31 Ekim 2024 Perşembe

HER OLAY MUTLAKA BİR SONUÇ DOĞURUR


 

Öyle anlar var ki, insanlarda var olan güven olgusunu yok eden. Güven yoksa yapılanların inandırıcılığı kalmaz. Güven duyma isteği başkasından insanca muamele görme algısının ilk basamağıdır. Kaybolursa tekrar kazanmak zordur.

İnsanlar arasında sürüp giden diyalog yok olmamalıdır. Yalana başvurulmamalıdır. Hiç kimse küçümsenmemelidir. Hiçbir insan her ne sebeple olursa olsun ötekileştirilmemelidir. İnsana saygı bunu gerektirir. Demokratik kurallar bağlamında kabul gören insan haklarının da gereği budur.

Aslında yanlışı yapana yaptığını kabullendirmek mümkün değildir. Çünkü yaptığının doğruluğuna inandırılmıştır. Şartlandırılmıştır. O doğrultuda eğitim almıştır. Soyut düşünmektedir. Kabul ettiği düşünceden farklı bir düşünceye  inandırmak zordur.

Yanlışın kabul görüldüğü, gerçeğin hiçe sayıldığı bir ortamda var olmak kolay değildir. Herhangi bir konuda önyargılı olmak doğru değilse, gerçeği saptırmak da doğru değildir.

Her olay mutlaka bir sonuç doğurur. Etki tepki meselesidir bu. Olayın mahiyetine göre gösterilecek tepki ya da kabul durumu da önemlidir. Toplumun kabullenmeyeceği bir yaklaşımda bulunmak elbette beraberinde tepkiyi de getirecektir.

Durup dururken de tepkiye neden olacak yaklaşımlardan kaçınmak toplumun algısı ve güven içinde yaşaması için önemlidir. Yazıp çizerken ya da yaşananlara yorum yaparken buna dikkat etmek gerekir.

Hayatta araya mesafe koyacağımız insanlar mutlaka vardır. Bunu yaparken; kırarak, dökerek değil, yanlış olanı anlatarak yapmalıyız. Anlamayanı da hayatımızda çıkarmalıyız. Dost olup güveneceğimiz insanlarda azımsanmayacak kadar çoktur hiç şüphesiz. İnsanları tanımak kolay değildir, bu aynı zamanda herkesin isteğidir.


AYRILIK



 

Bahçenin uzak köşesinde yüzünü güneşe vermiş düşünüyordu. Kuşkular ve tedirginlikler içinde kıvranıp avuçlarını kan ter içinde kalırcasına sıkıyordu. Gözlerinin etrafı hafiften morarmıştı. Beklenmedik bir yağmurun ılık, ama serinletici damlalarına nasıl söz anlatılamazsa o da yüreğine söz anlatamıyordu. Ve kendisine uzanacak o ince narin parmakları hayal ediyordu.

Oysaki saçların rüzgârla dağılırken, sen onun içindeki acıdan habersizdin. Nasıl bir hüzün ve ızdırap içinde olduğunu hesap edemiyordun. Edemezdin de zaten.  Çünkü farkında bile değildin… Farkında değildin içten içe yüreğini kuşatan, kimi zaman mutluluk, kimi zaman bir damla gözyaşı olan acı, hüzün ve mutluluğun.

Ve sen doğaldır ki sessizce yaşanan acıları, coşkuları, beklentileri ne izliyor ne görüyor ne de biliyordun.

Uzunca bir zamanı geride bıraktığında çektiği acılar dayanılmaz olmuştu. Ne güzel bir söz söylemesini becerebilirdi, ne de sevgi sözcüklerini mırıldanabilirdi.

Sonra… Evet, sonra mektuplar geldi aklına. Kokusu, tadı, insanı alıp dağlara, kırlara götüren mektuplar. Giz dolu, sır dolu mektuplar. İnsanın içini sızlatan, yüreğini burkan, duygu seline bırakan mektuplar. Anaların oğullarına seslendiği, özlem ve gözyaşı kokan mektuplar.

Gözlerinde mutluluk ışıkları yandı söndü. Mürekkebi kâğıda iyice sinsin diye sözcükleri yavaşça ve bir sanatçının titizliğiyle oya gibi işledi mektubuna. Acı ile birlikte sevgiyi de yüreğinde hissetsin diye özenle seçti kelimeleri. İstedi ki incinmesin, kırılmasın. Acı biber yemiş gibi yüreği yansın, burkulsun. Biliyordu ki acı güzel şeydi. İnsanın içi yanardı ama bir türlü vazgeçemezdi acıdan.

Ne ki, acıyı da sevgiyi de insanlığı da çok gördüler. Yalansız yaşamak isterdim dediğinde bile yüreğini cehaletin en onulmaz yalanları ile doldurduklarının farkında bile değildin. Oysa yıllarca kendi yalanımızın da başkalarının yalanının da yükünü taşımıştık omuzlarımızda. Bedeller ödenmişti orta çağda da günümüzde de. Ödemeye de devam ediyorduk.

