Daver
Darende “sirenler Çalıyor” adlı kitabında şöyle diyor. “Çağlar boyunca insanlar savaş yerine
barışın, sevginin yerleşmesini beklediler. Oysa bu özlem günümüzde de
gerçekleşmedi. Varsa yoksa hep savaş. Oldum olası savaşa hep karşı oldum, savaş
filmlerini izlemekten, silah görmekten hep tiksinti duydum. Çocukluğumda
askercilik oyununu oynamayı bile beceremedim. İkinci Dünya Savaşı’nın korkutucu
günlerini yaşadıktan sonra savaşa karşı nefretim daha da arttı. Savaşların
kazananı ve kaybedeni olmuyor. Suçsuz insanlar ölüme gönderilerek gerçek bir dram
yaşanıyor. Çocuklarımızın beyinlerine, yüreklerine “savaş” sözcüğü yerine“barış” sözcüğünün yerleşmesini diliyorum"
Daver
Darende I.Dünya Savaşı boyunca Irak’tan Galiçya’ya, oradan Sina Cephesine
yıllarca savaşmış bir babanın oğludur. O,babasının şu sözlerini dinleyerek
büyümüştür.
“Irak çöllerindeki savaştan sonra
Galiçya’da, bize ait olmayan topraklarda savaşacağım aklımın ucundan bile
geçmemişti. Emir emirdi. Birliğime ertesi gün katıldım. Silah arkadaşlarımın
çoğu Galiçya’nın nerede olduğunu bilmiyorlardı. Anadolu neredeydi, Galiçya
nerede?”
Almanya’nın
emperyalist çıkarları ardında sürüklenen Osmanlının düştüğü durumun ders verici
bir özeti!
20.yüzyılın
ilk çeyreğine kadar savaşlarla iç içe yaşamış bir toplumun evlatlarının savaş’a
bakış açısını ve barış özlemini dile getiren bir yaklaşımdır sayın yazarın
yaklaşımı.
Osmanlının
son zamanlarında, ordusunun komuta kademesinin bir kısmını teslim ettiği ve
güvendiği Almanya’nın Osmanlıyı getirdiği nokta
Sarıkamış
örneğinde olduğu gibi tarih sayfalarında yerini almıştır.
Neki, günümüz
Almanyasına baktığımızda Mölln kentinde 1992’de,Solingen’de 1993’te Türk vatandaşlarına
karşı girişilen ırkçı kundaklama eylemleri tepkiyle karşılanmıştı. Henüz bu
olaylara analiz yapmaya fırsat bulamamışken bu sefer
Ludwigshafen’de 3 Şubat 2008’de çıkan yangında dokuz Türk hayatını kaybetti. Bunun
bir kundaklama olduğu konusunda söylemler devam ederken Alman içişleri
bakanlığı tersini söyleyip önemli kanıtlara ulaştıklarını belirttiler. Tarihte
Yahudi soykırımı gibi bir durumla karşı karşıya kalmaları, Almanların bu
olaylarda ırkçılık yaklaşımının göz ardı edilmesi çabası içine girmelerine
neden oldu aslında.
Almanya’da
Şubat 2008 başından bu yana yakılan Türk evlerinin sayısı 20’yi geçerken, Alman
başbakan Angela Merkel konuyu hala basit zabıta vakaları olarak görmekte ve
yaklaşmaktadır.
Başbakan
Erdoğan’ın Köln’de Türklere yaptığı konuşmada “asimilasyon
insanlık suçudur” şeklindeki açıklaması Alman siyasetinde ve toplumunda
gerginlik yarattı, bu cümleden pek de hoşlanmadılar. Oysa bir İngiliz turiste
tacizde bulunduğu iddiası ile yargılanan Alman genci Marco’nun Antalya’da tutuklu
kaldığı sürede Alman medyası konuya uygarlık çatışması söylemi ile yaklaşmıştı.
Ve Türkiye’de insan hakları ihlâllerinin devam ettiğini iddia etmişti. Almanya’da
Türklere yapılanlar ise Alman başbakanına göre birer zabıta vakaları
idi(!).Kendini haklı başkasını haksız çıkarmak bu olsa gerek(!).
Neki,”
hümanizma, insanı insana karşı getiren düşünceyi reddeder, insanı insanla yan
yana, omuz omuza getirmenin çabasını verir. Avrupa bu mücadeleyi Ortaçağ’da
verdi. Tarih, Bruno’nun yakılmasına, Campanella’nın hücreye atılmasına, Galilei’nin
kendini yadsımaya zorlanmasına tanıklık etti…” etmesine
de tarihi doğru okumak ve yorumlamak, sağduyu çerçevesinde soğukkanlılıkla olsa
ve tarihten ders alınsa zaten bu olaylar olmayacak…
Oysaki
1960’lı yıllarda başlayıp 1970’li yıllarda üst noktaya tırmanan işçi akını ile
Türkiye, Yunanistan, İtalya, Portekiz ve İspanya gibi ülkelerden binlerce insan
Almanya’ya yerleşmişti. Almanya, iş ve daha iyi yaşam koşulları umudu ile
başlayan göç olgusunu uzun yıllar sonra ancak 2001 yılında kabul etti.
Bu
zaman zarfında ise "alman
makamları Türk işçilerinin pasaportlarına bir mühür bastı. Bu mühürde
kullanılan ifade ise Türklerin belirlenen yerleşim birimleri dışında başka bir
yerde yaşamlarına izin verilmemesi şeklindeydi. Burada amaçlanan Türklerle
Almanların karşılıklı etkileşime girmeden yaşamalarını sağlamaktı."Bu konuda zaman zaman Türk sineması da yaptığı
filmlerle gerçeği ortaya sermeye çabaladı. Almanya’da ki Türklerin yaşamlarını
dile getirmeye çalıştı.
Ne var
ki, gerçekte ise yakın zamana kadar Almanya’nın “entegrasyon
ve asimilasyon” politikalarını değil, ”segregasyon”,yani “dışlama
politikalarının” uygulandığını göstermektedir. Bu yaklaşımı ile Almanya
iş umudu ile ülkesine gelen göçmenlerin, onların ailelerinin ve çocuklarının
eğitimi ve istihdamı ile de çok fazla ilgilenmedi.
20.yüzyılın
geride bırakılıp 21.yüzyıla girildiğinde Almanya’nın çeşitli kentlerinde gök
kubbenin altında yer sarsıldı, ayrıldı, kavuştu…
Gözyaşımız
gözümüzde buz tuttu.
Alışık
olmadığımız coğrafya şartları, yaşam tarzı, kültürü insanımızı “acı
vatan Almanya” da korumasız hale getirdi. Hafızasızlık toplumların en
büyük düşmanlarının başında gelir. Bir toplum geçmişi ile bugünü arasında
yeterli bir bağ kuramadığında, tutarsızlıklara ve yapılanlara karşı tavır
almaktan aciz hale düşer.
Almanya
Avrupa’nın tam da orta yerinde yer alan bir ülkedir. İnsanlarının diğer AB
ülkelerinin bakış açısını benimsemesi normal bir yaklaşımdır onlar için. Hâlihazırda
Alman yetkililerinin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusuna bakışları başta
başbakanları Angela Merkel’in söylemlerine bakılırsa pek de olumlu değildir
aslında…