kandırmaktan vazgeçmeliyiz. Yaşamımızı olumlu ve olumsuz etkileyen, büyük bir güvenle bağlı olduğumuz inançlarımızın doğruluğunu kalbimizin ve aklımızın bir köşesinde sorgulamasını bilmeliyiz. Erdemli, güvenilir ve adaletli olmamız buna bağlıdır.

Çocuk denilecek yaşta, hayatı öğrenmenin başlangıcında, etrafındaki olan bitenleri sorgulama aşamasında bocalarken, evlendirilen baba ocağından ayrılan kız çocuklarının geçmeyen bir öfkesi, bitmeyen bir kavgası vardır hayatla. Hele bir de sevip benimsemediği biri ile evlendirildiğinde.

Evlendiği kişi ıslah olmaz bir serseri ise. Kendini bir boşlukta bulur. Ne yapacağı, nasıl davranacağı konusunda kararsızdır. Özlemlerinin en güzelini gerçekleştirme aşamasında uğradığı hayal kırıklığı karşısında şaşkındır. Tutunacak bir dal arar. Çoğu zaman o dalı bulamaz. Bulduğu dal ise çok çabuk kırılır.

Hayat zordur. Kırılganlıklar her daim vardır. Islah olmaz serseri ile bir arada durmak daha da zordur. O bir annedir artık.

Bir kız çocuğundan, bir kadına, anne olunca geçmeyen kimi yaraların insan hayatını nasıl etkilediğine şahit oluruz.

Zaman akıp gider. Sorgulamaktan kaçınılan kimi duygular sorgulanmaya başlar o zaman. Gündelik işleri kurulmuş bir saat gibi yaparken hayatını alt üst eden durumu, hayat hikayesindeki boşlukları, her adımındaki ritmleri sorgulamaya devam eder.

Çocuksu bir güvenle benimsediği inançlarına karşı kuşkuludur artık. Doğru diye benimsenmiş duyguların doğru olmadığı inancı yer eder belleğinde. İyimser olmak için bir sebebi kalmaz. İnsanların bencilliğini öğrenmiştir. Duygusuz oluşlarını, umursamazlıklarını.

Ama artık dirençlidir. Hayata olumlu bakabilmek için bir nedeni olmasa da yaşaması gerektiğini, direncinin kırılmaması gerektiğini öğrenmiştir artık.

Sahi yeryüzünde benzer şekilde hayata tutunmaya çalışan kaç insan var?

On binler mi, yoksa yüz binler mi?