Yalan söyleyenlerin yalanları ile geleceği yakalamayı başarabilmek çok zordu. Kuşkular ve korkular bir kez yüreğine işlemişti.

Sen batıya diğeri doğuya gittiğinde yalan imparatorluğu hâkimiyetini çoktan kurmuştu. Günün birinde yıkılmaman ve yok sayılmaman için direnmen gerektiğini biliyordun. Ama direnemedin.

Şunu hiç unutma ki geleceği inşa ederken yalanlardan kurtulmanın yolu geçmişi iyi anlamaktan geçer. 

20 Mart 2010 /ANKARA / Bozkırda Akan Irmak çalışmamdan bir bölüm...

29 Ekim 2024 Salı

BİR ANANIN ÇIĞLIĞI


 (Canım kardeşimin anısına, yokluğun bir hançer gibi ciğerimizde saplı hala)

Yoğun düşünceler yorgun bedeninde belirsiz bir titreşimle ağırlık yapıyor, zihninin düşsel tozlarını damla damla akıtıyordu.
Karanlık aydınlığa dönüşmeye başlamıştı.
Tan ağartısı karanlıktan maviliğe uzanan bir çizgiydi artık.
Umutsuzluğun en koyusunu yaşıyordu.
Dünün indirdiği ağır sille etrafı kapkaranlık bir sis mantosuyla kaplamıştı.
Gözyaşları artık akmıyordu.
Ağlamaktan kızarmış göz pınarları kurumuştu sanırsın sonsuza kadar.
Öylesine hüzün doluydu şafak vakti.
Bankın üzerinde yorgun bedeni uyuşmuştu. Hafifçe doğruldu.
Oğlunun son anlarını, sevgiyle bakan gözlerini, kurtulma ümidini kaybetmeyişini anımsadı. Yutkundu.
Bir annenin hastane bahçesinde kuşların kanatlarında çıkardığı sessiz çığlık ve hüzün acıya dönüşmüştü.
Neden diye sorguluyordu.
Neden ilkyaz sürgünü veren topraklarda akan bunca kan, neden bu kin?
Yoketmek yaşamakla eşanlamlı olabilir mi?
Bu bir varoluş mudur?
Bu nasıl bir anlayıştır?
İnsan kendi olmalıdır.
Kendi olmaktan, kimliğinden, kişiliğinden koparılmış; anti-insan görüntüsü üzerine kurgulu eylem ve etkinliklere karşı birey olmanın sorumluluğuyla hareket etmeli, düşlerini çoğaltmalı insanlık adına.
Oğlunu kaybetmiş bir annenin çığlığı yükseliyordu hastane bahçesinde.
Yüreği olan insanı sarsan.
Donup kalırsınız o an.
Kıpırdayamazsınız.
Bir delikanlı ve bir anne.
Bir bayram günü akşamında gelen hüzün ve acı.
Yıllar yılı unutulmayacak gerçek bir öykü. Yaşanmış, yılların gerisinde kalmış, silinip gitmemiş.
Sararmış siyah beyaz fotoğrafları her an aklınıza getirir.
Sabahın ayazında oğlunu düşündü.
Ne çok severdi çiçekleri, kuşları, böcekleri, sokak köpeklerini, kedileri, koyunları, dağların bulutlarla kaplı doruklarını, yeşil tarlaları.
Ne de güzel gülümserdi.
Gözleri bir çiçek gibi pırıl pırıldı.
Aydınlıktı her daim.
Lakin hayat denen şey işte böyle bir şeydi. Varlığı ve düşüncesi insani olmayan birinin hoyrat eliyle kayıp gidiyordu bir anda.
Hem de en zorlu acıları geride bırakarak.
Bu kör döngünün içine sıkışıp kalan insanlık, insanlar.
Akşamdan bu yana ağlamaktan ne bir yudum su içmiş ne de bir lokma bir şey yemişti.
Ne susuzluğu ne de açlığını hatırlamıştı. Gecenin koyusunda yorgun düşmüş bedeni hastane bahçesindeki bankın üzerinde sessizliğe bürünmüştü bir süre sonra.
O andan şafak vaktine kadar gözleri yorgun bedene isyan etmişti.
Düşünmüştü sadece.
Oğlunu geri getirmenin olanağı yoktu artık.
Büyük oğlu ve eşi yolda olmalıydılar.
Az sonra gelirlerdi onlarda.
Eşi ile anca sığmışlardı taksiye.
Ya da o anın karmaşasında büyük oğlu ve eşi de gelmek istemiş kim bilir belki de taksici acele etmiş beklememişti.
Hatırlamıyordu o an olanları.
Her şey bulanıktı sanırsın.
Şoförün “ana” demesiyle gözlerini açtı.
Elinde dumanı tüten bir bardak çayla kesekâğıdı torbası içindeki poğaçaları uzattı. Ana şoförün yüzüne bir an minnetle baktı. Lakin belli etmemeye çalışarak içinde “oğlum sende dünden buyana perişan oldun “diye geçirdi.
Şoför ananın içinden geçenleri anlamışçasına alması için ısrar edip “al ana bir yudum sıcak çay iç, bir lokma bir şey ye.
Eminim ki oğlunda bunu isterdi “dedi.
Ana uzatılanları sessizce aldı bankın üzerine bıraktı.
İçi yanıyordu.
Kurumuş dudakları ve kavrulmuş yüreğine rağmen ne bir lokma bir şey yiyebilecek dermanı vardı ne de bir yudum bir şey içecek takadı.
İçinden hiçbir şey yapmak gelmiyordu.
Şoför anayı acısıyla yalnız bırakmak istemiyordu.
O kendine emanetti çünkü.
Oğlu ve eşi geldiğinde ancak rahatlardı.
Anayı gözden kaybetmeden görebileceği uzak bir noktaya çekildi.
Sigara paketinden çıkardığı sigarayı alelacele yaktı.
Olduğu yere dizlerinin üzerine çömeldi. Sigarasından derin bir nefes çekti.
Hastane pencerelerinin gri dış kanatları göz alıcı bir şekilde parlıyor, gün ışığını yansıtıyordu.
Bahçenin bir kenarında akasya ağaçları ve çam ağaçları iç içe geçmiş yeşillikleriyle bahçeyi örtüyordu.
Bahçenin kuytu köşeleri özellikle yapılmış hissi veriyordu.
Acısını akıtmak isteyenlerin gidecekleri bir yerdi sanırsın.
Bahçenin etrafı yabani otlarla kaplanmıştı. Kaldırımların kenarlarında otlar fışkırıyordu.
Ön kısımda yer alan geniş yerde ise hastane araçlarıyla, ziyaretçilerin ve hasta yakınlarının araçları sıra sıra dizilmişti.
Gün yükseldikçe etrafta sesler artmaya, kalabalıklar sel olup hastaneye akmaya başlamıştı.
İnsanoğlu her şeyi dar bir çatlaktan sızan ışık içinde görmek yerine neden daha geniş bir alanı tercih etmez, birey olmanın sorumluluğunu yerine getirmezdi ki.
Her şeyi dev mağaranın karanlık dehlizlerinde düşünmek yerine; dağları, güneşi, bulutları, yıldızları, kuşları görebilecek; anlayabilecek bir açıklıkta düşünmezdi?
İnsan olmanın sorumluluğu bu kadar mı zordu?
Heyecan içinde karşılıklı anlayışla bir birine insanca yaklaşmak bu kadar mı zordu?
Bu düşüncelerle şoför az ilerde oturan anaya acıyarak; lakin içinde büyük bir ızdırap hissederek bakıyor, baktıkça da gözleri nemleniyordu.

27 Ekim 2024 Pazar

BALYOZ ETKİSİ

Senaca stoacı uslubuyla şöyle der, "hayırlardan gelen iyilikler temenniye, talihsizliklerden gelenler ise takdire değerdir."
Hiç kuşku yok ki, insanlar arasında yetki sahibi olanlar gün gelir, devran döner kendilerine yabancılaşırlar.
İnsan aşırı katı ve yıkıcı, ötekileştirici olmamalı.İnsan ilişkileri, yaşamı öteden beri taşlara, ağaçlara resmedilmiştir.
Yaşam kulvarında gün gelir hayata dair roman ve öykü okuruz.
Yaşanan zorluklara, sevinç ve acılara, yok oluşlara tanık olanların bıraktığı izlerdir o roman ve öyküler.
Tarihin sessiz tanıklarıdır onlar.
Marquez ve Yaşar Kemal gibi anlatıcıların kalemleri sayesinde insan topluluklarını birer birey olarak algıladık.
Okuduğumuz roman ve öykü kahramanları bulundukları toplumun bazen en acımasızı, bazen kaybedilen erdemlerin, kadim değerlerin sürdürücüsüdür.
"Kaybetmek" ve "kazanmak" bireylerin gerçeğidir.
Lakin "teslimiyet" karanlığa hapsolmaktır.
Birey karanlığa hapsolmamalıdır.
Yaşanan acı ne denli zorlu olursa olsun dik durmasını bilmelidir.
İnsanın başında yaşamı boyunca çok farklı olaylar geçer.
Dayanılmayacak acıları çeker.
Sevinçleri yaşar.
Kaybettikleri "üzerine vurulan balyoz etkisi" yapar.
Lakin o "balyoz etkisini" etkisiz hale getirmek yine ona düşer.
Öyle anlar vardır ki tutunacak dal kalmaz. Tutunulan dal elimizin altında, gözümüzün önünde kayıp gitmiştir.
Ve işte tam da o anda, o kayıptan sonra, var olan boşluğa düşmemek için kalan dalların birbirine sıkı sıkıya sarılması lazım.
Çevredeki ayrık otları, kuru dal parçaları asla yaklaştırılmamalıdır.
O kuru dal parçaları ve ayrık otları iyi tanınmalı pes edilmemelidir.
Yaşanan acı ne denli ezici olursa olsun insan o acıyı unutmadan, yaşananları unutmadan, ama akıllı ve bilinçli bir şekilde yaşamı devam ettirmesi için kendisine yeni yol haritası çizmelidir.

20 Ekim 2024 Pazar

ELLER NASIRLAŞMIŞ. YÜZLER SOĞUKTAN MOSMOR



 

Umutsuzluk ile morallerin dibe vurmasına aldırdığımız yok. Kahve köşelerinde zaman geçirip pişpirik oynayanların televizyon haberlerine bakıp yorum yapmaktan başka konuşacakları bir şeyleri yok. Aldıkları emekli maaşının bir kısmını kahvelerde çay parası olarak harcamanın peşindeler.

Ekonominin içinde bulunduğu durum, çarşıda pazarda artan fiyatlar, artan faizlerin getirdiği sorunlardan çok günlük konuşmaların ekseriyeti siyasetçilerin söylediklerine odaklı. İktidar partisinin mensupları ile muhalefet partisinin sözcüleri ekrana çıktığında söylediklerini kendimize göre yorumluyoruz.

Geçim derdini çoktan unutmuşuz. Günübirlik kazancımızla yaşıyoruz. Kimimiz inşaatlarda soğuğa, yağmura, çamura aldırmadan başımıza geçirdiğimiz berelerle; sırtımıza aldığımız parkalarla çalışıyoruz. İnşaatın tozu, boyası giysilerin rengini soldurmuş. Eller nasırlaşmış, yüzler soğuktan mosmor.

O günkü ekmek parasını kazanmanın peşindeler. Ayazdan yanmış yüzleri ile zorluklara ve sıkıntılara aldırdıkları yok. Çünkü çaresizler. Eve ekmek götürmenin derdindeler. Kahve köşelerinde uyuklayanların birbirleriyle çekişmelerine ayıracak zamanları yok.

Onlar alın teriyle kazandıklarını evlerine götürmenin huzuru ile yaşıyorlar. Yetim hakkı, garip gureba hakkı yemeden yaşamanın rahatlığındalar.

Gelişmeler, tartışmalar, medya gücünün olaylara yaklaşımına, kitlelerin algı yanılsamasına da aldırdıkları yok.

Manşetlerden, habere; köşe yazılarından TV haberlerindeki alt yazılara varana kadar medyada yaşananlar ilgilendirmiyor onları.

Caddeler, meydanlar el açıp dilenen; yaşlı, genç, kadın ve çocuklardan geçilmiyor. Sosyal devlet nedir diye sorsan hiçbiri cevap verecek durumda değil. Sosyal devlet anlayışının ne olduğunu bilen yok. Yaşamak için dilenmekten başka çaresi yok bir kısmının.

Emeklilerimiz aldığı yetersiz emekli maaşları ile geçinmenin derdindeler. İşsizlerin ve işini kaybetmiş olanların durumları içler acısı.

Bütün bu sıkıntılara rağmen siyasetçilerin ekranlarda birbirlerine söyledikleri ile yok yere insanlar birbirine giriyor. Ekmek kavgası yerine parti kavgası veriyor.

Akıl tutulması yaşadığımız şu günlerde; bilincimizi, geleceğimizi, çıkarlarımızı korumamız gerektiğini düşünmemiz gerekmiyor mu?


15 Ekim 2024 Salı

YÜRÜYECEĞİM YOLUN İLK DURAĞI


 9 Kasım 1979, günlerden Salı.

Saat, sabahın altısı yedisi ya var ya yok.
Odamın kapısını bir dost eli vuruyor. "Daha uyuyormusun?. Kalk, geç kalacağız."
"Geç kalacağız" sözünden tokat yemiş gibi sersemlemiş, hızla giyinmiş, kısa sürede otelin lobisine inmiştim.
Sinan bana "acele et" dercesine lobide dikilip duruyordu.
Bir gün öncesinde, saatler süren otobüs yolculuğunun yorgunluğu , uykusuzluğu sonucu otobüsten inince, garajda kısa bir moladan sonra Sinan öğretmen ile iyi bir uyku çekip dinlenmek için en yakın otele gitmiştik.
Sokağa çıktığımız zaman, yeni doğan güz güneşi, bakır bir sini gibi sabahın erken saatinde yavaş yavaş yükseliyordu. Hava açıktı. Saatler geçtikçe gökyüzünde kara bulutlar toplanmaya başladı.
Buz tutmuş İstasyon caddesinden yukarıya, otobüs garajına doğru yürümeye başladık.
Adımlarımız sanırsın kararsızdı.
Tanımadığımız bir kent, tanımadığımız, kültür ve geleneklerini henüz bilmediğimiz bir yöre halkı.
Dükkanlar, mağazalar kapalı. Kendikendime söyleniyorum sessizce. "Vakit çok erken. Çarşı henüz açılmamış. "
Kasım ayazı insanın yüzüne kamçı gibi çarpıyor. Soğuğun ve ayazın kırılmasını bekliyor olmalı yöre halkı.
Sokaklarda kimseler yok.
İstasyon caddesinden garaj yoluna saptık.
Garaj girişinde sola kıvrılarak, bir kase sıcak çorba içmek için üzerinde "sıcak çorba" yazan yere yöneldik.
Sonra "Hasan'ın kahvesi" yazan yere.
Heyecan bitmiyor. Kaygı ve belirsizlik düşüncesi de.
Kahvecinin kıtlama şeker eşliğinde getirdiği çayı yudumlarken, zihnimden biriken kaygıdan kurtulmaya çalışıyorum.
Ayaz kırıldığında ilk işimiz valilik binasına gitmek olacak.
Bir süre sonra sokaklar kalabalıklaşıyor.
Sinan ile valiğin yerini sorup oraya gitmek için sabahcı kahvesinin boğucu sigara dumanına hoşçakal diyoruz.
Öğretmenlik mesleği meşakkatli ve bir o kadar da kutsal bir meslek.
Yürüyeceğim yolun ilk durağı böyle başladı.
Kadim insanların, kadim topraklarında.

Bilgi notu : Öğretmen arkadaşın ismini değiştirerek yazdım. Gerçek isim Sinan değil.

ÇARESİZLİK


 

Yeryüzünde yaşam alanı bulan canlılar arasında belki de en hassas olanı insanoğludur. İnsanoğlu yerine göre ne kadar aciz, ne kadar çaresiz, ne kadar muhtaçtır.
Bunu illaki hastalanınca anlamak gerekmiyor, mevsimlerin döngüsünden, havaların değişkenliğinden de bunu anlayabiliyoruz.
Yaz aylarının sıcaklığından, kış aylarının başlangıcında ise üşüdüğümüzden söz ederiz. Kış ilerledikçe ah vahlarımız azalmaz artar. Hele hele yaşlılarımızda ise bu sızlanma daha bir üzücüdür kimi zaman.
İnsanı bu döngüye iten şey nedir?
Doğa karşısında ki çaresizliğimidir?
Yoksa değişen yaşam koşullarımıdır?
Eskilerde karakışa, yağmura çamura, yaz sıcaklarına daha bir dayanıklımıydı insanoğlu, yoksa şimdilerde mi daha dayanıksız bilinmez çoğu kez.
Benzer özellikleri ağır bassa da her insan ayrı bir evrendir aslında. Her insanın huyu, alışkanlıkları, becerileri, davranışları, kararları, istekleri ve seçimleri kendine özgüdür.
Biri diğerine benzemez, çünkü içgüdüleri ağır basar ve herkesin içgüdüsü ve çevreyi, çevrede olan bitenleri algılaması farklıdır.
Ne ki o içgüdülerimizi bastırmamız, bencilliklerimize ket vurmamız ve insanca özlemlere, eylemlere dönüştürmemiz gerekir.
Bazen bir olay, bir eylem, bir söylem karşısında çabuk karar veririz. Celalleniriz, eser gürleriz.

Karşıdaki insanın ne dediğini, ne demek istediğini anlamak yerine, o denende kendimize göre denmesi gereken şeyi işimize geldiği gibi algılarız ve işte tam da o anda başlarız ahkâm kesmeye, yel olup esmeye, bora olup geçtiğimiz yeri silip süpürmeye, yanardağ olup yakıp yıkmaya.

10 Ekim 2024 Perşembe

İNSANOĞLU ÇAKIRDİKENLERİ ARASINDA AÇMIŞ GELİNCİK GİBİDİR


 

Burhan henüz daha çok gençti. Ağabeyi Recep’in nişanlanmasına en çok o sevinmişti. Çünkü diyordu “yakında yeğenlerimi seveceğim”.

Mert ve yiğit çocuktu. Neşeyle ve şefkatle konuşurdu. Yeri geldiğinde çekinmeden lafı gediğine koymasını bilirdi. Altay’la sıkı dosttu. Tıpkı Recep gibi o da Altay’ı sever sayardı, güvenirdi. Doğa tutkusu yanında hayvan sevgisi de fazlaydı. Her gün sürüyü sular, ağılların bakımını yapardı. Her zaman güçlüydü. Az konuşurdu. Saçlarını her daim kısa tutar, özenle tarardı. Gözleri kahverengi ve güleçti. Çok az kaşlarını çattığına şahit olunurdu.

 Baba sıklıkla sürüyü otlatmak için dağa giderdi. Babasının en büyük yardımcısıydı. Daha çocukken bir gün babasıyla birlikte dağa gitmişti. Efil efil esen kuzey rüzgârına dönüp kollarını açmış ve temiz havayı ciğerlerine çekmişti. Daha o günlerde doğaya olan tutkusu belliydi. O gün aniden gök gürlemiş, babası gülerek onu sımsıkı dizlerinin arasında tutmuş ve:

“Korkma bu her zaman olur. Hava da siyah bulutlar toplanır, kırlangıçlar sağa sola kanat çırpmaya, rüzgâr sert esmeye başlarsa bu durumlarda bil ki yağmur yağacak. Korkacak bir şey yok!” demişti.

Ağabeyi ile kırlara gider, üzüm bağları ve kır çiçekleri arasında koştururdu. Kuru dere vadisinin her iki yamacı granit kayalardan oluşuyordu. Dere yıllar önce meydana gelen Gediz depremi sonrasında bir daha akmamıştı. Kayaların ve dere kenarındaki çakıl taşlarının arasında kök salan otlar, çiçekler ve ağaçlar ise büyümeye devam etti. Dere yatağının kenarına her gidişinde terk edilmiş değirmeni mutlaka ziyaret eder tepedeki leylek yuvasını hayranlıkla seyrederdi.

Yüreği insanlık sevgisiyle dolu, mert ve doğru sözlü, yalanı öğrenmemiş olan Burhan ailenin sondan ikinci çocuğuydu. Kendinden küçük bir de kız kardeşi vardı. Kız kardeşini çok severdi. Kırsala çalışmaya gittiklerinde kız kardeşinin yanlarında gelmesine razı olmazdı. Yakıcı güneş altında yorulmasına üzülürdü. Bu durum onun aileye ve kardeşlerine ne kadar düşkün olduğunun belirtisiydi. Evde pek oturmaz, dışarının sihirli havası onu kendisine çekerdi. Evde olduğu zamanlarda kerpiç duvarlar arasına sıkışmış bahçeye iner, ağaçlara ve sonra dallarındaki kuşlara bakar dalar giderdi. Bahçede kendi eliyle diktiği çınar ağacının dibine her sabah su döker, etrafını temizlerdi.

Bahçenin bir köşesinde üzüm asması vardı. Asmadaki salkımların olgunlaşmasının ahengine kendini kaptırırdı. Bahçenin uzak köşesinde anasının civcivleri büyüttüğü kümesin yanına gider yemlerini ve sularını verirdi. Bahçe içerisinde sıkıntılarını gideremeyince sokağa yönelir, kahvelerin oraya gelir, çınar ağaçlarının gölgesinde bir sandalyeye oturur ve Recep’le Altay’ın olmaması halinde sessizce gelmelerini beklerdi. Mehmet amca ise en büyük öğretmenleriydi. Çok sevdikleri Sinan’da  yanlarına geldiğinde okey oynarlar, Burhan sessizce ve ilgiyle hem oyunu hem de konuşmaları izlerdi.

Mehmet amca hayata ve yaşama dair bildiği ne varsa anlatır, öğüt verir, her koşulda mert ve doğru sözlü olmalarını; yoksula ve kimsesize yardım etmelerini söylerdi.

“İnsanoğlu çakırdikenleri arasında açmış gelincik gibidir. Gelincik çakırdikenine nasıl alışıyor, birlikte yaşamaya çalışıyorsa, bizlerde aykırı insanların arasında davranışımızı dizayn edip sorunsuzca yaşamaya çalışmalıyız” derdi.

Ne kadar da haklıydı Mehmet amca.

 Doğada vahşi yaşam kendi mecrasında devam eder. Kurt ile kuzu, aslan ile ceylan, diken ile gül hep bir arada yaşar, var olur. Güçlü ya da baskın olan güçsüzü kendi varlığının devamı için yok eder. Böylece kendi varlığının ve soyunun devamını sağlar.

İnsanları diğer canlılardan ayıran en önemli özellik “düşünebilme” yetisine sahip olmasıdır. Bu bağlamda çakırdikeni ile yan yana yaşam alanı bulan gelinciğin var olma mücadelesi elbette insan yaşamından farklıdır. İnsanoğlu güçlü ise güçsüzü ezer, kendi yönetimine alır. Zalim kralın güçsüz halka yaptığı gibi.

Lakin iyi ile kötü her daim yan yana olmuştur, olacaktır. Bunu değiştirmenin olasılığı neredeyse yaşam alanımızda yok denecek kadar azdır. İnsanın bir yanı zalimdir. Ben merkezlidir her daim. İyileri bir yere kötüleri de diğer yere toplama lüksümüz olmadığına göre, iyilerle kötüler olarak kategorize ettiğimiz grupları ya da bireyleri bir arada yaşatmanın, sorunları en aza indirmenin çaresini aramalı ve bulmalıyız. Sanırım Mehmet amcanın anlatmak istediği buydu.

9 Ekim 2024 Çarşamba

YOL HARİTASI VE DAVRANIŞLAR


 

Derler ki "her okur kendini okur", "her yazar da kendini yazar". Dolayısıyla insan kendini kuşatan, varlığını saran dış ve iç dünyasını yazar. Ve onlarca yılda süregelen ayak izlerinin bıraktığı öyküleri.

Gazetelerde ve web sitelerinde yazılanları çizilenleri okuruz. Yazılan çizilenlere farklı görüşlere sahip olanlar tarafından yorumlar yapılır. Kimi zaman yapılan yorumlar doğru olanı yansıtmaz. Yapılan yorum yapanın dünya görüşünü, yaşam anlayışını empoze etmek amaçlıdır.

Sosyal medya hesaplarında bunu yapanlara rastlamak şaşırtıcı değil.

Bu yaklaşım okurun zihnine soru tohumları eker, onları yanlış yönlendirip çıkmaz sokakta yalnız bırakır.

Oysa sorumluluk bilinciyle hareket edenin görevi, toplumsal duyarlılığı göz ardı etmeden düşüncelerini dile getirmektir. Fikir ve düşünce özgürlüğünün gereği de budur.

İnsanlara sığınak yapmak insanı nasıl ayakta tutarsa, yazmak ve okumak da insanı ayakta tutar. Varlık sebebimiz toplumun geleceğidir. Yazılacak her cümle düşünülerek yazılmalı.

Davranışlarımız dünyada tecrübe edilen, davranışlara sadık olmalı; etik anlayışımız hem kendimize hem çevreye zıt olmamalı.

Okurun yol haritasını bu davranışlar yönlendiriyor.

Farklı coğrafyalarda yaşayan insan o coğrafyanın şartlarına göre, fikirlerini beyan eder. Kendi anlayışına uygun olan neyse ona göre davranır. Toplum psikolojisinin ve algı yönetiminin bir sonucudur bu.

Buna algı yanılsaması da diyoruz.

Ancak fikir beyan ederken, yazarken ya da çizerken dönülemeyecek kırmızı çizgiler geçilmemeli. Söylencelerle gerçekleri bir potada eritirken pek çok insanın bakıp göremediği ama kendi içinde derinlik barındıran gerçekler okura ulaştırılmalı.

Söz söylenip yazılı doküman haline gelmişse, velev ki doğru olan yazılmamışsa, aklıselim düşünüldüğünde, nasıl bir hata yapıldığı görülecektir. Kapsamlı araştırmanın gereğinin yerine getirilmediği de.

İnsan egosunda bencillik ve ben’lik kavramları vardır. Bu kavramların baskın olup olmaması da o kişinin ters köşeye yatıp yatmamasını etkiler.

Üstesinden gelebileceğimiz sorunlar her daim vardır. Sorunların üstesinden gelip, toplumu rahatlatıcı önlemler alma ve çözüm üretmekte.

Yaptığımız değerlendirmelerle sorunları daha da içinden çıkılmaz hale getirmemeliyiz.

Toplumu kutuplaştırmak, diğerini ötekileştirmek doğru bir yaklaşım değildir. Ortak paydada birleşmemek ve karar vermemek de.

 

SORUNLARLA YÜZLEŞMEK


Kaygı denince akla ilk gelen şey, başa çıkmakta zorlandığımız sorunların bizde yarattığı tedirginliktir.

Ne yazık ki, insanlar karşılaştığı sorunlarla yüzleşmek yerine kaygıya sığınıyor.
Oysa ki, sorunlardan kaçmak yerine, yapılması gereken ilk iş, sorunlarla yüzleşmektir.
Sonuçta ise, var olan sorunun çözümü için çaba sarfetmeyi düşünmek gerekir.
Eğer, çözüm için bir bedel ödemek gerekiyor ise, o bedeli göze almalıyız.
Toplumsal sorunlar için çözüm, toplumsal destek ile mümkündür.
Günümüzün insanı ise kaygılı
tedirgin
huzursuz...
İşsizlik ve pahalılık önü alınamaz bir yaşam sorunu.

6 Ekim 2024 Pazar

BANA HİÇ BİR ZARARI YOK DÜŞÜNCESİ...


 

Mine Söğüt bir yazısında şunları yazıyor. "Yıllar önce, mimari usulsüzlüklere savaş açan bir derneğin üyeleri, yüksek yerlerdeki tanıdıklarına güvenerek yaptırdığı kaçak katlı (binayı) bir türlü yıktırtamadıkları nüfuzlu bir gazeteciyi alt etmek için dava açmaya hazırlanıyorlardı. Etkili olur diye gazeteciyle aynı apartmanda oturan ünlü bir yazardan da açılacak davaya müdahil olması için yardım istediler. Bir kafede buluşuldu. Olayın hukuksuzluğuyla ilgili detaylar yazara anlatıldı. Yazar anlatılan süreci sonuna kadar dikkatle dinledi. Hukuksuzluğuna ikna oldu. Ve "o kaçak katın bana hiçbir zararı yok. O yüzden bu davaya müdahil olmayı düşünmüyorum" diyerek toplantıyı bırakıp gitti.

Çok uzaklara gitti..."

Hukuksuz ve kaçak olarak inşa edilen bir binaya "o kaçak katın bana hiçbir zararı yok” düşüncesi ile seyirci kalınması toplumsal ve bireysel duyarsızlığa iyi bir örnek. Bireyler şahsi çıkarlarını bir tarafa bırakıp toplumun çıkarlarını öncelikle gözetmesi gerekmez mi. Bugün o yazar soruna duyarsız kalır, yarın bir başkası başka bir soruna duyarsız kalır. Bu doğru bir yaklaşım değildir.

Bu sadece bir örnek. Yaşamın her anında yaşanan sorunlar diz boyu. Sokakta, caddede, toplu taşım araçlarında, parkta, trafikte uyulması gereken ve çok da zor olmayan kurallara itibar eden yok.

Kabadayılığa gelince ufak bir sorundan devasa sorun çıkartmakta da üstümüze yok. Misal seyir haline bir araç sollama yaptığında “vay arkadaş sen beni nasıl sollarsın" deyip levyeyi eline alanın haddi hesabı yok. Maazallah külhanbeyliği kimseye kaptırmamak için elimizden geleni yapıyoruz.

Lakin, yardımseverliğin, yaşlıya büyüğe saygının anımsanmadığı bir kuşak yetişiyor. Ellerinde düşürmedikleri ve kim bilir ne zorluklarla alınan akıllı telefonlardan gözlerini ayırıp çevreye baktıkları bile yok.

Özellikle büyük metropollerde duyarsızlık tavan yapmış durumda.

Ataköy- Yenikapı metro hattını olduğu gibi, Ataköy- Uzunçayır Metrobüs hattını da sık kullanırım.

İlgili toplu taşım araçlarına engelliler, yaşlılar, hamile ve çocuklu kadınlar da binmektedir.

Oturma yerlerinde bu insanlara yer vermesi gerekenler kılını bile kıpırdatmaktan uzak, akıllı telefonları ile oyun oynamanın derdindeler. Çevrelerine dikkat ettikleri bile yok.

Vagonda ya da otobüste izlediğim gençler oldukça rahatlar.

Kimilerinin kulaklarında kulaklık kim bilir hangi türkünün keyfini sürmekteler.

Aslında sorarsan herkes şikayetçi. Ama uygulamaya gelince "bana hiçbir zararı yok" varsın yaşlı, hamile, çocuklu, engelli olan zor şartlarda yolculuk yapsın bana ne düşüncesi yaygın gibime geliyor.

 

 

5 Ekim 2024 Cumartesi

ONBİNLER Mİ, YOKSA YÜZBİNLER Mİ....



 

Her insanın kalbinin ve aklının bir köşesinde çocuksu bir güvenle benimsediği, inanıp güvendiği yaşama dair inançları vardır. İnançlarının doğruluğuna inanır. Varlığını sarsmaması için bir tekini bile soru konusu yapmak istemez.

Oysa ki yaşamın ana arterinde ve kılcal damarlarında zamana karşı akıp giden bir iz vardır. Iyi ve kötü vardır. Öfkeler ve kavgalar vardır.

Direncimizi artıran özlemlerimiz vardır.

Kendimizi kandırmaktan vazgeçmeliyiz. Yaşamımızı olumlu ve olumsuz etkileyen, büyük bir güvenle bağlı olduğumuz inançlarımızın doğruluğunu kalbimizin ve aklımızın bir köşesinde sorgulamasını bilmeliyiz. Erdemli, güvenilir ve adaletli olmamız buna bağlıdır.

Çocuk denilecek yaşta, hayatı öğrenmenin başlangıcında, etrafındaki olan bitenleri sorgulama aşamasında bocalarken, evlendirilen baba ocağından ayrılan kız çocuklarının geçmeyen bir öfkesi, bitmeyen bir kavgası vardır hayatla. Hele bir de sevip benimsemediği biri ile evlendirildiğinde.

Evlendiği kişi ıslah olmaz bir serseri ise. Kendini bir boşlukta bulur. Ne yapacağı, nasıl davranacağı konusunda kararsızdır. Özlemlerinin en güzelini gerçekleştirme aşamasında uğradığı hayal kırıklığı karşısında şaşkındır. Tutunacak bir dal arar. Çoğu zaman o dalı bulamaz. Bulduğu dal ise çok çabuk kırılır.

Hayat zordur. Kırılganlıklar her daim vardır. Islah olmaz serseri ile bir arada durmak daha da zordur. O bir annedir artık.

Bir kız çocuğundan, bir kadına, anne olunca geçmeyen kimi yaraların insan hayatını nasıl etkilediğine şahit oluruz.

Zaman akıp gider. Sorgulamaktan kaçınılan kimi duygular sorgulanmaya başlar o zaman. Gündelik işleri kurulmuş bir saat gibi yaparken hayatını alt üst eden durumu, hayat hikayesindeki boşlukları, her adımındaki ritmleri sorgulamaya devam eder.

Çocuksu bir güvenle benimsediği inançlarına karşı kuşkuludur artık. Doğru diye benimsenmiş duyguların doğru olmadığı inancı yer eder belleğinde. İyimser olmak için bir sebebi kalmaz. İnsanların bencilliğini öğrenmiştir. Duygusuz oluşlarını, umursamazlıklarını.

Ama artık dirençlidir. Hayata olumlu bakabilmek için bir nedeni olmasa da yaşaması gerektiğini, direncinin kırılmaması gerektiğini öğrenmiştir artık.

Sahi yeryüzünde benzer şekilde hayata tutunmaya çalışan kaç insan var?

On binler mi, yoksa yüz binler mi?